Geçmişle Yüzleş(eme)mek: Almanya’da Ne Oluyor? (I)

Hamas’ın liderliğinde bir grup Filistinli silahlı örgütün 7 Ekim’de gerçekleştirdiği sivillere yönelik katliamın ardından, İsrail devletinin Gazze’de başlattığı, soykırım üzerine çalışan birçok uzmana ve uluslararası kuruluşa göre soykırıma dönüşme riski taşıyan askerî operasyon[1], tüm dünyada ve özellikle İsrail’in operasyonlarına şartsız destek veren küresel kuzey ülkelerinde, benzerini ancak 9/11 sonrası ABD önderliğinde gerçekleştirilen Irak işgali sırasında gördüğümüz geniş çaplı protestolara neden oldu. İsrail arkasına aldığı nitelik açısından güçlü uluslararası-devlet desteğine rağmen, dünya kamuoyunun desteğini kaybetmiş görünüyor. Avrupa Birliği devletleri arasında ateşkesi destekleyen ülkelerin sayısı ancak sekizi bulurken, İsrail’in askerî harekâtına karşı hükümet düzeyinde yapılan yüksek dozlu eleştirilerin sadece İspanya ve İrlanda’dan geldiğini görüyoruz. Küresel Kuzey’in halklarını yasaklara inat sokaklara taşıyan, (İngiltere, Fransa ve Almanya başlangıçta gösterileri yasaklamayı denediyse de başarılı olamadı) güçlü bir sesle dile getirilen ateşkes, barış ve Filistin’e özgürlük taleplerine rağmen, ulus-devletlerin İsrail’e daha ne kadar süreyle şartsız destek verebilecekleri sorusu, aynı zamanda bir demokratik-meşruiyet sorunsalına işaret ediyor. Hükümet politikaları ile özellikle sol/sosyalist kamuoyu arasında görülen bu ayrışmanın açıkça gözlemlenmediği ülkelerden biri Almanya. Oysa Almanya da büyük çaplı protestolara sahne oluyor. Dahası Alman hükümeti ve kamuoyunun önemli bir bölümü, geçmiş ile hesaplaşmayı başarabilmiş (!) bir ülke olma iddiasından beslenen bir ahlâki üstünlükle, alınması gereken doğru ve rasyonel tutumun İsrail devletinin yanında yer almak olduğunu, aktif bir şekilde dünya kamuoyuna duyurma ve ikna çabası içinde. Bunun trajikomik bir örneğini Almanya Dublin elçiliğinin Alman Şansölye yardımcısı Robert Habeck’in Alman kamuoyunun büyük bir bölümünce çok beğenilen konuşmasını, Twitter (X) üzerinden “‘Anti-kolonyalizm antisemitizme yol açmamalı’; hem Almanya hem de İrlanda için önemli ve zamanlaması doğru bir hatırlatma” başlığıyla vermesi oldu. Alman hükümetinin ve aşağıda örneklerle göstereceğim gibi Alman kamuoyunun büyük bir bölümü bu bağlamda kendine münhasır bir yolda (sonderweg) ilerliyor gibi görünüyor.

Almanya’da ne oluyor?

Bu soruya, “bize ne?” cevabını verip geçmek aklı selim gibi görülebilir. Oysa birincisi uluslararası sol/sosyalist harekette bir kırılmaya işaret eden bu duruma bir açıklama getirmek kendi içinde önemli. İkincisi, tahmin edileceği üzere Almanya sol-sosyalist kamuoyunda da zuhur eden bu ayrıksı tutum, Almanya’nın geçmişle yüzleşme pratiği ile doğrudan ilişkili. Almanya’nın Holokost ile yüzleşme pratiği bugüne kadar eksiklerine rağmen, örnek alınması gereken bir model olarak görüldü hep:[2] Özellikle Türkiye gibi başta Ermeni Soykırımı olmak üzere, devlet şiddetiyle gereğince yüzleşememiş ülkeler için bu model üzerine –ve şimdi belki de neyin yanlış gittiği üzerine– düşünmek önemli. Son olarak, ateşkes ve barış çağrılarına karşı yürütülen devlet destekli kampanyanın başından beri sağ popülizmin retoriğini kullanıyor ve geleneksel olarak sağ siyasetin düşman bellediği grupları (Arap ve Müslüman azınlıklar, sosyalist [Alman ve İsrailli] Yahudiler, siyah Almanlar, akademisyenler, uluslararası çevreci hareket ve bir disiplin olarak Almanya’nın kolonyal geçmişine de dikkat çeken [post]kolonyalizm çalışmaları) hedef alıyor oluşu, Almanya’da sağ söylem ve pratiklerin yükselişinin AfD ve Yeni-Sağ’ın oylarının yükseldiği gerçeğiyle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Bu bağlamda barış için mücadele eden ve bu nedenle hedef gösterilen azınlıkları görünür kılmanın, hem bu durumdan kendine vazife çıkaran Türkiye sağının siyasal İslâmcı ve ulusalcı anti-Batı retoriğine karşı, sosyalist, demokrat ve evrenselci bir duruşu destekleyeceğini, hem de henüz söylem düzeyinde olmakla beraber Avrupa’nın merkezinde gerçekleşen bu sağa kayışa karşı bizleri enternasyonalist bir dayanışma perspektifinin imkânları üzerinde düşünmeye motive edeceğini düşünüyorum.

Makalenin bu ilk bölümünde Almanya’daki gelişmelere odaklanacağım. İkinci bölümde bu gelişmeler ışığında Almanya’nın geçmişle yüzleşme pratiğini değerlendirecek ve neyin yanlış gitmiş olabileceği üzerine düşüneceğim.     

Türkiye’nin aksine İsrail’in savaşı Almanya’da yoğun bir biçimde tartışılıyor. Bunun bir nedeni Almanya’nın tarihten gelen sorumluluğunu İsrail devletiyle koşulsuz dayanışma olarak yorumluyor olması elbette. Hatta bu dayanışma Federal Almanya Cumhuriyeti’nin varoluş nedenlerinden biri olarak tanımlanıyor. Bir diğer nedense elit ve hiyerarşik bir yapıya sahip olmakla beraber Almanya’da (Türkiye’nin aksine) kurumsallaşmış bir kamu alanının var olması. Bu kamu alanının elit ve kurumsallaşmış olmasından kastım, kamusal tartışmaların –olması gerektiği gibi– uzmanların, sivil toplum örgütlerinin ve çeşitli konular için kurulmuş komisyonların görüşlerine başvurması değil, bu görüşlerin toplum nezdinde nihai bir otoriteye sahip olması ve bu görüşlerin açıklandığı ana-akım medyaya duyulan sınırsız güven. Bu güçlü otorite karşısında farklı bir pozisyon almaya çalıştığınızda komplo teorileri üreten sağ popülist akımlarla aynı kefeye konmanız işten bile değil. Medyaya duyulan güven sayesinde, seçili uzmanların görüşüne başvurularak oluşturulan kamuoyu zaman zaman ideolojik bir boyut kazanıyor ve medya kitleleri harekete geçirmek için kullanılabilecek elverişli bir araca dönüşüyor. Bu duruma yakın geçmişten iki örnek vermek yeterli: Birincisi, Ukrayna savaşının başlamasını izleyen günlerde, işaret fişeğini Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un “Yeni Dönem” konuşmasıyla verdiği, Alman ordusunu silahlandırma programına dair kanunun büyük bir kamuoyu itirazına neden olmaksızın geçirilmesi. Bir diğer örnek de savaş nedeniyle Almanya’nın Ukrayna’ya verdiği desteğe kamuoyu meşruiyeti sağlamak ve artacağı öngörülen göçmen akımına toplumu hazırlamak için gerekli –ucu okullarda Ukrayna savaşının konu edilmesine kadar uzanan– toplumsal mobilizasyona, medyanın konuyu sürekli gündemde tutarak verdiği destek.

Ancak bu defa rıza üretiminin beklenildiği gibi sonuçlanmadığını, siyasi skalanın solunda yer alan TAZ’ı da kapsayan ana-akım medyanın tüm çabalarına rağmen insanların devletin resmî ideolojisini benimsemediğini ve savaşı protesto eden gösterilere katıldığını görüyoruz. Ana-akım medyanın kamuoyunu kontrol altında tutma çabalarından bazılarını şöyle sıralamak mümkün: Konu hakkında ülke içinden farklı görüşlere yer vermemek; yabancı basında ve hatta İsrail’in sol liberal gazetesi Haaretz’te ifade bulan eleştirel görüşlerin kamuoyuna duyurulmaması; yer verilmesi artık kaçınılmaz olan eleştirel görüşlerin ise mutlaka bu görüşlerin ne kadar yanlış ve antisemitist olduklarına dair bir yorumun, mümkünse söz konusu görüşün önsözüne ya da haberi takip eden diğer haberler aracılığıyla okuyucuya sunulması; göstericilerin çoğulculuğu yadsınarak bu gösterilerin Hamas’ı destekleyen İslâmcı Araplar tarafından organize edildiği iddiasına geniş yer vermek (gerçekten de başta 4 Kasım’da Essen’de düzenlenen bir gösteri olmak üzere bazı gösterilerde cihatçı örgütlerin bayraklarının yer aldığını not etmek gerekiyor); İsrailli ve Alman Yahudilerin de katıldığı (ve hatta öncü rolü oynadıkları) gösterilerin çoğulculuğu yadsınamadığında, çeşitli yöntemlerle –örneğin linkteki videoda olduğu gibi uzman görüşüne başvurularak– gösterilerin itibarsızlaştırılması; savaş hakkında İsrail ordusu mensuplarının ve ordu içinde görevlendirilmiş (embedded) gazetecilerin görüşlerine başvurmak; BM ve Uluslararası Af Örgütü gibi uluslararası örgütlerin itibarını sarsan yorumlara yer vermekten kaçınmamak ve hatta sosyal medyada kullanılmak için hazırlanmış ucuz propaganda videolarının üretimi. Medya çok kötü bir sınav veriyor ve buna rağmen istenilen sonuç elde edilemiyor. Belki de bu yüzden, kamu alanının demokratik bir ülkeden beklenmeyecek tedbirlerle kontrol altında alınmaya çalışılmasına ve kamuoyunu yönlendirmesi beklenen elitlerin söylemlerinin giderek hırçınlaştığına, eleştirel duruşlarını koruyacakları varsayılan saygın aydınların İsrail’in savaşına karşı suskunluklarına şahit oluyoruz. Kamuoyundaki tartışmaları yönlendirme ve kontrol altına alma çabasına dair aşağıda vereceğim örnekler sadece entelektüel ve siyasi tartışmalara dair benim takip edebildiğim ve önemli bulduğum gelişmeleri içeriyor. Sosyalist, demokrat, hatta liberal bir perspektiften bakıldığında Alman kamuoyu her gün yeni bir skandala uyanıyor denilebilir. 

Skandal silsilesinin ilki Hamas’ın katliamının hemen ardından LiBeratur ödülünü kazanan Filistinli yazar Adania Shibli için Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında yapılacak ödül töreninin yazarın da onayının alınarak ertelendiği duyurusu oldu. Oysa yazarın sonradan yaptığı açıklamaya göre karar kendisinin rızası alınmamıştı. Organizasyon komitesi yazarın Nakba sırasında İsrailli askerlerin zulmüne de yer veren romanı için ödül töreni yapılmasını “Hamas tarafından başlatılan savaş nedeniyle” uygun bulmamıştı. Frankfurt Kitap Fuarı’nda yaşanan bir başka skandal da fuarın açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilen Slavoj Žižek’in İsrail-Filistin çatışmanın tarihsel arka planına değinmek istemesi ve İsrail hükümetinin aşırı sağ politikalarını eleştirmesi üzerine konuşmasının yarıda kesilmesi oldu; Žižek Hamas’ın saldırılarını meşrulaştırılmakla suçlandı. Aynı günlerde Judith Butler’ın Hamas’ın saldırısını ve İsrail’in henüz başlangıç aşamasında olan harekâtını değerlendirdiği “Yas Pusulası” adlı makalesi benzer bir nedenden rahatsızlık yaratıyordu. Butler, yazısında defalarca Hamas’ın uyguladığı şiddeti koşulsuz olarak kınadığını belirtmiş olmasına rağmen, “Hamas terörünü yok saymakla” itham edildi. Bu ithama göre çatışmanın tarihsel arka planına bakmak istemekle, Butler ahlâki bir göreliliğe sürükleniyor, Hamas’ın eylemine anlayış göstermemizi, hatta çatışmanın asıl suçlusunun İsrail olduğuna inanmamızı istiyordu. Eğitimden sorumlu devlet bakanı ve aynı zamanda bir felsefeci olan Sarah Döring daha da ileri giderek, Butler’ı sosyal medya üzerinden Post-kolonyal Teori’nin öncü-düşünürü ilan ederken, zamanında Butler’ın metinlerini Tübingen Felsefe Bölümü’nün temel müfredatına dahil etmemiş olmakla övünmekten de geri kalmadı. Döring Post-kolonyal Teori’ye yaptığı atıfla aslında hatırlama kültürü tartışmaları çerçevesinde sıklıkla Holokost’u görelileştirdikleri savıyla düşmanlaştırılan bir çalışma alanına işaret ediyor. Özellikle son dönemde ana-akım medyada post-kolonyalizm üzerine yazılmış çok sayıda eleştirel denemeye rastlamak mümkün. Nitelikleri sayılarıyla ters orantılı bu denemeler, Batı merkezciliğin eleştirisine karşı kamuoyunda duyulan rahatsızlığa tercüman olan bir anahtar kelime bulmuşa benziyor: Post-kolonyal sol düşünce “Batı’nın değerlerine paranoid bir şüpheyle” yaklaşmaktadır! Kolonyal ve post-kolonyal teorinin “Batı’nın” değerlerine değil, birtakım hegemonik düşünce gelenekleri ve değer yargılarının, farklılıkları yok sayan evrensellik iddialarına karşı bir itirazları olduğunu belirtmekle yetinelim.

Bu atmosferde uluslararası çevre aktivisti Greta Thunberg’in arkadaşlarıyla beraber çektirdiği bir “Filistin’le Dayanışma” fotoğrafı sonrası, Alman kamuoyunun şimşeklerini üzerine çekmesi şaşırtıcı olmadı. İlginç olan, özellikle genç nüfus üzerindeki etkisinin gücü bilinen Thunberg’i itibarsızlaştırmak için gösterilen aceleci tavır ve giderek bir seferberlik ilanına dönüşen kamuoyu uzlaşısıydı. Thunberg bir antisemitistti; bunu sadece Filistin’le ve Gazze ile dayanışmasından değil, fotoğrafta bir pelüş oyuncak ahtapotun da yer alıyor almasından anlamalıydık. Ahtapot, bilindiği gibi Yahudilerin uluslararası sermayeye hükmettiğine dair oluşturulmuş antisemitist inancın geleneksel bir sembolüydü. Her ne kadar Thunberg ahtapotun bu sembolik anlamından haberdar olmadığını belirtip özür dileyerek ahtapot oyuncağın bulunmadığı yeni bir fotoğrafı dolaşıma soksa da kendisine karşı başlatılan kampanyaya engel olamadı. Öncüsü olduğu Gelecek için Cuma (Friday’s for Future) hareketinin Almanya kolu başkanı Luisa Neubauer, kamuoyunda artan baskılar üzerine yaptığı basın açıklamasında hareketin uluslararası sosyal medya hesabından yapılan antisemitist açıklamalarına mesafeli durduklarını, Hamas’ın terörünü lanetlediklerini ve dünya çapında tüm Yahudilerle dayanışma içinde olduklarını belirtti. Ancak geçtiğimiz günlerde Thunberg’in Amsterdam’da yapılan bir mitingde “işgal altındaki topraklarda iklim adaleti olmaz” sloganları eşliğinde uluslararası çevre hareketinin Filistin halkının yanında olduğunu duyurması üzerine, Thunberg Almanya’nın tüm siyasal parti temsilcileri tarafından sert bir şekilde kınandı. Hareketin Almanya temsilcisi Neubauer’dan daha güçlü bir açıklama yapması ve gerekirse hareketin adını değiştirmesi talep ediliyor. Thunberg’e karşı sürdürülen kampanya yaş ayrımcılığı içeren küçümseyici öğeler taşımasının yanı sıra Alman sağının sevdiği konulardan biri olan sol antisemitizm ve sol şiddet temalarının kamuoyunda itibar görmesine hizmet ediyor. Böylelikle hem geleneksel olarak yükselen yeni sağın tekelinde bulunan iklim hareketi eleştirisine genel kamuoyu nezdinde bir meşruiyet kazandırılırken, hem de Filistin’e destek gösterilerine katılımın –gösterilmek istenenin aksine– çoğulcu karakterine de bir açıklama getirilmiş oluyor: Evet, gösterilerde solcular da var, ama onlar da zaten antisemitist.

Devlet güdümlü/tepeden inme kamuoyu oluşturma çabasının sağ popülizmin retoriğinden faydalandığının en önemli kanıtı, her fırsatta kullanılan antisemitizm eleştirisinin, soldaki antisemitizmi, Müslüman antisemitizmini ve hatta anti-Siyonist oldukları ölçüde antisemitist sayılan Yahudileri hedef alıyorken, neo-Nazileri, Yeni sağı ve toplumun anti-faşist bir bilince sahip olmayan büyük çoğunluğunda görülen antisemitizmi hiç konu etmiyor oluşu. Arap ya da Müslümansanız (ya da ateist bile olsanız bu kategoride görülüyorsanız) herhangi bir konuda fikir beyan etmek için öncelikle Hamas’ı bir terör örgütü olarak gördüğünüzü ve antisemitist olmadığınızı kanıtlamanız bekleniyor. İlk günden beri sağduyusunu korumayı bilen Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in 8 Kasım’da yaptığı, dengeli ve esasen toplanma özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin anti-demokratik taleplere (bu talebin en çok FDP’li (Hür Demokrat Parti) liberal siyasetçiler tarafından dillendirilmesi ilginç) dur diyen “Barış içinde beraber yaşam” konuşmasının dahi, Steinmeier’in sarf ettiği bir cümlenin, bağlamından koparılarak, cumhurbaşkanının Arap kökenli insanlardan Hamas ile aralarına mesafe koymaları gerektiğini talep etti başlığıyla medyada sunulması, kamuoyunda doğal karşılanan bir beklentinin sonucu; belki de bir arzunun… 11 Kasım’da aralarında SPD’li (Alman Sosyal Demokrat Parti) Sağlık Bakanı Prof. Karl Lauterbach’ın da bulunduğu birçok üst düzey siyasetçi, İngiliz neo-muhafazakâr gazeteci Douglas Murray’in Hamas’ın katliamını Nazilerin insanlık suçlarıyla karşılaştırdığı bir videosunu sosyal medya üzerinden övgüyle yayınladı. Murray’a göre Hamas Nazilerden de kötüydü, çünkü “Naziler en azından yaptıklarından utanç duyuyordu… suçlarını gizlemeye çalışıyorlardı. Hamas ise yaptıklarından gurur duyuyor”. Bu sözlerin açıkça Holokost’u görelileştirmek anlamına geldiği kendisine hatırlatılan Prof. Lauterbach, bir süre sonra yorumunu sildi. Ancak videoda değil ama videonun beğenilmesinde, kendisinin de yorumunda yazdığı gibi “çoğu insanın sadece düşündüğü ama söylemediği bir şey” ifade bulmuştu. Nazi karşılaştırmasının Gazze’nin bombalanmasına meşruiyet zemini sağlamak için de kullanıldığını belirtmek gerekiyor. II. Dünya Savaşı sonunda binlerce sivilin ölümüne yol açan, savaş suçu kapsamına girebilecek Dresden Bombardımanı, neo-Nazilerin propaganda amaçlarına hizmet ettiğinden kamuoyunda çok fazla konuşulmazken, 7 Ekim sonrası ismen anılmasa da sıkça verilen bir örneğe dönüştü: İngilizler Alman sivil nüfusa zarar vermeyelim diye Almanya’yı bombalamasa mıydı? Sivilleri koruma kalkanı olarak kullanan Hamas’a karşı İsrail başka ne yapabilirdi? İsrail devlet görevlilerinin çanak tuttuğu Hamas-Nazi özdeşleştirmesine kamuoyunda iştahla sahip çıkılması, İsrail devletinin savunusunun Alman devletinin varlık nedeni olarak gören devlet ideolojisi ile uyum içinde. Bu ideolojinin içinde bulunduğumuz konjonktürde “geçmişten dersini almış” Alman kamuoyuna bir başka özdeşlik ve beraberinde cazip bir öneri sunduğu düşünülebilir: İsrail’i (=Almanya’yı) Hamas’tan (=Nazilerden) kurtarma fırsatı. Bu öneri öylesine güçlü bir çekim gücüne sahip olmalı ki devlet ideolojisinin yanında yer alanlar gerek İsrail solunun protestolarına gerekse Almanya Yahudi toplumunun eleştirilerine kulaklarını tıkamayı “antisemitizm ile mücadelenin” bir gereği olarak görüyor. Bir televizyon programında İsrail hakkında eleştirilerini dile getiren Yahudi-Alman yazar Deborah Feldman’a karşı yürütülen hakaretamiz karalama kampanyası bu durumun çarpıcı bir örneği.           

Söz konusu özdeşliğin bir üst kimliğe dönüştüğü takdirde demokratik anayasal düzen ile çelişeceği açık. Bunun işaretlerini Filistin yanlısı gösterilere sudan gerekçelerle getirilen yasaklarda, kefiye gibi Filistin’le dayanışmayı ifade eden sembollerin yasaklanmasında ve polisin göstericilere karşı keyfî güç kullanımında görmek mümkün. Bu özdeşliği temel alan makbul vatandaş tanımı, Şansölye Scholz’un esasen aşırı sağın oylarının yükselmesine karşı, sağ muhafazakâr seçmene hitap eden, göç ve sığınmacı politikalarının sıkılaştırılmasına ve sınırdışı etmelerin kolaylaştırılmasına yönelik vaatleri içeren yakın zamandaki konuşmasını takiben yapılan göçmen politikası tartışmalarında da rol oynuyor. İsrail devletine bağlılığın –bu bağlılığın nasıl ölçüleceği bir soru işareti uyandırsa da– Alman vatandaşlığına geçişin ön şartı olarak değerlendirilmesi gerektiği bile yapılan öneriler arasında. Dahası İsrail’in savaş anlatısını sorgulamaya yol açabileceği düşünülen kültür ve sanat faaliyetleri engelleniyor, Arap ve Filistin anlatıları sanat alanında dahi görünmez kılınıyor. Örneğin Berlin, Neuköln’de, sömürgecilik karşıtı, kuir, feminist ve göçmen sanatçılara eserlerini sunmaları için alan sağlayan Oyoun Kültür Merkezi, “Ortadoğu’da Adil bir Barış için Ses veren Yahudiler” derneğinin ödüllü bir gösterisine yer verdiği için Berlin Senatosu tarafından verilen mali desteğin kesilmesi ile tehdit ediliyor. Berlin Senatosu’nun gerekçesi derneğin, İsrail devletine karşı oluşturulmuş uluslararası BDS (Boykot, yatırımların geri çekilmesi, yaptırımlar) kampanyasına destek veriyor oluşu. Senato bu tehdidini 2019’da geçen bir yasayla BDS kampanyasını Almanya’da yasaklayan bir kanuna dayandırıyor. Yine Berlin’de Gorki Tiyatrosu’nda 2016 yılından beri sergilenen, aralarında Filistin ve İsrailli oyuncuların da bulunduğu ve yönetmenliğini Avusturya-İsrailli Ya’el Ronen’in yaptığı İsrail-Filistin sorununu konu alan “Durum” adlı oyun, yönetmenin de isteği üzerine sahneden kaldırıldı. Fotoğraf sanatçısı Raphael Malik’in Berlin’de Müslüman yaşamı konu alan fotoğraf sergisi, fotoğrafların sergileneceği galeri tarafından, fotoğrafların Filistin-İsrail sorunu ile bir ilgisi olmamasına rağmen “çatışmaların önüne geçmek amacıyla, şu anda bir sergide, örneğin Berlin'deki Yahudi yaşamını konu alan karşıt bir unsur olmaksızın (!), Müslüman inancının tek taraflı bir sunumunu sergilemek” istemedikleri gerekçesiyle iptal edildi. 2027 yılında Kassel’da gerçekleşecek uluslararası güncel sanat festivali Documenta 16’nın, uluslararası sanatçı ve uzmanlardan oluşan seçim komitesi, aralarından Mumbaili Ranjit Hoskote’nin BDS’e duyduğu sempati nedeniyle antisemitizm ile suçlanması üzerine istifa etmesinin ardından, mevcut koşullarda “sanatsal yaklaşımlar için gerekli olan özgür fikir alışverişine olanak sağlanmadığını” belirten bir mektup ile toplu olarak istifa etti. Kamu yayıncılığı yapan ARD, ödüllü Filistin filmi Wajib’i (Düğün Davetiyesi) aktüel durum nedeniyle yayından kaldırdığını duyurdu.

Çok-kültürlü göçmen toplumu, İsrail devleti ile özdeşlik kuran üst kimliğin kendilerini doğrudan hedef alacak politikalara zemin hazırladığının farkında. Ayrıca sayıları altı yüzü aşan bir grup bilim insanı da ortaya çıkan yasakçı siyasi tutumun, anayasal hak ve özgürlüklere ciddi bir tehdit oluşturduğunu ifade eden, ırkçılığa, polis şiddetine ve antisemitizme karşı bir açık mektuba (Berlin’den Mektup – Eleştirel Bilim İnsanlarından Alman Siyaseti ve Kamuoyunun Dikkatine) imza attı. Bu mektubun imzacılarının, Türkiye’deki Barış için Akademisyenlerin uğradığına benzer bir baskı ve şiddete, doğrudan bir hak gaspına maruz bırakılmayacağı öngörülebilir olsa da demokrasinin formel kurallarını çiğnemeksizin üretilen kamusal rızanın, yani oluşturulan güçlü kamuoyu baskısının karşısında zor ve önemli bir duruş sergilediklerini anlamak gerekiyor. Nitekim, açık mektuba karşı yapılan ilk eleştiriler linkteki örnekte görülebileceği gibi kişiselleştirilmiş ve ithamkâr bir üslup sergiliyor. Üstelik çok daha geniş bir bilim insanı grubu da “İsrail’in Hamas Terörüne karşı kendini savunma hakkına” vurgu yapan bir karşı bildiri (Bilim Antisemitizme karşı) yayımladı. Metin Almanya’da yapılan protestoların “sesi yüksek çıkan ve İsrail devletine ve Yahudilere ait olan her şeye nefret kusan bir azınlık” tarafından gerçekleştirildiğine inanmış göründüğünden, toplantı ve gösteri özgürlüğünden yana tavır almadığı gibi, Almanya’da çoğunluğun sesi olduklarının da altını çizmeyi ihmal etmiyor.  

İktidarın, devlet ideolojisine dönüşmüş bir düşünce ve tutumun destekçisi konumunda yer almanın konforu aşikâr. Ancak gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus, kamuoyundaki mektup savaşlarında da ifadesini bulan toplumsal yarılmanın esasen sol içinde var olan bir ayrımdan beslendiği. Örneğin karşı bildiriyi imzalayan ve devlet ideolojisine/İsrail devletiyle özdeşlik kuran üst kimliğe sahip çıkan bilim insanlarının da çoğunluğu kendisini siyasal skalanın solunda tanımlayacaktır. Bu paradoksal durumun mimarlarından biri hiç kuşkusuz, Almanya’da geçmişle yüzleşmenin kurumsallaşmasına çok büyük katkı sağlayan, Almanya’nın yaşayan en önemli düşünürü Jürgen Habermas. Bilindiği gibi Habermas, 13 Kasım günü Normative Orders Araştırma Enstitüsü’nü yöneten üç ünlü çalışma arkadaşı ile beraber (Nicole Deitelhoff, Reiner Forst, Klaus Günther) çok tartışılacak bir bildiriye imza attı. Yazının ikinci bölümünde kısaca bildirinin sorunlarına değindikten sonra, Almanya’da ve Alman solunda görülen yarılma ile doğrudan ilişkili olduğunu düşündüğüm geçmişle yüzleşme pratiğinin düşünsel arka planını inceleyeceğim. Temel iddiam, elbette demokratik siyaseti şekillendirmesini beklediğimiz geçmişle yüzleşme pratiğinin asla bir devlet ideolojisine dönüşmemesi gerektiği. Bu iddia Eleştirel Kuram için de geçerli.  


[1] Bkz. 1) UN. “The Question of Palestine”, 16.11.2023, https://www.un.org/unispal/document/gaza-un-human-rights-experts-call-on-international-community-to-prevent-genocide-against-the-palestinian-people-ohchr-press-release/#:~:text=The%20experts%20also%20raised%20the,in%20the%20occupied%20West%20Bank. 2) Center for Constitutional Rights, “Stop the Genocide”, 13.11.2023, https://ccrjustice.org/stop-the-genocide. 3) Raz Segal, “A Text Book Case of Genocide”, 13.10.2023, https://jewishcurrents.org/a-textbook-case-of-genocide

[2] Susan Neiman, Learning from the Germans. Race and the Memory of Evil, New York: Farrar, Straus and Giroux, 2019.