Yazının ilk bölümünün yayınlanmasından bugüne Alman kamuoyunun şahit olduğu ve artık çetelesini tutmakta güçlük çektiğim skandallara yenileri eklendi. Birkaç örnekle yetineyim: Güney Afrikalı-Yahudi sanatçı Candice Breitz’in 2024’de Saarland Müzesi’nde açılması planlanan sergisi sanatçının “Gazze savaşı hakkında tartışmalı sözleri” nedeniyle iptal edildi. Berlin Senatosu’nun mali desteğini çekmekle tehdit ettiği Kültür merkezi Oyoun kapanıyor. FAZ’da yayınlanan “Kötülük için Çarpan bir Kalp” başlıklı bir makalede, ilk yazıda da bahsettiğim, altı yüzü aşkın bilim insanın destek verdiği eleştirel açık mektup yeniden hedef alındı. İmzacı beş akademisyeni ismen hedef tahtasına oturtan makale, “[y]üksekokullar, antisemitizmle mücadelede kimlere güvenebileceklerini dikkatlice incelemek zorunda kalacaklar” sözleriyle bitiyor. Adalet Bakanı Marco Buschmann Die Zeit gazetesine verdiği bir demeçte “göçmenler arasında yaygın olan antisemitizmle daha sert bir şekilde mücadele edeceklerini” ve gerekirse vatandaşlıktan çıkarmanın da bir opsiyon olduğunu belirtti. Birçok üst düzey Alman siyasetçi Birleşmiş Milletler ve bağlı kuruluşların, Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum örgütlerinin saygınlıklarını zedeleyecek ithamlarda bulunmaktan sakınmıyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri FDP’li (Hür Demokrat Parti) üst düzey siyasetçi ve savunma komisyonu başkanı Marie-Agnes Strack-Zimmermann’ın sözleri oldu. Strack-Zimmermann Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’i diplomasi diliyle bağdaşmayacak bir üslupla eleştirerek, Guterres’in bu makam için uygun olmadığını iddia etti. Son olarak, Yeşiller Partisi’ne yakın Heinrich Böll Vakfı, 13 Aralık’ta yaptığı bir açıklamayla, finansal destek verdiği Hannah Arendt Siyasal Düşünce Ödülü’ne bu sene layık görülen Masha Gessen için yapılacak ödül töreninin iptal edildiğini duyurdu. Törenin iptal edilmesine, Gessen’in The New Yorker’da Holokost’un araçsallaştırılmasına dair incelikle örülmüş denemesinde, Gazze için yaptığı getto tanımlaması gerekçe gösterildi. Vakfın açıklamasına göre “İsrail’in Gazze’yi bir Nazi gettosu gibi yok etmeyi hedeflediği iması” kabul edilemezdi. Uluslararası kamuoyunun haklı tepkilerinin ardından -bu eleştiri temelinde Hannah Arendt’in de Hannah Arendt ödülünü alması beklenemezdi- vakıf, birinci açıklamadaki suçlayıcı üslupla çelişen yeni bir açıklama kaleme almak zorunda kaldı. Ödül töreninin iptali, vakfın Gessen’i ödüle layık görmediği şeklinde anlaşılmamalıydı. Almanya’da ne oluyor sorusuna, anayasal düzene can veren siyasal kültürün ağır bir krize sürüklendiği gözlemiyle cevap vermek mümkün. Kriz bireylerin anayasal hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi tehdit eder bir boyuta geldi.
Bir önceki yazıda bahsettiğim üzere Almanya’da kamusal alan elit ve hiyerarşik yapısı nedeniyle kamusal aydınların müdahalelerine karşı oldukça duyarlı. Bu duyarlılığa rağmen, aydınların söz konusu krize bireysel müdahalelerle çözüm getirmelerini beklemek naiflik olacaktır. Ancak Jürgen Habermas gibi adı -nasıl 19. yüzyılda Prusya devleti, G.W.F. Hegel ismi ile anılıyorsa- genç Berlin Cumhuriyeti’nin siyasal kültürünün şekillenmesinde ve devletin kurumlarının demokratikleşmesinde oynadığı önemli rol ile anılan bir aydından, en azından krizin iyice derinleşmesine yol açmayacak ve kamuoyunu sağduyuya davet edecek bir açıklamada bulunması bekleniyordu. Bilindiği gibi, Habermas’ın Normative Orders Araştırma Enstitüsü’nü yöneten üç ünlü çalışma arkadaşı ile beraber (Nicole Deitelhoff, Reiner Forst, Klaus Günther) 13 Kasım’da yayımladığı “Dayanışma ilkeleri Üzerine Bir Açıklama” adlı bildiri bu beklentiyi karşılamadığı gibi haklı olarak eleştiriliyor. Türkiye kamuoyunda da ilgi gören bildirinin detaylı bir metin analizini sunan Levent Köker, Filistin meselesinin arka planına ve Gazze’nin bir toplama kampı görüntüsü veren durumuna hiç değinmeyen bildiri metnini Agamben’in “istisna hali paradigması” ile yüzleştiriyor. Bildiriyi Almanya’daki geçmişle yüzleşme tartışmaları çerçevesinde okumamız gerektiğine işaret eden Osman Erden’in yazısı da meselenin Türkiye kamuoyunda daha iyi anlaşılmasına zemin hazırlıyor. Bu çerçevenin önemli olduğu hususunda Erden’e katılmakla beraber yüzleşme tartışmasının özellikle son dönemde yeniden alevlendiğini ve açıklamanın yüzleşme süreciyle oluşan siyasal kültüre dayandırılarak haklı çıkarılamayacağını göstermeyi umuyorum. Temel iddiam, açıklamanın tarihsel arka planını oluşturan yüzleşme pratiğinin bir devlet ideolojisine dönüştüğü ve bu ideolojinin, hem Eleştirel Teoriyi yeni bir kuramsal çerçeveye oturtmayı başarmış Habermas’ın siyaset kuramıyla, hem de doğrudan yüzleşme pratiğinin düşünsel arka planı ile çeliştiği. Bu çelişkinin açığa kavuşturulmasının, Almanya’da ne olduğu sorusuna -birbirini izleyen skandalların izini sürmenin ötesinde- bir açıklama getirmeye katkı sunacağını düşünüyorum.
Normative Orders Araştırma Enstitüsü çalışanlarının bildirisine karşı, çalışma alanları Eleştirel Teoriyle kesişen bir grup sosyal bilimcinin imzaladığı ve The Guardian gazetesinde 22 Kasım’da yayımlanan “Human Dignity for all: A response to ‘Principles of Solidarity. A statement’” (Herkes için İnsanlık Onuru: ‘Dayanışma İlkeleri Üzerine Bir Açıklamaya’ Bir Cevap)” adlı eleştirel metin, söz konusu bildirinin sorunlarını kısa ve öz bir biçimde özetliyor. Metin öncelikle Normative Orders bildirisine adını veren “dayanışmanın”, yani insanlık onuruna dair duyulan endişenin, Gazze’de yaşayan Filistin halkını da kapsayacak bir biçimde formüle edilmediğine işaret ediliyor. Bu haklı gözlemin Kantçı evrenselciliği araştırma projelerinin temel dayanak noktası yapan enstitü için son derece ağır bir eleştiri olduğunu belirteyim. Dahası bildiri Almanya’da Filistin yanlısı gösterilerin kriminalize edilmesiyle katlanan Arap ve Müslüman karşıtı ırkçılığa ve İslâmofobiye karşı da herhangi bir atıfta bulunmuyor. Oysa, diyor eleştiri metni, “dayanışma, insanlık onurunun tüm insanlığa uygulanması gereken bir ilke olduğu anlamına gelir”.
Normative Orders bildirisinin en çok tepki çeken cümlesi hiç kuşkusuz şu: “Filistin halkının kaderine dair tüm endişelere rağmen, İsrail’in icraatlarına soykırımcı niyetler atfedildiğinde, değerlendirme ölçütleri tamamen kayar.” Eleştiri metni, bu cümlenin halihazırda soykırım üzerine çalışma yürüten saygın araştırmacıların tartışmalarını ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yapılan başvuruları göz ardı ettiğinin altını çiziyor. Ancak cümlenin dikkat edilmesi gereken bir başka vahim boyutu -ki eleştirel metnin altmetni de buna işaret ediyor- bu cümleyle tartışmanın hangi koşullarda yürütüleceğine dair ölçütlerin dikte edilmek istenmesi. Bu, Habermas’ın İletişimsel Eylem paradigmasında ifadesini bulan ve geliştirdiği müzakereci demokrasi anlayışına temel oluşturan özgür ve rasyonel söylem idealinin ilkeleriyle taban tabana çelişen bir tutum. Kamusal bir tartışmada felsefecinin görevi bir söylem içinde kullanabilecek gerekçelendirmelerin niteliklerine (gerçeklik, doğruluk, samimiyet) açıklık getirmek ya da bu niteliklere sahip herhangi bir gerekçelendirmenin bize nasıl daha iyi nedenler sunabileceğini göstermek. Sıradan katılımcılardan beklenen ise tartışmanın içeriğine dair bir geçerlilik iddiasında bulunmaları ya da tartışmanın koşullarını doğru bulmuyorlarsa, bu koşulları tartışmaya açmaları. Oysa Normative Orders bildirisinin yazarları, bir felsefecinin ya da sıradan bir katılımcının kamusal bir tartışmaya yapması beklenen katkısının sınırlarını aşarak, kendilerine, meşruiyeti kendinden menkul bir otorite atfediyorlar. Böylelikle en iyi argümanın geçerlilik kazanmasını arzu edeceğimiz bir iletişim, yerini bir tahakküm iddiasına bırakıyor.
Köker’in de işaret ettiği gibi, bildiride Filistin sorununa dair tek kelime dahi edilmiyor oluşu da benzer bir şekilde neyin tartışmaya açık olduğunu belirleme arzusu ile ilişkili olsa gerek. Bildiri “İsrail’in ilkesel olarak haklı” olduğu iddia edilen tepkisine dair değil, sadece bu tepkinin niteliğine dair bir tartışmanın meşru olabileceğini dikte ediyor. Böylelikle meselenin tarihsel bağlamı içerisinde ele alınmasının ve İsrail devletinin uyguladığı siyasetin tartışılmasının önüne geçiliyor. Filistin-İsrail çatışmasını tarihsel bağlamı içerisinde ele almayı reddetmek, Judith Butler’ın “Yas Pusulası’na” verilen ölçüsüz tepkilerden de hatırlanacağı gibi, bir ahlâki göreliliğe düşme kaygısı[1] ile temellendirilirken, İsrail’in “ilkesel” haklılığı Holokost’a yapılan üstü kapalı bir atıfla -Hamas’ın “deklare ettiği üzere genel olarak Yahudi yaşamını ortadan kaldırmayı amaçlayan” katliamı gerekçe gösterilerek- sorgulanamaz kılınıyor. Ayrıca, bildiriye karşı kaleme alınan eleştirel metnin de altını çizdiği gibi, bildiri yazarlarının İsrail’in tepkisinin niteliğine dair “uygun buldukları” olası eleştiriler arasında, uluslararası hukukun gereklerini yerine getirme talebinin olmaması dikkat çekici. Özetle, Alman hatırlama kültürünün önemine ve bağlayıcılığına dikkat çekmek için kaleme alınmış izlenimi veren bildiri, açıkça İsrail devletinden yana tavır alıyor, İsrail devleti ile dayanışıyor. Bu İsrail devletinin varlığını, Alman devletinin temel çıkarı/varlık nedeni (Staatsräson) ilan eden devlet ideolojisiyle özdeş bir konum.
Bilindiği gibi Habermas’ın müzakereci demokrasiyi temel alan devlet teorisinin önemli kazanımlarından biri, bireyin hak ve özgürlüklerinin korunması ilkesi etrafında örgütlenen modern devletin, yani liberal hukuk devletinin 19. yüzyıl boyunca demokratikleşmesine katkı sağlayan ulus kimliği ve milliyetçiliğin yerine “siyasal kültür” ve “anayasal yurtseverliği” koyması. Habermas bir yandan siyaset öncesi homojen bir kültürün mitolojik varlığı üzerine inşa edilen ulus kimliğinin, modern demokrasilerin çoğulcu toplumsal yapısı ile çeliştiğine işaret ediyor. Öte yandan bu kimliğin “demokratik” katılımı motive etmeye yönelik kullanımı olarak anlaşılabilecek milliyetçiliğin, özellikle 20. Yüzyılda davetiye çıkardığı felaketlerin önüne geçme gerekliliğinin altını çiziyor. “Siyasal kültür” temelinde kurulacak yeni bir üst-kimlik tanımı ve milliyetçiliğin yerine geçmesi arzulanan “anayasal yurtseverlik” bu iki sorunsala bir cevap niteliği taşıyor.[2] Ulus kimliğini ikame etmesi istenen siyasal kültür, kamusal alanda yapılan tartışmalardan besleniyor ve somut ifadesini anayasada buluyor. Siyasal kültür/kimlik için belirleyici olan, sözde-doğal bir dil-kültür (ya da etnik-kimlik) birlikteliği değil, yurttaşların demokratik mücadeleler sonucu edindikleri deneyim, kamusal alanda ahlâki değerlerin evrensel bir yaklaşımla değerlendirilmesini gerektiren öğrenme süreçleri ve yurttaşları kolektif iyi yaşam tasavvurlarını eleştiri süzgecinden geçirmeye zorlayan karşılaşmalar. Siyasal kültür, yurttaşların demokratik karar verme süreçlerine katılımlarını sağladığı -yani demokratikleştiği, kapsayıcılaştığı- ölçüde yurttaşların aidiyet duydukları alt kimliklerin ötesinde yeni bir kimlik sunuyor. Bu kimliğe sahip çıkmanın ifadesi de anayasal yurtseverlik. Bu çerçevenin, Almanya gibi göç alan, çokkültürlü toplumlarda, çoğunluğun göçmenleri ya da bir göç tarihine sahip alt kültürleri konu alan taleplerine ciddi bir sınırlama getirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Tüm yurttaşlardan beklenen siyasal kültüre uyum sağlamaları. Dolayısıyla göç tarihine sahip topluluklara yöneltilen -toplumu karşılıklı tanınma ilişkileri dahilinde dönüştürme imkânına da kapı aralayan- siyasal uyum talebi, bu toplulukların kültürel farklılıklarını, anayasal hak ve düzenlemeler ile çelişmedikleri sürece, tanımakla yükümlü.[3] Almanya’da 2000’li yıllar boyunca göç siyaseti üzerine yapılan tartışmalarda Habermas’ın devlet teorisinin sunduğu bu çerçevenin, sağın sık sık dile getirdiği, Almanya’nın bir egemen kültüre (Leitkultur) sahip olması gerektiğine dair itirazlara rağmen etkili olduğunu görüyoruz. Bu çok kültürlü toplum tahayyülü eksiksiz uygulanabilse, gerçekten de daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir demokratik toplum modeli hayata geçmiş olacak.
Ancak Habermas’ın çokkültürlü toplum modeli uygulamada, toplumun değişim karşısındaki ataletinden ve sağ siyasetin direnişinden öte, beklenmedik bir sorun ile karşılaşıyor son yıllarda. Habermas’ın müzakereci demokrasi anlayışına göre, hatırlama kültürü de toplumsal uyum sürecini gerçekleştirmesi beklenen siyasal kültürün önemli bir parçası. Bu Almanya bağlamında Holokost ile yüzleşmenin, Almanya’nın bu yüzleşmeden doğan sorumlulukların benimsenmesinin ve antisemitizmle mücadele için gerekli demokratik bilincin geliştirilmesinin toplumun siyasal uyum sürecinin önemli bir boyutu olduğu anlamına geliyor. Soyut olarak ele alındıklarında bu son derece anlaşılır siyasal taleplerin, uygulamada etnik kimliğe dayalı yeni bir ayrımcılığın bahanesine dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü göç arka planına sahip topluluklar ve azınlıklar, hem yaşadıkları haksızlık ve felaketlere dair farklı hatırlama kültürlerinin de kamusal alanda eşit düzeyde karşılık bulmasını talep ediyor, hem de halihazırda egemen olan hatırlama kültürü ile ister istemez farklı bir ilişki kuruyorlar: Aile tarihleri açısından “faillerin torunları” olmadıkları ve doğal olarak böyle hissetmedikleri gibi, yaşadıkları ırkçı ayrımcılık deneyimleri nedeniyle çoğu zaman zulme uğrayan, yok edilen Yahudiler ile özdeşlik kurdukları bir perspektiften bakıyorlar Holokost’a. Son dönem çalışmaları özellikle Müslüman toplulukların egemen hatırlama kültüründe yarattığı kırılma üzerine yoğunlaşan Esra Özyürek, geçmişle yüzleşmeye dair farklı bakışların çok yönlü bir tarih ve hatırlama kültürüne katkıda bulunabilecekken, ırkçı ve ayrımcı söylemlere meşruiyet sağlayacak şekilde ötekileştirildiğine işaret ediyor. Üstelik İslâm ve Faşizmle Müslümanlar ve Nazilerle özdeşlik kuran ve Almanya solunda da kabul gören bu ötekileştirici söylemin üretilmesinde göç arka planına sahip olmakla beraber çoğunluk kültürünün ırkçı-ayrımcı perspektifi ile özdeşlik kuran kamusal aydınların da katkıları kayda değer.[4] Farklı geçmiş anlatılarına, örneğin Almanya’nın kolonyal geçmişine, eşit bir düzlemde yer açmaya direnen ve Holokost ile yüzleşmenin koşullarını çoğunluk kültürünün perspektifinden belirlemekte ısrar eden bu hatırlama kültürü, Habermas’ın müzakereci demokrasi anlayışı ile uyuşmadığı gibi, kamusal alanda hayat bulan bir pratik olmaktan da çıkarak bir ideolojiye dönüşme riski ile karşı karşıya. Bir başka deyişle, eşit yurttaş olmanın koşullarını kültürel yaşamın belirleyiciliğinden kurtaran demokratik perspektif, paradoksal bir şekilde etnik kimliğin ayırt edici bir faktör olarak göze çarptığı bir siyasal kimlikte ısrarcı görünüyor. Bu sayede giderek ideolojik bir işlev edinen -etnik kimliğin üstünü örtmekle beraber son kertede etnik kimliğe dayanan- bu perspektife göre iyi bir yurttaş olmanın derecesi, antisemitizmin bilindik özneleriyle mücadelenin yanında ve hatta daha öncelikli olarak yeni, yani “ithal edilmiş”, Müslüman antisemitizmle mücadele için gösterilen istekliliğe göre ölçülür hale geliyor.
Hatırlama kültüründen hareketle İsrail devleti ile dayanışmayı Alman devletinin temel çıkarı ve varlık nedeni olarak tanımlayan çıkarsama ise hem hatırlama kültürünün niteliği hem de demokratik devlet teorisi açısından daha temel bir soruna işaret ediyor. Almanya’nın eski şansölyesi Angela Merkel’in 2008 yılında İsrail meclisi Knesset’de yaptığı bir konuşmayla kamusal alanda tedavüle giren Staatsräson (devletin temel çıkarı ve varlık nedeni) kavramının, öncelikle, modern devletin demokratik yapısıyla doğrudan çelişen bir anlamı var. İtalyan Rönesans’ının siyaset teorisine kattığı kavram, devletin çıkarlarının tüm ahlâki söylemlerin ve yasaların üstünde bir konum alması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla demokratik bir devlette halkın iradesinin ifadesi olması gereken anayasa ve kurumlarının bağlamadığı, bağlayamayacağı bir -üst akıl mı desek?- ontolojik varlığa atıfta bulunuyor. İşin garibi kavram, bir devletin kendi çıkarlarını her şeyden ve herkesten üstün tutması gerektiğini öğütlerken, Alman siyasal elitinin kullandığı anlamıyla bir başka devletin çıkarlarının belirleyiciliği burada söz konusu olan. Dahası kavram, ahlâki değerlendirmelerin ihtiyaç duyulduğunda -yani çoğu zaman- faydacı akıl yürütmeler lehine bir kenara bırakılması gerektiğini öne sürerken, Merkel’in literatüre kattığı anlamıyla bir ahlâki kazanım olarak sunuluyor: Staatsräson yetmiş yıllık yüzleşme çabasının nahoş bir meyvesi âdeta. Üstüne üstlük tüm bu çelişkiler görmezden gelinip, iyi niyetli bir okumayla İsrail devleti ile kayıtsız şartsız dayanışma arzusunun, Almanya’nın geçmişten gelen sorumluluğu doğrultusunda Yahudi halkının yaşamını güvence altına alma amacının bir ifadesi olduğu düşünüldüğünde dahi, Netanyahu hükümetinin savaşına verilen desteğin Ortadoğu’da ve Almanya’da bu amaca hizmet edeceği iddiası oldukça şüphe götürür.[5] Hatırlama kültürü açısından bakıldığında ise kavramın kullanımı, yüzleşme pratiğinin bir ideolojiye dönüştüğünün itirafı. Hatırlama kültürü, kamusal alanda süregiden tartışmaların erişemeyeceği bir sonuç, halkın demokratik iradesinin ötesinde ve öncelik atfedilmesi gereken bir ahlâki kazanım olarak sunulduğunda, üstü kapalı bir şekilde, bir siyasi eyleme biçimi olarak yüzleşmenin de nihayetlendiği ileri sürülmüş oluyor. Bu durumda artık hatırlama kültürünün öznesi halk değil, devlet. 7 Ekim sonrası Staatsräson kavramına dair çekincelerini ifade eden tek partinin Die Linke (Sol Parti) olduğunu kayda geçirmekle beraber, Almanya solunun önemli bir kısmının hatırlama kültürünün bir devlet politikasına dönüşmesini sorun etmediğini söyleyebiliriz. Yazının geri kalanında bunun nasıl mümkün olabildiğini anlaşılır kılmak için geçmişle yüzleşme pratiğinin sorunsallarına ve evrelerine dair bazı gözlemlerde bulunacağım.
Hatırlama kültürü, Batı Almanya solunun bir projesi. Doğu Alman Devleti (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) varlığını Nasyonal Sosyalist rejimle keskin bir kopuş üzerinden tanımladığından, geçmişle hesaplaşmanın yerini Soğuk Savaş’ın gereklerine uygun bir şekilde tanımlanmış daha genel bir antifaşist mücadele söylemi dolduruyordu. Batıdaysa siyasal elitin kısmen Nasyonal Sosyalist kadrolardan devşirilmiş olmasının da etkisi ile 50’li yıllar boyunca kamusal alanda suskunluk hâkim oldu. Belki de bu nedenle bu suskunluğu çok erken bir dönemde bozan Karl Jaspers, geçmiş ile hesaplaşma gerekliliği üzerine yazdığı “Suç Meselesi” denemesinde, bir yandan Alman halkını konuşmaya davet ederken, bir yandan da alınması gereken siyasal sorumluluğun tanımında Yahudi halkının yok edilişine dair bir atıfta bulunmamaya özen gösteriyor.[6] Suskunluğun öğrenci aktivizminin başarısı ile gerçek manada bozulduğu 60’lı yıllardan itibaren ise sağ muhafazakâr elitlerin yıllar içinde tekrar edecek argümanlarla geçmişle yüzleşmenin önüne geçmeyi arzuladığını görüyoruz. Öne çıkan iki argüman, (1) dünya tarihinde insanlığa karşı işlenmiş diğer suçlar ile karşılaştırıldığında Nasyonal Sosyalist rejimin yaptıklarının sıradanlığını ve aşırı sağ/sağ popülist parti AfD’nin (Almanya için Alternatif) bir vekilinin çok yakın bir tarihte, 2018 yılında kullandığı arsız tanımla ifade edecek olursak (2) “1000 yıllık Alman Tarihinin bir kuş pisliğine”, yani on iki yıl süren Nazi iktidarına indirgenemeyeceğini vurguluyor. Diğer bir deyişle, sağ, işlenen tarihsel suçun önemini küçümserken, Alman halkının “sağlıklı” bir millet olabilmesinin önkoşulu olarak “suçluluk psikolojisinden kurtulması” gerektiğini salık veriyor. Theodor W. Adorno’nun 1959 ve 1966 yıllarında yaptığı[7] genel kamuya açık iki önemli konuşmasıyla ana hatları belirlenen hatırlama kültürünün, Alman sağının “unutmayı” kolaylaştıracak bu reçetelerine karşı konumlandığını akıldan çıkartmamak gerek.
Hatırlama kültürünün temel sorunsallarından biri suç-sorumluluk ilişkisi. Bu kavram ikilisi, Max Weber’in I. Dünya Savaşı ertesi benzer bir kaygıyla “inanç etiği” ve “sorumluluk etiği” arasında yaptığı ayrımı akla getiriyor.[8] Jaspers’in tartışmasına da yansıyan bu ayrıma göre siyasetin temel alması gereken ahlâki prensipler, eylemlerimizin bir topluluğun geleceğine dair sonuçlar doğurduğunu hesaba katması gereken sorumluluğu taşıyacak bir esnekliğe sahip olmalı. Bireysel düzlemde, örneğin bir suçun niteliğinin tanımlanmasına ve ahlâki kefaretine dair alınabilecek ilkesel kararlar, siyasal düzlemde istenmeyen sonuçlara ve hatta ahlâki fanatizmden doğan daha büyük felaketlere yol açabilir. Friedrich Nietzsche’nin ressentiment tartışmasına atıfta bulunan bu muğlak tanımın sağ siyasetin suiistimaline açık olduğunu görmek zor değil. Ancak gerek Nietzsche’nin gerekse Weber’in -ve dolaylı olarak Jaspers’in- sadece geçmişteki suça odaklanmış bir ahlâki bilincin yerini, geleceğe yönelik bir sorumluluk etiği alması gerektiğini söylediklerini unutmamak gerek. Öte yandan II. Dünya Savaşı sonrası benimsenmesi gereken sorumluluk etiğinin Holokost’u göz önünde bulundurmaması, sorumluluğun sadece savaştan ölmeden kurtulabilmiş Alman halkına, bu büyük insanlık suçunun faillerine, işbirlikçilere ve suça göz yumanlara karşı duyulmasının, en ilkel ahlâk duygusunu dahi zedeleyeceği açık. Adorno’nun bundan böyle kamusal alanda yapılacak tüm tartışmaların “Auschwitz bir daha asla (olmamalı)!” koşulsuz buyruğu çerçevesinde örgütlenmesi gerektiği önermesi bu sorunsala verilen bir cevap aslında. Bireysel ve kamusal otonominin gereklerini sorgulayan özgür kamusal tartışma, ancak otonominin ifadesi olan yeni bir ahlâki ilke çerçevesinde örgütlendiğinde bir sorumluluk etiği dahilinde hareket ediyor olabiliriz. Adorno’nun -Immanuel Kant’ın evrensel olmakla beraber soyut ve tarih dışı koşulsuz buyruğunun yerine- bizzat Hitler tarafından dayatıldığını söylediği, tarihsel ve Holokost’un neden olduğu bedensel acıyı hatırlatacak ölçüde, somut olan yeni koşulsuz buyruğu bu yeni ahlâki ilkeye verdiği ad. Bu ilke sayesinde demokratik siyaset ve yüzleşme pratiği birbirleriyle ayrılmaz bir bütünlük oluşturuyor. Adorno’nun Walter Benjamin’in Tarih Tezlerini göz önünde bulundurarak kavramsallaştırdığı bu siyasi yüzleşme ve sorumluluk etiği, katledilenlerin gerçekleşmeyen umutlarının ve arzularının toplumsal dönüşüme etkide bulunacak ölçüde canlı tutulmasını şart koşuyor.[9] Bu sorumluluk etiğinin benimsenmesi, suçlunun cezalandırılmasının ve suçun yol açtığı tahribatı onarıcı hukuki tedbirlerin alınmasının önünde bir engel teşkil etmediği gibi, doğrudan suçlu olarak görülemeyecek sonraki nesillerin suçtan doğan imtiyazlarının ahlâki açıdan sorgulanabilmelerine de alan açıyor.
Almanya’da Filistin yanlısı gösterilerde sıkça boy gösteren “Filistin’i Almanya’nın suçluluğundan/suçluluk duygusundan özgürleştirin” pankartını bu çerçevede yorumluyorum. Slogan birçok bireyin zaten sahip olmadığı suçluluk duygusuna atıfta bulunmadığı gibi, Adorno’nun deyimiyle “toplu bir körleşme bağlamına” (Verblendungszusammenhang) dönüşen devlet ideolojisinin resmetmek istediği türden, Alman sağının benimsediği bir yüzleşme karşıtlığının ifadesi de değil. Aksine eylemciler Alman kamuoyunu siyasal açıdan sorumluluk almaya davet ediyor. “Suçluluk duygusu” hatırlama kültüründe yer etmeli mi? Adorno savaş sonrası Alman halkının “suçluluk duymamasından” değil, sergiledikleri “burjuva soğukluktan” rahatsız.[10] Burjuva soğukluk, öznelerarası ilişkilerin uğradığı ağır hasarın, öznelerin birbirleriyle ilişkilerinde birbirlerini birer insani özne olarak görememelerinin bir ifadesi. Adorno, sorumluluk etiğinin bu soğukluğun da üstesinden gelecek şekilde örgütlenmesi gerektiğini savunuyor. Yine günümüze dönecek olursak, Gazze’de öldürülen sivillerin Alman medyasında ancak “istenmeyen hasar” tanımıyla, İsrail devletinin savaşı sunumuna uygun düşen bir dil ile yer bulması, yüzleşmenin Adorno’nun dilediği düzeyde gerçekleşmediğinin bir göstergesi.
Alman hatırlama kültürünün bir diğer önemli sorunsalını Holokost’un ve Holokost’un anısının dünya tarihi açısından arz ettiği ya da arz etmesi gereken önem oluşturuyor. Holokost’un emsalsizliği ve biricikliğinde ısrarcı olmak, Alman sağının soykırımı sıradanlaştırma çabasına karşı hiç şüphesiz gerekli. Dahası Yahudi, Roma ve Sinti halklarının endüstriyel ve bürokratik bir örgütlenmeyle ölüm fabrikalarında yok edilişleri; bu yok etme çabasının savaşın kaybedildiği ortadayken bile önceliğini kaybetmemesi ve tüm bunların Aydınlanma düşüncesinin beşiği Avrupa’nın göbeğinde gerçekleşiyor oluşu, Holokost’u gerçekten de o zamana kadar gerçekleşmiş insanlık suçları/soykırımlar arasında biricik ve emsalsiz kılıyor. Bu bir yandan paradoks bir şekilde çok sıradan bir gerçekliğin ifadesiyken (tüm tarihsel olaylar gibi soykırımlar da biricik ve emsalsizler), bir yandan da Holokost’u tarih-dışılaştıran, onu mutlak kötü ilan ederken, diğer soykırımlar ve insanlık suçları ile arasında bir hiyerarşi oluşturan ve giderek Holokost ile herhangi bir karşılaştırmayı Holokost’u görelileştirme çabası olarak gören bir yaklaşıma zemin hazırlıyor. Böylesi bir yaklaşımın Almanya’da resmiyet kazanması, kamuoyunda yer tutan tartışmaların ve Almanya’nın yakın tarihindeki gelişmelerin bir sonucu.
Örneğin Adorno’ya dönecek olursak, Adorno için Holokost’un diğer soykırımlarla karşılaştırılması bir tabu değil. Ünlü “Auschwitz’den Sonra Eğitim” makalesi Ermeni Soykırımı’nın Almanya kamuoyunda gayet iyi bilinmesine rağmen, suskunlukla karşılandığına atıfla başlıyor ve soykırımların modern dünya için daimî tehlike arz eden bir olasılık olduğu tezi üzerine kuruluyor argüman.[11] Öte yandan Adorno’nun geç dönem eseri Negatif Diyalektik’te soykırımın medeniyet tarihinde bir kırılmaya yol açtığına dair (Avrupa merkezci) tezle de karşılaşıyoruz. 1986 yılında gerçekleşen Tarihçiler Tartışması’nda (Historikerstreit) Holokost’un görelileştirilmesine karşı daha katı bir tutum alınması gerektiği ortaya çıkıyor. Habermas bu tartışmada haklı olarak, Ernst Nolte’nin Holokost’a meşruiyet zemini sunmaya yeltenen çabasını (Sovyet barbarlığına karşı medeniyeti korumak için alınmış bir önlem!) Holokost’un görelileştirilmesi olarak niteliyor ve kınıyor. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra da Holokost’un sıradanlaştırılması arzusunun Almanya sağında güç kazandığını görüyoruz. Almanya sağı, “geçmiş-geçmişle” yüzleşmenin yerini Doğu Alman devletinin hukuksuzlukları ile yüzleşmenin alması gerektiğini öne sürüyor. Almanya sağına göre en azından Nazi geçmişi ile hesaplaşmaya bir “yetti artık çizgisi” (Schlussstrich) çekilebilmeli. Habermas yine haklı olarak Demokratik Almanya Cumhuriyeti ile Nasyonal Sosyalist rejimi birbiriyle kıyaslayan bu hatırlama kültürü önerisine şiddetle karşı çıkıyor. Ancak, Holokost’un başka soykırımlar ve insanlığa karşı işlenen suçlarla karşılaştırılmasını yasaklayan biriciklik tezi 2000’li yıllara gelindiğinde Alman muhafazakârlarının da benimsediği bir resmî ideolojiye, devletin Nasyonal Sosyalist geçmişi anma siyaseti, uluslararası alanda demokratik rüştünü ispatlayan Almanya’nın tabiri caizse marka değerine dönüşüyor.
2020 yılında Kamerunlu tarihçi Achille Mbembe’nin, antisemitizm suçlaması temel alınarak davetli olduğu bir konuşmasının ve Almanya ziyaretinin iptal edilmesi yeni bir Tarihçiler Tartışması’nın tetiklenmesine yol açtı. İlk tartışmanın aksine, Holokost’un karşılaştırılabilir olması gerektiğini savunan tarihçi ve aydınlar, bu yeni tartışmada (Historikerstreit 2.0) Holokost’u sıradanlaştırmak gibi bir amaç gütmüyor, aksine Holokost’un tarihsel öneminin, kolonyal geçmişle devamlılığının araştırılması ve Holokost’u önceleyen soykırımlarla karşılaştırılmasıyla daha iyi anlaşılacağını savunuyorlar. Bu görüşün önde gelen temsilcilerinden Michael Rothberg, karşılaştırma yapmak ile iki farklı tarihsel olayı birbirleriyle özdeşleştirmenin farklılığını, karşılaştırmanın rekabetçi bir yaklaşımla (ethos) yapılmadığında geçmişle yüzleşmeyi zenginleştireceğini ve bu sayede sahip olabileceğimiz çok yönlü tarih yaklaşımının çokkültürlü toplumlarda siyasal uyumu sağlamanın önkoşulunu oluşturduğunu öne sürüyor.[12] Adil olmak için Habermas’ın en azından 2021 yılında yaptığı bir söyleşide bu yaklaşımı olumlu bulduğunu not edelim.[13] Soykırım çalışmaları alanında çalışan bir başka tarihçi, Dirk Moses’ın provokatif denemesi "The German Catechism" ("Almanların Amentüsü")[14] ise hatırlama kültürünün almış olduğu ideolojik biçimi doğrudan hedef aldığından büyük tepki ile karşılandı. Moses’ın bir kurtuluş teolojisi olarak tanımladığı resmî ideolojinin beş şartı şunlar: 1) Bir devletin sadece ideolojik saiklerle bir halkı yok etme denemesi Holokost’un biricikliğini tanımlıyor; 2) Holokost bir medeniyet kırılmasına işaret ediyor; 3) Almanya’nın İsrail devletinin güvenliğinin sağlanması için sorumluluk alması gerekmekte (Staatsräson); 4) Antisemitzm ırkçılıkla bir tutulamaz (antisemitizmin ırkçılığın bir biçimi olarak görülmemeli); 5) Anti-Siyonizm antisemitizm ile eşanlamlıdır. İsrail’in savaşının Moses’ın bu provakatif tezini haklı çıkardığı kanısındayım. Çünkü, İsrail devleti ile kayıtsız şartsız dayanışmanın altyapısını oluşturan resmî ideolojinin bu beş şartı, savaşın Alman kamusal alanındaki sunumuna ışık tutuyor. Ayrıca Dirk Moses, Michael Rothberg ve Alman kolonyolizmi ile Holokost’un devamlılığını araştıran tarihçi Jürgen Zimmerer’in[15] kamuoyunda post-kolonyalizme karşı açılan Donkişotvari savaşta öncelikli olarak hedef tahtasına oturtulmaları bir rastlantı olmasa gerek.
Habermas’ın ulus kimliğini ikame etmesini arzuladığı, müzakereci demokrasiyi temel alan açık uçlu siyasal kültürün katı bir resmî ideolojiye dönüşmesinin nedenini 90’lı yıllarda yapılan toplumsal mücadelelerde aramak gerek. Bu mücadelelerde ve Moses’ın tanımladığı beş şartın kabul görmesinde öncü rolü oynamış küçük ama etkili bir sol fraksiyonu tanıtarak bitirmeyi uygun görüyorum. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi hatırlama kültürü Batı Almanya solunun bir projesi ve bu proje şu an için bir Pirus Zaferi ile sonlanmışa benziyor.
Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin hızlı çöküşü tahmin edilebileceği gibi radikal sol içinde ciddi bir krize yol açtı. Bu dönemde ortaya çıkan haklı ve doğrulanan kaygılardan biri, birleşmenin yeni bir milliyetçilik dalgasını beraberinde getireceğiydi. Buradan hareketle antifaşist örgütlenme içerisinden bir grup, Alman milliyetçiliğinin radikal bir eleştirisini ve antisemitizmin aldığı çeşitli biçimleri toplum analizlerinin merkezine koyan yeni bir fraksiyon oluşturdu: Antideutsche (Antialmanlar). Adorno’nun koşulsuz buyruğuna atıfla “Almanya bir daha asla (olmamalı)!” sloganını benimseyen bu daha ziyade Frankfurt merkezli fraksiyonun Adorno ve Max Horkheimer’a, Moishe Postone ve Micha Brumlik gibi aydınların çalışmalarına dayanan antisemitizm analizlerinin aydınlatıcı olduğunu vurgulamak gerekir. Bahamas, Phase 2, konkret ve daha yaygın bir dolaşıma sahip Jungle World’de yayım yapan grubun kamusal alana yaptığı müdahaleler sayesinde örneğin anti-emperyalist solun söylemlerine gerçekten de antisemit unsurların karışabildiğini; bütüncül olmayan, finans kapitale odaklı bir kapitalizm eleştirisinin antisemitizmle sonuçlanabileceğini ya da İsrail-karşıtı bir söylemin hızla antisemit bir söyleme dönüşme ihtimali olduğunu görebiliyoruz. Ulus-devlete karşı olduğunu söyleyen bu fraksiyon, İsrail devletinin ortadan kalkması gereken son ulus-devlet olduğunu savunuyor. Çünkü bu ideolojiye göre İsrail devleti ile dayanışma, Alman devletiyle, yani faşizm ile mücadelenin ön şartına dönüşüyor. Bu önceliğin fraksiyonun aldığı pozisyonlarda belirleyici rol alması giderek dogmatik ve sosyalist sol için alışılmadık görüşlerin de savunulmasına olanak verir oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin özgürleştirici süper güç görülmesi, Dresden bombardımanın kutlanması, ikinci intifadaya destek veren sol fraksiyonların Hamas’a destek veren İslâmcılar olarak tanımlanması, İsrail’in var olma hakkını tanımayan İran’ın, şah rejiminden de “gerici”, İslâmofaşist bir rejim olarak görülmesi ya da bugüne gelindiğinde IŞİD’e karşı Kürtlerin ve Amerikalıların (!) verdikleri mücadeleyle, İsrail’in Gazze saldırısı arasında benzerlik, hatta özdeşlik kurmak gibi. Fraksiyon içerisinde bazı grupların benzer “antideutsch” nedenlerle Slobodan Milošević ile dayanıştığını, İslâm’ı “özü itibarıyla” faşist bir din olarak tanımladıklarını ve özellikle Araplara karşı ırkçı söylemler benimsediklerini de belirtmek gerekir.[16]
90’lı yıllar boyunca Alman devletinin özellikle uluslararası alanda aldığı birçok pozisyonla ayrışan antideutsch yaklaşımın bugün devlet ile aynı perspektifi paylaştığını görüyoruz. Almanya’da yaşayan İsrailli solculara ve solcu Yahudi yurttaşlara akıl vermekten, hatta onları azarlamaktan çekinmeyen bu tamamıyla Almanya’ya özgü “sosyalist” yaklaşım kötü yönetilmiş bir hafıza kültürünün ürettiği yeni bir milliyetçiliğin habercisi olmasın? Bahamas dergisinin son sayısı, giderek radikal sağa kayan, İslâm karşıtı yazar Michel Houellebecq’in ünlü bir romanına atıfla, Ausweitung der Kampfzone (Savaş Alanının Genişletilmesi, Türkçeye Kuşatılmış Yaşamlar olarak çevrilmiş) başlığını taşıyor. Oysa uluslararası sosyalist düşünce ve hareketin tek öncelikli hedefi var: savaşı bitirmek.
[1] Nitekim Şeyla Benhabib’in İsrail-Filistin meselesini tarihsel bağlamı içinde ele alan “An Open Letter To My Friends Who Signed ‘Philosophy for Palestine’” (“‘Filistin için Felsefe Metnini’ İmzalayan Dostlarıma Açık Mektup”) metninin, Alman kamuoyunda bu türden bir kaygıya sebebiyet vermeyişi, kaygının rasyonelliğine/samimiyetine dair ciddi bir şüphe uyandırıyor.
[2] Bkz. Jürgen Habermas (1999) “Der europäische Nationalstaat – Zu Vergangenheit und Zukunft von Souveränität und Staatsbürgerschaft”, Die Einbeziehung des Anderen içinde (Frankfurt am Main: Suhrkamp), s. 128-153.
[3] Bkz. Jürgen Habermas (1999) “Inklusion – Einbeziehen oder Einschließen? Zum Verhältnis von Nation, Rechtsstaat und Demokratie”, Die Einbeziehung des Anderen içinde (Frankfurt am Main: Suhrkamp), s. 154-184.
[4] Esra Özyürek (2022). “Muslim minorities as Germany’s past future: Islam critics, Holocaust memory, and immigrant integration”, Memory Studies, 15(1), s. 139-154. Ayrıca Özyürek’in henüz okuma fırsatı bulamadığım son çıkan kitabı Subtractors of Guilt: Holocaust Memory & Belonging in Postwar Germany (2023) hakkında Die Zeit gazetesinde verdiği güncel bir röportaj için bkz. https://www.zeit.de/sinn/2023-10/esra-oezyuerek-deutschland-nahostkonflikt-antisemitismus-muslime-soziologie/seite-2 Görüşmeyi yapan gazeteci, Özyürek’in hatırlama kültürünün daha kapsayıcı olacak şekilde yeniden değerlendirilmesi gerektiğine dair önermesinin, “Müslüman antisemitizmine” taviz vermek anlamına geleceğine inanmış görünüyor.
[5] Kavramın kullanımının yarattığı hukuki ve pragmatik açmazların detaylı bir tartışması için bkz. Ralf Michels (2023). “#Staatsräson. Zum Gebrauch des Begriffs nach dem 7. Oktober”, Geschichte der Gegenwart içinde, https://geschichtedergegenwart.ch/staatsraeson-zum-gebrauch-des-begriffs-nach-dem-7-oktober/
[6] Karl Jaspers’in hatırlama kültürüne yaptığı sınırlı ama önemli katkının bir değerlendirmesi için bkz. Devrim Sezer (2015). “Soykırım, Geçmişle Yüzleşme, sorumluluk: Raphael Lemkin, Karl Jaspers, Hannah Arendt”, Toplum ve Bilim, sayı 132, s. 7-32.
[7] Theodor W. Adorno (2019) [1959 ve 1966]. “Was bedeutet: Aufarbeitung der Vergangenheit” ve “Erziehung nach Auschwitz”, Erziehung zur Mündigkeit içinde, Frankfurt am Main: Suhrkamp, s. 10-28 ve 88-105.
[8] Max Weber (1992) [1919] Politik als Beruf, Stuttgart: Reclam.
[9] Adorno’nun Benjamin ve Kant’a referans ile geliştirdiği “yeni koşulsuz buyruk” ve ilerleme düşüncesi için bkz. Volkan Çıdam (2021). “Adorno’s two track conceptualization of progress: The new categorical imperative and politics of rememberance”, Constellations, sayı 28, s. 78-94.
[10] Adorno, a.g.e., s. 98-103. Özgür Sevgi Göral’ın başka bir kavramsal arka plan yardımıyla geliştirdiği “utanç” kavramını Adorno’nun “burjuva soğukluğu” ile beraber düşünmenin verimli olabileceğini düşünüyorum. Bkz. Özgür Sevgi Göral (2023). “Su altında kalanlar, inançlılar, dövüşenler, failler, umursamayanlar ve utancın katmanları”, Cogito, sayı 110.
[11] Adorno, a.g.e., s. 89.
[12] Rothberg’in tezlerinin daha ayrıntılı bir sunumu için bkz. Michael Rothberg (2009). Multidirectional Memory. Remembering the Holocaust in the Age of Decolonization, Stanford, California: Stanford University Press.
[13] Jürgen Habermas (2022). “Staat eines Vorworts”, Ein Verbrechen Ohne Namen. Anmerkungen zum neuen Streit über den neuen Streit über den Holocaust, Münih: C.H. Beck, s. 9-13, orijinal basım için bkz. Philosophie Magazin, 9 Eylül 2021
[14] Başlık Napolyon savaşları sırasında milliyetçi bir tutum almış ender düşünür ve edebiyatçılardan biri olan Heinrich von Kleist’a atıfta bulunuyor. Başlık için Ünsal Doğan Başkır’ın çeviri önerisini kullandım.
[15] Bkz. Jürgen Zimmerer (2011). Von Windhuk nach Auschwitz?: Beiträge zum Verhältnis von Kolonialismus und Holocaust, Berlin: LIT Verlag.
[16] Antideutsch’ları konu alan yakın dönemde yayımlanmış eleştirel bir makale için bkz. James Jackson (2023). “What’s up with Germany’s Pro-Israel ‘Left’”, Novara Media, https://novaramedia.com/2023/12/11/whats-up-with-germanys-pro-israel-left/. Makele, antideutsch çevrelerde yazan ve Alman kamuoyunda çok iyi tanınan aktivist ve gazetecilerin görüşlerine de yer verirken, bu dogmatik perspektif hakkında bilgi edinebilmeye olanak sağlıyor.