Toplumun iktidardan asgari düzeydeki beklentisi, gelişebilecek olan olaylar hakkında belli bir öngörüsünün olması ve bu doğrultuda çözümleyici, önleyici yöntemlerin geliştirilmesi, halka ve topluma belli bir güven vermesidir. Öncelikli olarak sorumluluğun kendisinde olduğu duygusunu yansıtması gerekiyor çünkü, iktidar olmanın, yetki sahibi olmanın sorumluluğu bunu gerektiriyor. Ancak iktidarın siyasal, ekonomik, toplumsal ve ekolojik birçok alanda icra etmiş olduğu politikalardan, müdahale yöntemlerinden, olaylara bakış ve yaklaşımlarında ne kadar kısır bir anlayışa sahip olduğunu, siyaset olarak işlevsiz ve iktidarsız olduğunu, öngörüsüz ve güven oluşturmada ne kadar yetersiz olduğunu son zamanlarda daha net tecrübe ediyoruz.
Castoriadis, çağdaş siyasetin artık önemsizleştiğine ve siyasetçilerin iktidarsız olduğuna vurgu yapıyordu. Ona göre “siyasetçiler iktidarsız… artık bir programları yok. Tek amaçları koltuklarında kalmak”. Buradan hareketle siyasetçilerin küresel gelişmeleri okuma ve bu doğrultuda projeler geliştirme konusunda yetenekli olmadıklarını, bununla beraber yeni tahayyüller geliştirmenin de önünde engel olabildiklerini söyleyebiliriz. Çünkü hem küresel sermaye, ekolojik olaylar, toplumsal sorunlar ve pandemi süreci gibi sağlık sorunları daha küresel boyutlarda etkili olurken, siyaset ise daha çok yerel ve bölgesel kalmanın ötesine geçemiyor. Dolayısıyla belli bir programa sahip olmayan, öngörü kabiliyetinden yoksun olan siyasetçilerin iktidarda olsalar bile artık toplumun büyük bir kesiminin nazarında pek önemli görülmezler. Çünkü geniş kesimler için bir beklenti oluşturamayan, toplumun geneline hitap etmeyen, küresel gelişmeleri okuyamayan siyaset ve bununla beraber iktidar artık önemini yitirmeye başlar. Bir duyarsızlık oluşturan bu vizyonsuzluktan kaynaklı olarak insanların siyasal olan her şeye karşı ilgilerini giderek yitirmeleri ve en önemlisi de hükümet binalarından bir kurtuluş gelebileceği umutlarının sönmesi anlamına gelir bu.
Siyasal iktidarın veya kurumların siyasal, toplumsal veya ekolojik sorunların üstesinden gelme veya bir toplumsal proje üretebilme gücünden yoksun olması bu kurtuluş umudunu azaltan en önemli faktörlerdir. Dolayısıyla yerel ve bölgesel kalan, toplumun tüm kesimlerini kapsamayan siyasetin kutuplaşma, ayrışma ve toplumsal çatışmalara yol açabileceğini biliyoruz. Günümüzde yaşananları da bir siyasetsizlik veya bir siyasal iktidarsızlık sorununun yansımaları olarak okuyabiliriz. Diğer bir ifadeyle kendisini her koşulda muktedir göstermeye çalışan iktidarın pratikte yönetme kabiliyetinden yoksun olması ve topluma sunabileceği bir projesinin olmaması belirttiğimiz iktidarsızlık durumuna işaret eder. Meydana gelen sel baskınlarında, devlet halka IBAN numarası vererek yardım talebinde bulunabiliyor. “Halkımız cömerttir” denilerek devlete yardım eli uzatılması isteniyor. Bu durum aslında devletin veya siyasal iktidarın artık yeterli olamadığı, siyasal olarak tıkandığı ve önemli bir yönetme kriziyle karşı karşıya kaldığını yansıtan görüngülerdir.
Dolayısıyla iktidar olmak sorunların çözüleceği anlamına gelmiyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, gelecek tasavvurundan yoksun olan, artık çok boyutlu ve ilişkisel olan ekonomik, siyasal, toplumsal, ekolojik gibi farklı sorunlara dair bir reçetesi olmayan iktidar ancak koltuk kavgasına girişebilir. Nitekim “tek amaçları koltuklarında kalmak” olan iktidarların topluma vereceği herhangi bir projesi de olamaz. Böyle bir durumda toplumsal çatışmalar, kutuplaştırma ve şiddeti körükleyen siyaset, ötekileştirici dil ve uygulamalar “koltuğu kaybetmemek” için iktidar tarafından başvurulacak bazı temel yöntemler haline geliyor.
Siyasetçilerin ve özellikle de siyasal iktidarın belli bir programı yok ve kendilerini mağdur olandan daha fazla mağdur olarak gösteriyorlar. Geleceğe dair argümanlarla, birlikte yaşamaya dair çözümlerle veya geleceğe dair vizyonlarıyla değil, daha çok skandallar, yolsuzluklar ve magazinel boyutlarıyla gündeme geliyorlar. Dolayısıyla siyasetin veya siyasal iktidarın büyük bir güven ve iktidarsızlık sorunu içinde olduğunu görmemek mümkün değil. Bir gelecek tahayyülü sunmaktan aciz olan siyaset ve iktidarın kendileri dışında sorumlu bir fail bulma telaşı ve arayışı içinde olmaları bu iktidarsızlığın, yönetememenin en önemli görüntüsüdür. İktidar kendisini hep mağdur olarak sunar, muhalefet ise iktidarda olmadığı için sorumluluğu üstlenmeyip iktidardan dolayı mağdur olduğunu her defasında anlatmaya çalışır. Oysa bu durum bir mağduriyetten çok bir vizyonsuzluk, iktidarsızlık ve programsızlık örneği olarak karşımıza çıkıyor. Bazı örnekler üzerinden bu “mağdurluk” söylemini açalım.
2013 yılında Erdoğan, Gülen’e hitaben “bu sıla hasreti artık bitmelidir, artık seni aramızda görmek istiyoruz” diye çağrıda bulunmuştu. Uzun süre cemaat grupları ve yöneticileriyle (Gülen cemaati, FETÖ) yakın bir ilişki içerisinde olan siyasal iktidar daha sonra 15 Temmuz 2016 yılında yapılan darbe teşebbüsünden sonra aldatıldıklarını ve mağdur olduklarını kamuoyuna iletecekti. Burada “mağdur olan” ve “ihanete uğrayan” yalnızca iktidardı. Çeşitli kesimler veya insanlar mağdur olamazdı, onlar cezalandırılmalıydı. Oysa iktidar da olsa, tüm yetkiler kendisinde de olsa yine de herkesten daha “mağdur”du.
2020 yılında yaşanan Covid-19 salgınında da devlet/siyasal iktidar kapasite olarak ne yeterliydi ne de hazırlıklıydı. Sağlık, ekonomi, eğitim gibi birçok alanda salgın süreci doğru ve en az hasarla atlatacak şekilde yönetilemedi. Toplumda yaşanan korku ve panik kadar, iktidar da aynı korku iklimine kapılmıştı. En önemlisi de topluma bir güven verme durumundan çok uzaktaydı. Söylentilere, provoke edici söylemlere iktidar da kapılmıştı. Oluşan iklime hakim olmak bir yana tam aksine bir belirsizliğe saplanmış ve asıl mağdur olduğu görünümünü ortaya koymaya çalışıyordu. Uygulanan yanlış yöntemlerin, vizyonsuzluğun ve sürekli başkalarını suçlu gösterme anlayışının yarattığı tahribat sorgulanmazken, tüm sorumluluk başka yerde aranıyordu. Çünkü herkes gibi iktidar da mağdurdu ama en çok da siyaseten iktidarsızdı.
Tüm bunlarla beraber benzer şekilde söylem ve mağduriyet durumu, meydana gelen ve tüm toplumu tedirgin eden orman yangınları için de söz konusudur. Ülkenin birçok yerinde yaşanan orman yangınları büyük bir tahribata yol açtı, ancak bununla beraber söylentiler, dedikodular ve provoke edici söylemler üzerinden toplumsal tahribatlar da büyüyor. Söylentiler, efsaneler korku ikliminde çok daha çabuk yayılıyor ve tahrip gücü de daha fazla olabiliyor. 15 Temmuz darbesinde yayılan söylentiler ve hedef gösterme amaçlı paylaşımlar çok sayıda suçsuz insanın ölmesine ya da zarar görmesine neden oldu. Pandemi sürecinde de paylaşıma giren bu yıkıcı söylentiler hem insanların daha fazla panik yaşamasına, aşıya karşı bir güvensizlik beslemesine hem de doğru yöntem geliştirme konusunda rasyonel düşünmenin önüne bir set çekilmesine neden oldu.
Benzer şekilde orman yangınlarının birileri tarafından -özellikle hedef gösterilerek Kürtler tarafından- yakıldığına dair söylentiler asıl odaklanılması gereken orman yangınlarını söndürme, daha hızlı çözüm üretme hedefini başka yere yönlendirmeye neden olmuştur. Söylentiler, efsaneler ve çeşitli provoke edici söylemler toplumsal olarak ayrışma, kutuplaşma ve güvensizlik duygusunu yükseltmiştir. Ancak bu söylentilere her ne kadar belli bir kesim bilerek yol açıyorsa da toplumun önemli bir kesimi bunlara inanıyor. Söylentilerin, efsanelerin veya çeşitli dedikoduların bu kadar tahrip edici olmasının nedeni hem başka olayları tetiklemiş olmaları hem de belki de en önemlisi insanların büyük bir kısmının bunlara inanıyor veya inanmak istiyor olmasıdır. Çünkü bir failin bulunması ve bu failin cezalandırılması bu söylentilere inananlar için çok önemli bir psikolojik tatmindir. Oysa yakalanamama veya suçlu bulunamama konusundaki tatminsizlik durumu bu kitleyi hep bir kurban bekleme durumunda tutar. Ancak her nedense bu fail, yani ormanı yakanlar genelde Türk olamazlar, çünkü Türk olanlar böyle davranamaz, orman yakamaz. Türklük yücelikle eşdeğer görülür, asla böyle bir durumdan sorumlu tutulamaz. Bunu ancak bir Kürt, Ermeni ve diğer “hainler” yapabilir. Siyasetin de kutuplaştırdığı, şiddeti körüklediği bu durumda belli kesimlere karşı var olan hınç böylece söylentilerin, temelsiz paylaşımların da etkisiyle ırkçı şiddet olayları üzerinden kendisini tekrar göstermeye başlar.
Yangını söndürmeye gidenlerden bazıları bu tahrip edici söylentilerden dolayı şiddete maruz kaldı. Belli kesimler yollarda kimlik kontrolü yapmaya başladı. Söylentiler dolaşıma girdikçe çeşitli yerlerde şiddet olayları, kutuplaşmalar da yayılmaya başladı. Ancak tüm bunlar olurken devletten beklenilen güven tesisi hiç gelmedi, aksine devlet güvensizlikten ve korku üzerinden siyasetini sürdürdü. Böylece ülke yönetiminde asıl sorumlu olan iktidarın politikalarını, müdahale yöntemlerini ve bu gibi durumlara hazırlık süreçlerini deşmek, sorgulamak bu geniş kesimin ya pek dikkatini çekmez veya kendilerini iktidarla özdeş gördükleri için politikalarını sorgulamaya açmazlar.
Sosyal medyada büyük bir kesim yangınları söndürme konusunda uluslararası yardım talep ederken, diğer büyük bir kesim de “yardıma ihtiyacımız yok” diye tersi bir kampanya başlattı. Bir yandan devletten beklenen müdahale gecikince veya istenilen düzeyde bir müdahale olmayınca çaresizlik içerisinde ormanların kül olmasını seyretmek zorunda kalanların yardım çığlığı, diğer yandan ise “biz güçlü bir devletiz”, “yardım istemiyoruz” diye sosyal medyada kampanya açıp ormanların kül olmasını yardıma tercih edenler. Bu durum ilginç yorumlara yol açtı: “Türkiye’ye karşı Türkiye.” Yardım istemenin hem devleti aciz gösterdiğini hem de milli duyguları incittiğini Cumhurbaşkanlığı İletişim başkanı topluma izah ediyordu. Oysa iktidar olsalar da toplumsal bir siyaset üretemediklerinin, sürece cevap olamadıklarının ve olaylara müdahale konusunda belli bir koordinasyonlarının olmadığının yardım isteyenler farkındaydı.
Siyasal iktidar üzerinde, programsızlığıyla ve toplumsal güveni tesis etmesindeki yetersizliğiyle yüzleşememe, kabullenememenin verdiği ruh hali hakimdi. Büyük bir kesimin olayları kavrayamaması veya bilmemesi değil, aksine iktidarın söylemlerini doğru bulması ve kendini iktidarla özdeş görmeleri nedeniyledir bu kabullenememe hali. Çünkü iktidarın siyaset üretememe konusundaki iktidarsızlığı ve mağdurluğu onların da iktidarsızlığı ve mağdurluğu demektir.
Bu olayın belki de en önemli yanı ise iktidarın da bu söylentilere pay vermiş olması ve bu söylentilere üst mertebeden sahip çıkmış olmasıdır. Siyasal iktidar, yaşanan orman yangınlarına hazırlıklı olmadığı, yangını söndürebilecek yeterli kapasiteye sahip olmadığı, böyle bir durumda çözümsüz kaldığını hiç sorgulamaksızın onu kurtaracak veya sorumluluğu üstünden alacak olan söylentilere bel bağlamış oldu. Nitekim Erdoğan “ormanlarımızı yakanları bulup ciğerlerini yakmak boynumuzun borcudur” diyerek hem asıl sorumluluğunun üzerini örtmüş oldu, hem de bu “ormanları yakanlar”dan dolayı iktidar olarak “asıl mağdur” olduğunun altını çizmiş oldu. Böylece mağdur olan iktidar da hesap vermekten kaçınır, aksine mağdur olduğu için hesap sormaya girişir. Şimdiye kadar “mağdur olma” durumu üzerinden iktidarsızlık hem örtüldü hem de mağdurluğundan dolayı onu hep “mağdur edenlerden” hesap soruldu.
Bu konuda belli bir hazırlık ve programa sahip olmayan iktidar “mağdurluğunu” dillendirir. Yangına müdahale konusunda tam çaresizlik örneği gösteren iktidarın içinde bulunduğu durum ise bir yönetememe hali, iktidar olmanın yeterli olmadığını gösteren tablo ve önemlisi de artık siyaset üretememe konusunda içine girdiği iktidarsızlık durumudur. Mesele uçakların olup olmaması veya ne kadar olması değildir, mesele iktidarın yeni süreci okuyamaması, bir topluma geleceğe dair sunacak bir programa sahip olmaması, vizyonsuz olmasıdır. “Türkiye yangın söndürme konusunda dünyaya örnek oldu”, “Türkiye’nin gücünü tüm dünya gördü” gibi manşetlerin atılması bu iktidarsızlığın ve kötü örneğin üzerini örtemedi.
Sonuç olarak, yayılan bu söylentilerin tahrip gücü tahmin edemeyeceğimiz zararlara yol açabilir. Uzun süreli bir kin, nefret ve şiddet eğilimi biriktirir. Nerde ne zaman patlayacağı belli olmaz. Bu yüzden söylentilere, dedikodulara dikkat etmek, süreci doğru yönetmek, yol açacağı toplumsal yaraları düşünerek görmezden gelmemek gerekiyor. İktidarın güven tesisi konusundaki yetersizliği ve iktidarsızlığı ortada, diğer muhalefet ve toplumsal kesimlerin bu konudaki duyarlılıkları ise çok daha elzem hale geliyor.