Bileşeni olduğu Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kapatılma tehdidini bertaraf etmek için onun karma ve çok bileşenli yapısını devralarak 14 Mayıs 2023 seçimlerine katılan Yeşil Sol Parti’nin geçtiğimiz pazar günü toplanan Dördüncü Kongre’siyle birlikte, partinin seçim sürecinde almış olduğu sorumluluğun nihayete erdirildiği ve HDP’nin temsil ettiği siyasi geleneğin yeni partisine kavuştuğu önemli bir dönemeç geçilmiş oldu. 1990 yılında kurulan Halkın Emek Partisi’yle (HEP) birlikte Kürt ulusal hareketinin bugünlere taşıdığı yasal partiler geleneğinin sonuncu ve en geniş halkasını temsil eden HDP’nin yerine geçecek ve de sol, sosyalist, ekolojist ve feminist bileşenlerin oluşturduğu Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) taban dinamiğini devralacak yeni “kongre” partisinin varlığı bu kongrede resmiyet kazandı. Parti-içi kamuoyunda da merak uyandırmakla birlikte harici kamuoyunun kongreye dönük resmî ve medyatik ilgisini şekillendiren yegâne mesele olan yeni parti isminin ne olacağı sorusu da HEP’in halefi partilerin isim ve kısaltmalarını ortaklaşa çağrıştıran Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (HEDEP) isminin kabul edilmesiyle birlikte açıklığa kavuştu.
Muhakkak ki bu kongre, öncesi ve sonrasıyla, partinin yeni adının çok daha ötesinde anlamları ve mesajları olan, Kürt sorunun demokratik ve barışçı çözümü başta olmak üzere, “Demokratik Cumhuriyet” fikrini esas alan sol-demokratik muhalefetin inşası, partinin yeniden yapılanması ve de yaklaşan yerel seçimlerde takınacağı ilkesel tavır gibi başlıklarda HEDEP’in istidadını ilan eden önemli bir eşiğe tekabül ediyor. Partinin Mayıs seçimlerinde gösterdiği performansa ilişkin başlayan tartışmalar, akabinde alınan kongre kararı, halk toplantılarıyla tabana yayılan özeleştiri süreci ve de parti konferanslarıyla şekillenen, son olarak da kongrede benimsenen yol haritası HEDEP’in yeni dönemde izleyeceği politik hattı kayda geçirerek partinin öngördüğü “doğru” ittifak siyasetinin mezhebini tarif etmekten geri durmuyor. Bunun yanı sıra HEDEP’in kuruluşunda ve genel olarak kongre mesaisinde en dikkat çeken şey, HDP çizgisinin devam ettirileceği beyan edilmekle birlikte geçmiş muhasebesinden kaçınılmadığının konferans metinlerinde kayda değer bir hacimle ifade ediliyor olması. HDP ve Yeşil Sol Parti’nin uzunca bir süredir boğuştuğu yoğun baskı koşullarının yanında kendi “yapısal sorunlarını” tetkik eden bu muhasebede, HDP’den devralınan misyonun her hâlükarda sürdürüleceği, lakin bu ısrarın geçmişteki yetersizlik ve hataları eksiltecek bir yenilenme iradesiyle kayıt altına alındığı vurgusu bilhassa göze çarpıyor.
HDP ve Yeşil Sol Parti’nin parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izlediği politikaya yöneltilen eleştirilerden en önemlisi kurulan seçim ittifaklarının biçimi ve içeriğiyle ilgiliydi. Milletvekilliği seçimlerine Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) yanında Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı’yla katılan Yeşil Sol Parti’nin özellikle EÖİ içerisinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yürütülen ve ortak liste çıkarılamamasıyla sonuçlanan tartışmalarda takındığı tavır kimilerince fazla “uzlaşmacı” olarak görüldüğü için eleştirildi. Öte yandan başta EÖİ olmak üzere her iki ittifakın kuruluş esasını teşkil eden stratejik mücadele ortaklığı fikrinin bu seçim özelinde ne derece hayata geçirildiği, dahası batıdaki “Türk” sol-demokratik seçmen aritmetiğine kimin “daha etkili” hitap edeceği gibi meselelerin gündeme gelmesiyle ittifak siyasetinin sınırları iyiden iyiye seçimlere indirgenmiş oldu. Salt milletvekilliği seçimleriyle sınırlı kalmayan bu gerilimli ittifak manzarası cumhurbaşkanlığı seçimlerine taşınmış ve ilk turda aday çıkarıp-çıkarmamak arasında yapılan tercihin stratejik gerekçeleri yeterli düzeyde açıklığa kavuşturulamamış ve bu boşluk ittifakın diğer bileşenlerinin, ekseriyetle de TİP’in en başından itibaren ortaya koyduğu “ilk turda işi bitirelim” söylemiyle dolduruldu. Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerine ittifakın cumhurbaşkanı adayı ve genel seçim kampanyasını ortaklaşa yürüterek giren ve bu şekilde “Üçüncü Yol” iddiasının icabını yerine getiren HDP’nin geçmiş seçim deneyimlerinden farklı olarak EÖİ’nin ilk turda aday çıkarmaması Yeşil Sol Parti’nin beklenilen sonucu alamayışının sebeplerinden bir tanesiydi belki de. Neticede bu seçimdeki ittifak deneyimi, çoğul temsil iddiası ve ortak mücadele perspektifinin kırılgan bir zemine sıkıştığı ve ittifakın kendisini aşamadığı bir deneyim olarak kaldı. Dahası bütün bu süreç kimilerince Yeşil Sol Parti’nin ittifakın “makul ve alttan alan hamisi” olarak görülmesine yol açtı. Tartışmaya yedi yıldır rehin tutulduğu hapishaneden katılan Selahattin Demirtaş’ın aktif politikaya ara verdiğini duyurması da bir başka önemli sonuç oldu.
HDP/Yeşil Sol Parti ve halefi HEDEP bu kongreyle birlikte Mayıs 2023 seçimlerinde izlenen ittifak siyasetini “gerekli derslerin çıkarıldığı” bir deneyim olarak değerlendirdiğini net bir biçimde ortaya koymuş oldu. Bu doğrultuda, HDK ve HDP’nin politik alternatif olma iddiasının programatik ifadesi olan “Üçüncü Yol Siyaseti”nin stratejik gerekçelerini açıklayarak bir ittifak muhasebesine girişen HEDEP, “AKP-MHP iktidarı karşısında ve restorasyoncu güçlerin dışında bir mücadele ortaklığı olarak kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın” murat edilenin aksine bir seçim ittifakının ötesine geçemediğini, aynı saikle kurulan Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı’nın ise “seçim ittifakı gibi görüldüğünü” dile getiriyor. “Üçüncü Yol Siyaseti”nin stratejik saiklerini ihya eden bir üslupla geçmiş seçim deneyimini “kendi gerçekliğiyle yüzleşme” ve de “yanılgılardan gerekli dersleri çıkarma” fırsatı olarak değerlendiren HEDEP, “demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde (…) toplumsal muhalefetin tüm bileşenleriyle birlikte yürümenin yol ve yöntemlerini geliştireceğine” dönük beyanıyla bir ittifak siyasetindeki ısrarını teyit etmiş oluyor. Fakat bu ısrarın teyidinde gözden kaçırılmaması gereken asıl nokta, “seçim ittifakına hapsedilmemiş” bir ittifak siyasetinden yana olunduğunun tekrar tekrar vurgulanmış olması. Yani HEDEP gelecek ittifakların politik koşullarını açıktan tarif ederken, seçim konjonktüründen ziyade HDP’den devraldığı “kendini aşma” misyonunu önceleyen gerçek bir ortaklaşmayı ve bu doğrultuda HDK dışı sol-demokratik güçlerle kurulan ilişkiyi organikleştirecek bir ittifak siyasetini öncelediğini bildiriyor.
HEDEP ve bileşenlerinin temsil ettiği sol-demokratik mücadele geleneğinin ittifak ve ortaklık meselelerini parlamenter siyaset ve seçimlerle sınırlı görmediğini tekrar etmeye gerek yok. Lakin HEDEP’in önündeki ilk önemli sınav olan yerel seçimlerde takınacağı tavra dönük beklentilerin, ittifak ve Üçüncü Yol siyaseti başlıklarında öne çıkarılan “seçim-ötesi” mücadele birliği perspektifi üzerinde ister istemez sağaltıcı bir etki yaratacağını kestirebiliriz. Kayyım rejiminin yenilgiye uğratılması temelinde şekillenecek bir yerel seçim gündemine sahip olan Kürdistan coğrafyasından farklı olarak, seçim-ötesi ittifaklardan çıkacak bir seçim ittifakının batıdaki koşulları alışılageldiği üzere olası diğer ittifakların tazyikiyle sınanacak. Öte yandan bir önceki yerel seçimlerden cumhurbaşkanlığı seçimlerine taşınan Cumhur ve Millet ittifakı denkleminde, batıdaki büyükşehirlerde ve cumhurbaşkanlığında iktidar bloğuna “kaybettirmekten” yana yapılan tercihin koşulları bugün için pek geçerli değil. Zira Millet İttifakı özelinde konuşursak cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreçte ortaya çıkan, ikinci turda ise ırkçı hamasetten beslenmesiyle iyiden iyiye belirginleşen ve seçim sonrasında fraksiyonlara ayrılsa da milliyetçi restorasyoncu reaksiyonu ayrı ayrı üslenen bir muhalefet manzarası karşısında HEDEP’in takınacağı tavır muhakkak ki geniş menzilli bir mücadeleden doğru şekillenecektir. Konferans kararlarından da anlaşılacağı üzere HEDEP’in bu manzara karşısında yüzünü Üçüncü Yol siyasetinden çıkan sol-demokratik alternatif olma misyonuna çevirmesi ve de “sınırlı bir değişim vaadiyle toplumun değişim taleplerinin içini boşaltan ve esasen yeni bir şey söylemeyen restorasyoncu ulusalcı çizgi” olarak tarif ettiği muhalefet bloğuna karşı yeni ittifakların inşasına yönelmesi muhtemel gözüküyor. Açık söylemek gerekirse, “tutarlı ve yeterli bir tarzda” yerine getirilmesi koşuluyla “bütün toplumsal ve siyasal muhalif kesimlerle demokratik mücadele birliğinin büyütüleceği” ilan edilmişse de HEDEP’in ittifak tasavvurunun bu haliyle EÖİ’nin menzilini aşıp aşamayacağına dair bir öngörüde bulunmak zor.
Mevcut rejimin hegemonik projesine yakıt olan seçim ittifakları meselesini stratejik bir temelde ele alacağını ifade eden HEDEP’in yerel seçimlerde izleyeceği Üçüncü Yol siyasetinin biçim ve içeriğine dair kimi soru işaretleri de yok değil. İki bloklu bir rejim konfigürasyonunda Üçüncü Yol siyasetini etkisizleştirmesi muhtemel risklerin başında, pasif bir tarafsızlığa meyleden “diplomatik” bir tavrı himaye edebilmesi geliyor. Buna karşın Üçüncü Yol seçeneği iki bloklu yapıyı aktif bir biçimde istikrarsızlaştırmayı içerdiği ölçüde gerçek anlamda bir strateji olarak düşünülebilir. Böylesi bir riski gözeterek HEDEP’in yakın geçmişten edinebileceği deneyimler arasında stratejik anlamda başarılı bir örnek teşkil eden HDP’nin 2018 yerel seçimlerinde izlediği Üçüncü Yol siyasetini hatırda tutmakta fayda var. Seçimlerdeki anahtar aktör olma konumunu her iki bloğun da aktif bir biçimde sınanması olarak değerlendiren, “kaybettirme” kapasitesini sergilerken diş göstermekten çekinmeyen ve böylece temsil gücünü tahkim eden bir siyasetin yabancısı değil artık HEDEP.
“Son otuz yılın en görkemli kongresi” olma iddiasıyla toplanan bu kongreden edindiğim genel izlenim, önceki HDP kongrelerinden farklı olarak yenilenme istidadını yoğun bir biçimde yansıtmasıydı. Lakin bu yenilenmenin içeriğinin kimi yönleriyle bir “kendine dönüş” ilanına bağlandığını da belirtmek isterim. Hem kongre salonundaki genel havadan hem de kongrede kabul edilen konferans kararlarından çıkarabildiğimiz böylesi bir ilanın en açık ifadelerini Öcalan’ın içinde bulunduğu tecrit koşullarının kaldırılması için mücadelenin ön plana çıkmasında görebiliriz. Öcalan üzerindeki tecridin sonlandırılması için yürütülecek bir mücadele ile “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için” verilen mücadele arasındaki bağlantıya dikkat çekilmesi, bir yandan Kürt ulusal hareketinin geleneksel tabanına doğrudan hitap ederken, aynı zamanda Kürdistan coğrafyasının dışında ikamet eden sol-demokratik güçlerin kalıcı bir barış siyasetinin tesisine olan ilgisini güçlendirmeye dönük bir hamle olarak değerlendirilebilir. Bu ilanda, iktidar bloğunun üslendiği savaş ve çözümsüzlük politikalarına karşı Kürt kimliğinin tanınma talebinin temsilciliğini üstlenerek Kürt sorunun demokratik ve barışçı çözümünü merkeze koyan alan parti geleneğinin ve bu gelenekten devralınan politik hattın yeniden güçlü bir şekilde tahkim edileceğini bildiren bir “kendine dönüş”ün ifadeleri göze çarpıyor. HDP ve onun “Türkiyelileşme” hedefine yönelik “Kurdî”lik iddiasıyla dile getirilen eleştirilere ve bu hedefin sözümona bir “Kürtlük krizine” delalet ettiği yönündeki ithamları geçersizleştiren, ama daha da önemlisi Kürtlere dayanan ve de Kürtlüğün politik yükümlülüğünü taşıyacak yegâne iradenin kendi varlığında karşılık bulduğunu hatırlatan bir “malumun ilanı” olarak pekâlâ okunabilir. Hakeza konferans kararları arasında partinin örgütlenme mekanizmalarında yaşadığı sorunların nedenlerinin tartışıldığı başlık altında yapılan değerlendirmelerde ve bu sorunların üstesinden gelecek bir “yeniden yapılanmanın” örgütsel adımlarını çizen çerçevede de benzer bir “dönüş” hissiyatının izlerini görmek mümkün. En genel hatlarıyla “merkeziyetçi zihniyet ve tutumların” ve temsilî siyasetin ağırlık kazanmasının getirdiği genel bir zayıflama haline işaret eden değerlendirmelerin çıktısı olarak, taban örgütlenmesini esas alan parti geleneğine atıfla tüm bu sorunların çözümündeki yegâne seçeneğin partiyi “köklerine” döndürmek olduğu vurgulanıyor. Böylesi bir “yeniden” momentinin görünümlerinin sadece kongre kararlarıyla sınırlı kalmadığını, kongrede gözlemeyebildiğim kadarıyla da kongre katılımcılarının ağırlıklı olarak bölgeden ve “sahadan” gelenlerden oluştuğunu, salondaki atmosfer ve sloganların da tam da bu “yeniden” arzusunu yansıttığını söyleyebilirim.
Yine yukarıda bahsettiğim yenilenme istidadından çıkan ama sol-demokratik muhalefetin muhtevasında eksilmeye yol açacağını düşündüğüm birkaç noktaya dikkat çekerek bu bahsi kapatmak isterim. Kongrede “Türkiye ve Kürdistan sosyolojisini okumakta yetersiz kalındığı” yönünde yapılan değerlendirmeler örgütlenme başta olmak üzere eskiyi aşarak yeniyi kurumsallaştırmanın gerekçesi olarak sunulmuş olsa da siyaseten telaffuz edildiğinde müphemleştiğini bildiğimiz “sosyoloji” tabirinin daha temkinli bir kullanımından yana olduğumu söylemeliyim. Özellikle AKP ve milliyetçi-muhafazakârlığın yükseliş ve rejimi üstlenmesi sürecinin organik aydınlığına soyunan kesimlerin “sosyolojinin zaferi” türünden ifadelerle yeniden icat ettiği “sosyoloji” mefhumu ve bunun enflasyonist kullanımından doğan müphemliğin değişim vektörünü dizginleyen gayri-politik bir içeriğe kolaylıkla taşınabileceğini hatırlatmak isterim. Nitekim geçmişte parti tüzüğünde açıktan telaffuz edilen LGBTİ+ haklarının, bu kongrede yapılan tüzük değişikliğinin sonucunda “cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim farklılıklarının eşitliğine” indirgenerek görünmezleştirilmesinin gerekçesi olarak muhtemelen az evvel bahsettiğim türden bir “sosyolojinin” geçerliliğine işaret edilecektir. Kongrede ortaya konan siyasi analizlerde küresel aşırı sağın yükselişi ve bunun Türkiye’deki yansımalarına dikkat çekilirken, müphem bir “sosyolojiye” atıfla rejimin küresel aşırı sağ ile ortaklaşa tırmandırdığı nefret siyasetine karşı LGBTİ+’ları yalnızlaştıracak böylesi bir hamle sol-demokratik bir mücadelenin menzilini genişletir mi sahiden?