Bir yıl sonra 6 Şubat depremine baktığımızda manzara hâlâ korkunç: On binlerce ölü, kayıplar, temel yaşam imkânına kavuşamamış yüzbinlerce insan, molozdan zehirlenmiş tarlalar, kıyılar, ormanlar… Trajedi tüm haşmetiyle sürüyor. Ama keşke, depremden geriye kalan sadece bunlar olsaydı. Keşke diyoruz çünkü, bin türlü belayı aşmış insanlık yine altından kalkabilir, yarasını sarabilir, yasını hüzünle taşıyabilirdi. Oysa depremden geriye bu “insani hal” miras kalmadı. Rejimin olağanüstü hali de, büyük bir doğal felaketle sınadı kendini. Yirmi bir yılda iktisadi sıkıntılar, bölgesel çatışmalar, birkaç büyük katliam, “devlet AŞ.”deki sert hisse kavgaları vs. ile defalarca dayanıklılık testine giren Erdoğan rejiminin örgütlenme biçimi, tarihte pek az otokratın maruz kaldığı böylesine bir pratikten eşsiz bir siyasi tecrübe de elde etti.
İşte bu dayanıklılık testinin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a, yayılmaya çalışılıyor. İmar ve iskân siyasetinin laboratuvarına dönüştürülen Hatay, geri kalan herkese bir ibret abidesi, bir tecrübe, iktidarın kudret seremonisi olarak sunuluyor şimdi. Haliyle kent hakkından ekolojik yıkıma, felaketlerin yarattığı kapitalist fırsatçılıktan insani trajediye kadar geniş bir perspektiften bakarken, 6 Şubat’tan rejimin devşirdiği ürkütücü deneyimi de koymak lazım. Zira Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz ilk gün oraya bakınca başka şeyler gördü.
***
7 Şubat’ta canlı yayında ülkeye seslenen Erdoğan’ın aldığı ilk karar olağanüstü hal ilan etmekti. Askerin de topyekûn arama-kurtarma çalışmalarına katılımını sağlayacak bir seferberlik hareketinden önce, “tedbir devleti”ni derhal devreye soktu. Bu, ilk elden iktidarın yüzyılın afetine yaklaşımının bir mesajıydı. Birkaç gün sonra Cengiz, Kalyon vb. inşaat gruplarında simgeleşen rejimin sadık partnerleri dahil olmak üzere, Kızılay, AFAD gibi böyle bir ânı yönetmekle yükümlü eldeki bütün örgütlenme araçları aynı doğrultuda, kurtarma ve yardımdan ziyade yeniden inşa için sahaya sürüldü.
Bir hafta sonra Kalyon İnşaat’ın öncülüğünde kurulmuş Türkiye Tasarım Vakfı’nın çatısı altında “star mimarlık” bürolarının özel olarak Hatay’ın yeniden inşası için bir araya geldiklerini öğrendik mesela. Peşinden, depremden etkilenen yerlerin hangi büyük inşaat firması çatısı altında pay edildiğine ilişkin resmî bilgiler kamuoyuna yansıdı. Ve siyasi rejime karakterini veren kararnameler üst üste devreye sokuldu.
İlki, 24 Şubat günü yayımlanan 126 No’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi’ydi. Eşi benzeri görülmemiş bu kararnamenin manası şuydu: “Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.” Aynı kararname ile ihtiyaç durulması halinde mera ve ormanların da imara açılması öngörülüyordu. 10 Mart günü OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için “bedeli daha sonra ödenmek üzere” arazilere el koyma listesi çıkarıldı. 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihî merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, “riskli alan”a çevrildi. Ve çok sayıda rezerv yapı alanları belirlenmeye başlandı. Bunların yanında sermayenin uzun süredir beklediği kimi ihtiyaçlar da hızla gideriliyordu. Yeni organize sanayi bölgeleri kurulması veya mevcutların genişletilmesi için arazi tahsislerine başlandı. Hatay’da planlanan fakat itirazlar nedeniyle ÇED raporları mahkemelik olan iki petrokimya tesisinin önü açıldı örneğin. Maden izinleri ve ÇED süreçlerine ilişkin yasal prosedürler bile askıya alınıp kolaylaştırıldı. 6 Şubat’tan bugüne depremden etkilenen on bir ilde yedi yüzden fazla maden başvurusu yapıldı, hepsi sırasıyla kabul ediliyor.
Buna karşın aradan bir yıl geçmesine rağmen ancak iki gün önce, 3 Şubat 2024 günü, 7 bin 275 konut Hataylı depremzedelere teslim edilebildi. Üstelik o da Erdoğan’ın infial yaratan, “Merkezî yönetimle yerel yönetim aynı elde olmazsa hizmet gelmez,” cümlesinde somutlanan ürpertici bir tehdidin eşliğinde…
Hatay Bir “Deney Alanına” Dönüştürüldü
Yani iktidar pek çok açıdan bir laboratuvar olarak gördüğü Hatay’dan, uzun süredir uyguladığı imar siyasetini daha da ileri götürmenin cesaretini ve fırsatını bularak ayrıldı. İşin doğrusu onca yıkıma ve aleni sorumsuzluğa rağmen deprem enkazının gölgesinde girdiği ilk seçimden elde ettiği sandık sonucunu da bunun bir onayı saydı. “On bir ilde bunları yapabiliyorsam, niye her yerde yapmamayım” düşüncesiyle tahkim edilmiş yeni bir imar ve iskân siyasetinin dayanağı olacak olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yasayı, kısa sürede hayata geçirdi. 2012 yılında çıkarılmış ve halihazırdaki uygulamalarıyla zaten yoğun biçimde tartışılan, kamuoyunun “kentsel dönüşüm yasası” olarak bildiği, 6306 Sayılı Afet Riski Bulunan Yerlerin Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan köklü değişiklikler, 9 Kasım 2023 günü yürürlüğe girdi.
Kanunu, sadece inşaat ekonomisinin bir mecburiyeti olarak görmek isabetli olmaz. Kanun tam olarak bütün ülkeye, ama özellikle de İstanbul’a hâkim kılınmaya çalışılan “6 Şubat Hatay rejiminin” en somut halidir. Çünkü imarla sınırlı olmayan, dev nüfus hareketliliği de yaratarak toplumsal ve politik sonuçlar da doğurması beklenen bir iskan anlayışını da kapsıyor.
Esasında 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesi koltuğuna oturduğundan beri Erdoğan’ın hayali, İstanbul’u iki yakasından tutup genişletmekti. Diğer herkes göçü önleyecek birtakım çözümler ararken o, gelen herkese yer açmaktan bahsediyordu. Bugün artık rejime karakterini veren imar siyasetinin kök fikri, kendisinin de içinde yetiştiği siyasal iklimin ideolojik bir gayesinden geliyordu. Hocası Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak İstanbul’un çeperinde dinî bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini gayet iyi biliyoruz. İktidarının koçbaşları olarak sürekli güçlendirilen TOKİ, Emlak GYO gibi kurumla uzun süredir bu yönde bir kent tasarımına imza atıyorlar.
İmarın Yanında İskân Politikası da Güçlendirildi
İstanbul’un merkezde “dikey yenilenme”, çeperde ise “yatay genişleme” olarak devam eden dönüşüm sürecini çok yönlü tartışmak gerekir elbette. Lakin bugüne kadar ilan edilen “rezerv yapı alanları”nın hem yeri hem de öngördüğü nüfus hareketi, ilk elden somut bir şeyler anlatıyor bize. Mesela üçte ikisine yakınının Arnavutköy ve Başakşehir’de olması planlanan 3 milyona yakın yeni nüfusun yaşayacağı rezerv yapı alanlarının büyük kısmı Kanal İstanbul bölgesi veya çevresinde yer alıyor. 300 bini biraz aşan Arnavutköy’ün nüfusuna 1,3 milyonluk bir “ek” yapılmasının düşünülmesi bile, Erdoğan rejiminin iskân politikasına dair önemli bir gösterge olsa gerek. Buna bir de İstanbul’un merkezdeki nüfus hızının eksiye düşmesine karşılık, çeperdeki nüfus artışının muazzam düzeyde hızlanmasını da eklersek, iskân politikasının toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olacağını tartışabileceğimiz daha berrak bir tablo elde etmiş oluruz.
Özetle 6 Şubat depreminden iktidarın çıkardığı ekonomi politik deneyim, afetlere karşı dirençli yaşam bölgeleri kurma gerekçesiyle hayatımıza giren “rezerv alan” uygulamasının neredeyse ülke sathına yayılması oldu. Böylece daimi bir hedef olarak imar rantı yaratmanın yanına, güçlü bir iskân politikası da eklendi. Nitekim bunun pratikteki ilk örneği de yine artık bir deney alanına dönüşmüş Hatay’da verildi. Defne’de, yaklaşık 50 bin nüfusun barındığı bir bölge “rezerv alan”a çevrilerek, tamamen “boş arsa” statüsüne yükseltildi. Burada iktidarın Hatay’a bakıp nasıl bir ders çıkardığını çarpıcı biçimde özetleyen eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, 1 Nisan 2023 günü, CNN Türk kanalında sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak anlamlı olur:
Biliyorsunuz diğer illere nazaran burada farklı bir yöntemimiz var, biz geceleyin de burada yıkım yapıyoruz. Hem yıkım hem taşıma yapıyoruz. Zannediyorum şu anda yüzde 40'ı bitmiş burada. Ama tekrar söyleyeyim bir yanılgı olmasın; acil yıkılacak ve yıkık olanların taşınması ve kaldırılması[nın] yüzde 40'ı bitti. Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.
Dolayısıyla bugüne kadar İstanbul’u güvenli kıldıklarını söyleyenlerin, inşaat yapmak için harita üzerinde fay hattını bile kaydıranların, şimdi çıkıp neredeyse her evden fay geçirmesi, deprem bilimi yokmuşçasına, sanki hiç çalışma yapılmamışçasına TOKİ müteahhitleriyle oturup projeler hazırlaması, öncelik verilmesi gereken bölgeleri anlatmaya çabalayan bilim insanlarının laflarını kesip kırpıp “kıyamet kehanetine” çevirmesi boşuna değil.
Deprem korkusuyla güdülmüş, öncelikleri olmayan, barınma sorununa ilişkin tek satır çözüm içermeyen; neresinin niye yıkıldığının, yerine ne yapılacağının belirsizleştiği bir “inşaat kaosu”, İstanbul’un üzerine habire boca ediliyor. Deprem gerçeği, sadece sonuçlarıyla değil, korkusuyla da bir siyasi ve iktisadi bir fırsata dönüştürülüyor.