Ne zaman bir şiddet eylemiyle yüzleşsek hemen onu olduğundan küçük göstermek için kendimizi kandırırız. “Üç-beş kişinin yaptığını tüm camiaya/kente/ülkeye maletmemek gerekir” özdeyişini hemen gündeme sokar ve kandırırız kendimizi. Sivas’ta insanları cayır cayır yakan da üç-beş kişidir, Trabzon’da TAYAD’lılardan tahrik olan da, 6-7 Eylül’de komşusunun malını talan eden de. Bir yönden bütün bu savunma biçimlerinin doğruluk payları vardır, ancak toplum dediğimiz şey de sürekli masumiyetini koruyup şiddet tekelini üç-beş kendini bilmeze devreden bir organizma değildir. Hepimizin kötü olmadığına inanmak için sürekli “ama herkes öyle değil” savunusunu bırakıp 2. Dünya Savaşı’nın ardından biraz da toplumun çuvaldızı kendisine batırmasını ima eden şu aforizmayı bugün öznelerinin geçerliliği tartışmalı da olsa söylemek zorundayız. “Hepimiz Yahudiysek Nazi kim?”
Evet bu sözün öznelerini tartışma ve değiştirme zamanı şimdi.
Bir ülke hükümetinin ya da siyasilerinin suçları, içinde bulundukları halkın da cezalandırmasını gerektirir mi? Dünya Saddam’ı devirmek için başlatılan yaptırımlar sonucu ilaç yetersizliğinden ölen 500.000 sivile karşı bir vicdan azabı duymadı. (Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeliene Albright bu konu açıldığında “buna değdiğine düşünüyorum” diyordu.) Yani anti-demokratik bir ülkede demir yumruk altında yaşayan bir halk, liderinin politikaları yüzünden cezalandırıldı. Sırplar Miloseviç’in cezasını ulus olarak çektiler.
1999’da NATO bombardımanı pek çok sivilin de ölümüne yol açtı. Almanlara savaş bittikten sonra Hitler’in peşinden gittikleri için Dresden’de binlerce sivilin ölümüyle bir ceza verildi, yani tarih liderlerinin hatalarını her daim kendi halkına da ödetti. Güney Afrika’nın 1990’lara kadar uluslararası alandan bombalanmadan, şiddet kullanmadan tecridi belki de uluslararası toplumun 2. Dünya Savaşı sonrası başardığı en olumlu işti. Bu tecrit liderlerinin insanlık suçu tavrına destek veren halkın bir şekilde öldürülmeden de birtakım yaptırımlara tabi tutulabileceğini ve sonunda makul olanı kabul edebileceğini gösterdi bizlere.
Şimdi gözü dönmüş bir şekilde oraya buraya saldıran, çocukları bile gözünü kırpmadan öldürüp uluslararası toplumun formel kurumlarından kınama bile almayan bir İsrail’le karşı karşıyayız. Anti-semitist hücumları yapılacağını bile bile yüksek sesle söylemek gerekir ki bu haksız savaşın sorumlusu sadece İsrail Hükümeti değildir. Siyaseten doğru olmasa bile vicdanen doğru olduğuna emin olduğum şey bu savaştan İsrail halkının da sorumlu olduğudur. Kana’daki katliamdan sonra bile İsrail’in herhangi bir kentinde bir protesto yürüyüşü olmaması, halkın anketlerde orduya ve operasyonlara verdiği destek (ordunun performansından memnun olanların oranı %80 , Radikal, 2 Ağustos 2006) ılımlı diye bilinen sendikacılıktan gelme İşçi Partisi lideri Amir Peretz’in Savunma Bakanı olarak operasyonlara bizzat onay veren kişi olması İsrail halkının bu savaşta ideolojik farkları bir yana bırakıp savaşa taraf olduğunun ve bu anlamada sorumluluğu bulunduğunun en açık göstergesi. Uluslararası toplumun İsrail’e 1980’lerde Güney Afrika’ya uyguladığı türden bir tecrit politikası uygulaması şüphesiz ki mümkün değil. Zaten bunu kokuşmuş bir formellikten başka bir şey ifade etmeyen BM çatısı altında gerçekleştirmek imkansız ama İsrail halkına bir şekilde bu olanlardan kendilerini de sorumlu olduğunu ve dünyanın geri kalanının bir şekilde saldırganları teşhir etme gibi bir vicdani görevi olduğunu haykırmalıyız. Fiyaskoyla sonuçlanan Roma toplantısı gibi İsrail’e zaman kazandırma dışında amacı olmayan diplomatik rezilliklere inat ikide bir ilgili ilgisiz göreve çağrılan sivil toplumu gerçek bir göreve davet etmenin tam vaktidir... İsrail, Filistin ve Lübnan’ın varlığına saygı duyup bu haksız savaşı bitirene dek bütün uluslararası sivil organizasyonlardan men edilsin. Kararların süper güçlerin vetosuna tabi olmadığı bütün alanlarda çoğunluk kararı bu yaptırımı gerçekleştirebilir. Bir düşünün Liverpool Maccabi Haifa ile oynayacağı maça gitmek istememesini kendi güvenliğiyle açıklamasa da savaşın faili olan bir ülkenin vatandaşlarına bir şov sunamayacağını söylese ve gitmese İsrail’e, ya da olası bir Euroleague eşleşmesinde Fenerbahçe Maccabi Tel Aviv’le oynayacağı İsrail’deki maça çıkmasa ve bu eylemler uluslararası resmî topluma karşı uluslararası bir sivil itaatsizlik halini alsa acaba İsrail bu kadar rahat davranabilir mi? İran’ın yurtdışında doktora yapan kimyager ve mühendislerini doğmamış bir suçun yaptırımı olarak ülkelerine geri döndürmeyi düşünen Batı, İsrail’le bütün akademik işbirliğini savaş bitene kadar askıya aldığını açıklasa hiç mi bir etkisi olmaz bunun İsrail üzerinde?
Öneri bir ütopya gibi gelebilir, ama haksızı ya da faili resmî yollarla, vetolar ve kahrolası emperyal çıkarlar yüzünden ifşa edemiyorsak ve kınayamıyorsak onlara vicdani bir ders vermenin tek yolu uluslararası sivil toplumun sivil itaatsizliğiyle mümkün. Başka bir küreselleşme mümkün sloganları atanlar, buyrun size alternatif küreselleşme. Tarih bize mazlumların da potansiyel bir zalim olduğunu ne yazık ki sürekli hatırlatıyor. Onun için Yahudi soykırımındaki dünyanın tepkisizliği karşısındaki aforizmayı maalesef revize etmenin zamanı geldi
Hepimiz Lübnanlıysak İsrail kim?