Gerçeği yansıtan bir bilgi veya kasıtlı bir yalan mı olduğunu şimdilik bilemediğimiz birkaç haber, İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrasında PKK konusunda bazı önemli gelişmeler olduğunu gösteriyor. Önce PKK’nın tasfiye planının yürürlükte olduğu haberi yayımlandı. Başbakan bu haberle ilgili kendine soru sorulmasını “ihanet” olarak değerlendirdi. Ardından, PKK’yı yurt dışından yöneten üçlünün önde gelen ismi Murat Karayılan’ın yaralandığı ve Kuzey Irak’taki Kürt hükümeti tarafından Türkiye’ye iade edilmesinin pazarlığı yapıldığı haberi geldi. Bundan takriben bir ay önce, İran ordusunun Kandil Dağını topçu ateşiyle dövmesi sırasında Karayılan’ın yaralandığı söylentisi yayılmıştı.
Bütün bunları birleştiren olgu, PKK’nın Kuzey Irak’taki sınıra yakın yerleşimlerine, özellikle Kandil ve Hakurk kamplarına karşı TSK’nın yakın bir tarihte kapsamlı bir saldırı yapmaya hazırlandığı haberleriydi. Bunu tamamlayan gelişme, Lübnan’a yollanacak bir barış gücünde Türkiye’nin de yer alması olasılığının yarattığı kapsamlı pazarlık ortamı oldu. Türkiye’nin Lübnan’daki askerî varlığıyla ve “yeni Ortadoğu politikası”na daha aktif biçimde dahil olarak, Suriye’nin bölgedeki gücünü etkisizleştirmesi misyonu karşılığında, PKK’nın da Kuzey Irak’taki varlığının ve Türkiye’de yürüttüğü operasyonlar için gerekli lojistik destek kanallarını kaybetmesinin yürütülen pazarlıklar içinde yer aldığı düşünülebilir.
Bütün bunların az veya çok gerçekleştiğini, bunun sonucunda PKK’nın askerî varlığının anlamını kaybettiğini, dağınık grupçukların kentsel şiddet ve terör eylemlerine indirgendiğini varsayalım. Böyle bir gelişme Kürt sorununu çözecek midir? Maalesef, görünen o ki, Türkiye’de siyaset ve devlet aklının geleneksel refleksinin, “PKK terörü” sona erdiği inancıyla yaşanan rahatlamayla birlikte, sorunun asıl kaynaklarına yönelmeyi bir kez daha ertelemesine yol açması riski hâlâ yüksektir.
Türkiye’de yıllardan beri Kürt sorunu ile PKK sorununun birbiriyle kesişip, birbirinden ayrıldığı yerleri titizlikle ayırt etmeye çalışan, hiçbir zaman ne PKK şovenizmine, Kürt milliyetçiliğine ve silah, güç ve şiddet tapınmasına teslim olan ne de devlet politikalarını gözü kapalı biçimde destekleyip, milliyetçi-şoven kabarışın bulanık sularında avlanan hatırı sayılır sayıda insan var. Bunların bir kısmı, Kürt sorununun çözümü yönünde öneriler geliştirmeye, bu toplumun farklı kesimleri arasında iletişim kanallarını açık tutmaya çalışıyorlar.
Devlet şahinleri, bu girişimleri sürdürmeye çalışanlara safdil, aymaz, bilinci derinden yaralı veya, bir adım daha atarak, ikiyüzlü, hain vb... yaftası takmaya özen gösteriyor. PKK sorununun sönümlenmesi durumunda bile, yukarıdan gelen bu örgütlü ideolojik baskının devam etmesi Kürt sorununun barış ve beraberlik içinde çözümü konusunda yol alma ihtimalini zayıflatıyor. Halbuki böyle bir çözüm için olmazsa olmaz koşullardan biri, yıllardır Türkiye’de Türklerin ve Kürtlerin önemli bir bölümünün içinde damla damla biriken zehiri akıtmak, onun akamadığı yerde bunun panzehirini uygulamaktır. Zehir ve panzehir benzetmesi, Rıfat Aktan’ın, iki ay önce Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan söyleşi derlemesinin başlığında yer alıyor. Başlığı Zehir ve Panzehir olan kitabın alt başlığı, “Kürt sorunu: Faşizmin Şartı Kaç?”
Rıfat Aktan, her söyleşi ve bölüm öncesinde, gazetelerde, dergilerde, kitaplarda ve internet sayfalarında yer alan Kürt karşıtı metinlerden alıntılar koymuş. Bunların bir kısmı, Türkiye’de Kürt karşıtlığının yükselişe geçtiği son 8-10 yıldan çok öncesine dayanıyor. Kimi açıkça ırkçı, kimi şoven olan bu değerlendirmelerin güncel olanlarına karşı, bildiğimiz kadarıyla, ırkçılık suçlamasıyla herhangi bir soruşturma açılmadı. Buna karşılık, aşırı milliyetçi çevrelerin neredeyse her şikayetini bazı savcılar ivedilikle değerlendirip, mahkemeye sevk etmeye devam ediyorlar. Aynı savcıların, şikayete tabi bir suç olmayan, resen kamu davası açılabilen dört dörtlük ırkçılık suçları karşısında ilgisiz kalmaları, sorunun kaynaklarının salt PKK ile ilgili olmadığını farklı bir açıdan gösteriyor. PKK sorunu çözüldüğünde, yılların bıraktığı bu zehirli tortunun etkisi bir anda buharlaşıp, yok mu olacak?
Aktan’ın derlediği söyleşiler, Kürt sorunu konusunda devlet tavrına tabi olmayan ama kendi aralarında önemli değerlendirme farkları olan gözlemcilerin, araştırmacıların, gazetecilerin yanında, sorunu içerden yaşamakla beraber kendi aralarında önemli bakış ve duruş farkları olan Kürt kimlikli siyasal aktörler, sivil toplum aktivistlerin gözlem ve değerlendirmelerini sunuyor. “Tarihsel süreç ve Kürt karşıtlığının yükselişi”, “Kimlik siyaseti, değişen Kürt kimliği ve PKK realitesi” ve “Savaş ve bedelleri” başlıkları altında üç bölümde toplanan söyleşilerin bütünü, sorunun nerelerde aşılması zor engeller karşısında tıkandığını, 1980 darbesi sonrasında yaşananların Kürt sorununu nasıl yeni bir yörüngeye oturttuğunu, son dönemde öne çıkan kimlik tanınması politikalarının içerdiği tuzakları gösteriyor. Söyleşi yapılan bazı kişilerin katı, zaman zaman bağnaz bakış tarzının da sorunun çözümsüzlüğünün bir parçası olabildiğini görüyorsunuz. Bunun yanında, PKK ve asker arasında sıkışmış bir köyün boşaltılması öyküsünü veya tarlada bulduğu el bombasını oyuncak zanneden çocukların acıklı sonlarını birinci elden tanıklardan öğrenebiliyorsunuz. Türkiye’de Kürt olmanın yanında kadın olmanın buna ilave ettiği sorun yumağıyla ilgili değerlendirmeler de, özellikle kadın araştırmacı ve aktivistlerin konuşmalarında yer alıyor.
Aktan söyleşilerinde, yeri geldiğinde konuştuğu kişinin çelişkilerini ortaya çıkaran sorular sormaktan çekinmemiş. Belli ki söyleşi öncesinde, söyleşi yapacağı kişi ve konu üzerine iyi hazırlanmış. Böylece başı ve sonu olan, içinde derli toplu bilgi ve analiz bulunan, akıcı metinler ortaya çıkmış.
Hakkari Tugay Komutanı iken Altay Tokat’ın verdiği demeci birkaç gün önce yeniden keşfeden gazetelere inat, sözkonusu demecin Aktan’ın dikkatinden kaçmadığını ve kitabının 146. sayfasında yer aldığını belirtelim. 1989’da Hakkari’de bölge muhtarlarına karşı şöyle buyurmuş bu sayın general: “Devlet, İstanbul’da uyguladığı kanunu burada vatandaşa aynen uyguluyor. Kendi sistemim uygulandığı takdirde, değil insan ot bile bitmez. Güney’deki komşumuz, 50 yıldır kendilerine karşı savaşan insanları, bir harekâtla hepsini yok etti. Biz istesek onları aynı şekilde yok edebiliriz.”
Hakim ve savcıları bombayla hizaya getirmenin yanında, insanları itlaf edilebilecek böcekler olarak gören bu yaklaşımın, sivil mürekkep yalamış çevrelerden gelen ve aşırı örneklerine göre daha masum veya ılımlı olan yankısı, Aktan’ın kitabının 353. sayfasında yer alıyor. Sabah gazetesinde, 2005 Ağustos’unda, Yılmaz Özdil imzalı yazıdan bir bölüm: “‘Aydın’ olmadığım için cehaletimi affedin, benim anladığım şu: Bir, PKK’lıları vurmayın. İki, seçim barajını düşürüp, HADEP’i Meclis’e sokun. Üç, henüz adam öldürmemiş ‘light terörist’e af çıkarın. Başka? Kürdoloji Enstitüsü kurun...Ben en çok Kürdoloji Enstitüsü önerisini beğendim. Demek ki, Hamlet’i Kürtçe okumak isteyen var, bizim haberimiz yok.”
Eminiz ki, Özdil’in bu lafına bıyıklı ve bıyıksız birçok milliyetçi Türk pek gülmüştür. Tokat’la Özdil’in birbirini tamamladığı, insanları kimliklerine göre karafatma olarak da görebilen bu yaklaşım zehirini yaymaya devam ettikçe, PKK’yı bire kadar yok etseniz, ne çare? Amaç, birlikte ve barış içinde yaşamaksa, bu zehirin panzehiri şovenizmlerle, ırkçılıklarla, şahinleşmiş milliyetçiliklerle baş etmektir. Aktan’ın kitabı, bu konu üzerinde geniş, kıyaslamalı ve derinliğine düşünmek isteyenler için önemli bir kaynaktır.
Radikal İki, 6.7.2006