Liberalizmin sebep olduğu en büyük felaketlerden biri, organik biçimde birbiriyle iç içe olan süreçleri, bilinçli eylem düzeyinde birbirinden soyutlaması. Daha doğrusu, bu soyutlamayı yaratan yapısal mekanizmaları doğallaştırması, hatta oluşumlarına ve yayılmalarına katkıda bulunması.
Korkunç bir yaz geçiriyoruz. Kanada’dan Rodos’a ormanlar yanıyor. Akbelen’de bir orman kasten yok ediliyor ve bütün dünya seyrediyor. Bunlarla alakasızmış gibi gözükse bile, bir yandan Maraş depreminin yaraları daha yeni sarılıyorken, diğer yandan 6 Şubat yıkımının zeminini oluşturan kentleşme politikaları devam ediyor.
Bir bunlar kadar acısı, bu mecralardaki direnişlerin ve siyasi konumlanışların ekseriyetinin, birbirinden bağımsız seyretmesi. Oysa bu yıkımlar birbirine bir dizi yüzeysel ve derin mekanizmayla bağlı. Dünyayı durdurulamaz şekilde kaynama noktasına doğru itip orman yangınlarına sebep olan şirketlerle, doğrudan ağaç keserek ormanları yok eden şirketler kimi zaman aynı; kimi zaman da sıkı ticaret ilişkileriyle veya tedarik zincirlerinde durdukları yerle birbirini yeniden üretiyorlar. Bu şirketleri irtibatlandıran her “ideolojik” renkten hükümet ve belediye, aynı zamanda dere yataklarında ya da o şirketlerin açtıkları orman arazilerinde yapılaşmayı özendirerek (bazen de söz konusu binaları bizzat inşa ederek) depremlerin ve orman yangınlarının yıkıcılığını arttırıyor. Yine aynı hükümet ve belediyeler, enerji şirketlerinin kontrolsüz şekilde büyümesine çanak tutarak, zaten bakımı doğru düzgün yapılmayan ormanların içine kıvılcımlar saçılmasının yolunu açıyor.
Bu uygulamalara karşı geliştirilen siyasetler ve sözler ise, genelde birbirinden bağımsız ilerliyor. Birçok istisna elbette var ama, kurumları, üretim ve paylaşım ilişkilerini ya da kamu gündemini etkileyecek düzeyde değil. Bu noktada iki önemli düşünürü anmak elzem. Bunlardan birincisi, György Lukács, sermaye hakimiyetinin kaçınılmaz olarak insanların bilincini bölük pörçük hale getireceğini, bunun ancak proleter devrimle aşılabileceğini anlatmış, ancak genel karamsar okumasıyla tüm süreçlerin berrak bir şekilde algınacağı bir sınıf bilinci beklentisini mantıki ya da ampirik olarak tam anlamıyla bağdaştıramamıştı. Antonio Gramsci ise erken dönem yazılarında, üretimin dünya çapında örgütlenmesinin proleteryanın bilincine de yansıyacağını, işçi şuralarının yayılması ve birbiriyle kenetlenmesi sayesinde bu küresel bilincin kurumsal çerçevesinin de oluşacağını iddia etmişti. Hapishane yazılarında ise aynı düşünür, alttan alta şuraların neden dünya çapında bu bilinci kuramadığını anlatmış oldu aslında.
Lukács ve Gramsci’nin özgül bir sentezi olan Frankfurt Okulu, bilinç parçalanmasını neredeyse bir kader olarak kuramsallaştırdı. Oysa Gramsci’nin erken dönem yazılarıyla Hapishane Defterleri yan yana okunduğunda, giderek derinleşen hegemonyaya rağmen, insanlığı kurtuluşa götürebilecek (fakat çok uzun erimli) bir mücadelenin ana hatları ortaya çıkar. Burada özetleyemeyeceğim eksikleri ve gedikleriyle bu hattın çekirdeği şudur: bir taraftan tikel tahakkümlere karşı vücut bulan yerel, bireysel, kurumsal, küçük, dar mücadeleler etrafında çok iyi örgütlenmek; diğer taraftan bu mücadeleleri (tikel tahakkümleri ve felaketleri üreten ve/veya eklemleyen) dünya sistemine karşı toplu bir teyakkuza dönüştürmek. En azından bunun çabasında olmak. Biz işte bu hattın eksikliğini dünya çapında da, Türkiye’de de yaşıyoruz.
Orman yangınlarından ve “doğal” felaketlerden sonra kamu tartışması, yangını söndüremeyen uçaklarla, komplo teorileriyle, zamanında gitmeyen yardımlarla, liyakatsizlikle sınırlı kalıyor çoğunlukla. En iyi ihtimalle bir iki (Erdoğancı) müteahhit suçlanıyor. Çürük binaları, dere yataklarındaki ve fay hatlarındaki tesisleri, ormansızlaştırmayı, küresel ısınmayı yaratan şirketler, belediyeler ve kalkınma modelleri toplumsal öfkenin hedefi haline gelemiyor. Bu çarpık siyasallaşmanın parçası olarak, öfke sonradan (kendi sözde celladına yine, yeniden oy veren) depremzedelere yöneliyor. Sanki depremzedelerin önüne, kendi cellatları olmayacak başka bir alternatif konulmuş da onlar reddetmiş gibi. “Kazanılsa” dahi ekokırımda bir değişiklik yaratmayacak bir seçimin sorumluluğu, bir avuç Maraşlıya yıkılıyor.
Dünya çapındaki yapısal süreçlerin ve onların yer yer kendiliğinden, yer yer bilinçli ideolojisi olan liberalizmin zihinlerde yarattığı tahribatı tamir etmek için son birkaç yüz yıldır girilen doğa düşmanı rotanın bilimsel teşhiri kadar, buna karşı nasıl örgütlenileceğinin sosyal bilimini de geliştirmek zorundayız. Yoksa her 6 Şubat’tan sonra boş bir “seçim zaferi” beklentisi, ardından da “cahil halk” nefreti “doğal felaket”ler olarak kendini tekrarlayacaktır.
Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı