Bundan bir yıl önce 6 Şubat gecesi saat 04:17'de ve 13:24’de merkez üssü, Kahramanmaraş’ın iki ilçesi, Pazarcık ve Elbistan olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğünde iki deprem meydana geldi. Resmî bilgilere göre, deprem nedeniyle 50.783 kişi hayatını kaybederken, 115.353 kişi yaralanmıştır. 37.984 binanın yıkıldığı raporlanmıştır.[1] Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen değerlendirme çalışmalarına göre, depremin yaşandığı on bir ilde, 876.569 bağımsız bölümün yer aldığı 298.448 bina ağır hasar almış ve kullanılamaz hale gelmiştir.[2]
Deprem bilimcilerin, Doğu Anadolu Fay Zonu olarak adlandırdıkları, Karlıova ile Hatay arasında yaklaşık 450 km boyunca uzanan fayın, ana şokla birlikte 300 km bölümünün kırıldığı, 7,7 şiddetindeki bu sarsıntının, 450 km uzunluğundan 100 km genişliğinde bir alanı etkilediği belirtilmektedir. Deprem, yakın çevredeki Maraş, Gaziantep, Adıyaman, Hatay ve Osmaniye illerinde yıkıcı etkilere neden olmuştur. Yine, yaklaşık dokuz saat sonra, Elbistan depremi olarak adlandırılan 7,6 şiddetindeki sarsıntı ile oluşan kırığın toplam uzunluğu yaklaşık 160 km olarak ölçülmüş ve bu sarsıntıyla da Elbistan’dan Malatya’ya kadar olan bölgede yıkıcı etkileri olmuştur.
Mekânsal olarak birbirine yakın ve on saatten daha kısa sürede meydana gelen iki büyük depremle Hatay, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman ve Malatya illeri faya yakınlıkları nedeniyle büyük hasar görmüş iken Kilis, Adana, Diyarbakır, Osmaniye, Şanlıurfa ve Elâzığ illerindeki yıkılan bina sayısı daha azdır. Depremin yıkıcı etkisi büyük ölçüde beş ili kapsasa da komşu illerle birlikte on bir ilde 14 milyon yakın insan etkilendi. Yaklaşık 3,6 milyon insan ise güvenli bir şekilde barınabilecekleri evlerinden yoksun kaldı.
Yukarıda yazılanları, 6 Şubat gecesi sabaha karşı yaşanan, doğa kaynaklı afetin teknik detayları olarak pek çok yerde bulabilirsiniz. Peki, o günden bugüne geçen bir yıllık sürede, o geceyi yaşayan ve şans eseri hayatta kalanların, yaşadıkları, tanıklıkları neler, o günden bugüne neler yaşıyorlar? Bu soruların cevapları elbette bir metine sığmayacak kadar uzun, buna dair sayısız haber, makale ve rapor yazıldı. Ama deprem bölgesinde, ilk andan bu yana süregiden duruma dair, o andan bu yana sürecin içinde yer alanların, sahada yardım, desteler ve dayanışma için koşuşturduğu zamanlarda, dışarıdan gelenlerin gözlemleyip yazdıklarından ziyade, bu süreci yaşayan öznelerin tanıklarını dinlemek önemli olsa gerek…
Birkaç gün önce, Nurdağı’ndan İslahiye’ye giderken yol kenarından bekleyen, 64 yaşındaki Emine teyzeyle yaşadıklarını konuşurken, “Depremden bu yana, neler oldu, neler yaşadın?” diye sorduğumda, “Ne olacak oğlum, o gece sabaha karşı, yerin altındaki dev uyandı, zifiri karanlıkta, gök aydınlandı, biz kendimizi ancak, avluya, dışarıya atabildik. Dışarda karla karışık yağmur yağıyordu, zifiri karanlıktı, birden gökyüzü aydınlandı, biz kurtulduk, ev kepti altında kaldı oğlum, torunlar ve gelin, bağırdık, çağırdık, ses yok. Tek tesellim, tek umudum, dünyalar güzeli iki torunumun, uykudan uyanmadan, ruhlarını teslim etmiş olmaları, duam bunun için. Onlar gitti, kurtuldu, yasını dahi tutamadık, hepsini birlikte gömdük bir çukura, yumadan, kefensiz… Biz kaldık geriye, o karlı, yağmurlu geceden. Kalmaz olaydık, bak bir yıl geçti, çadırda kaldık aylarca yıkık evin bahçesinde, sonra konteynıra aldılar bizi, yazın sıcakta duramıyorduk, şimdi, kış geldi soğuktan duramıyoruz. Ev vereceğiz dediler, şimdi de hak sahibi değilsiniz, diyorlar, tapuda sıkıntı varmış… TOKİ evler yapıyor, yüksek binalar, dağları, leçeleri bunlarla dolduracaklarmış ama ne zaman biter bilinmez, on güne Tayip gelip dağıtacak, diyorlar. Kaç tane, kime verecekler bilmiyoruz. Önce adamı olan, partisi olan alacak, sonra eğer kalırsa biz kimsesiz, fakir fukaralara düşecek, ama zor, ben görmem, ardımdan da kimse kalmadı, deprem alıp götürdü. Ne olsun, böyle işte oğlum,” deyip derin bir nefes aldı: “O gün bugündür, ne önümüzü görebiliyoruz, ne yaşadığımızı biliyoruz. Umudumuz kalmadı, giden, gidip kurtuldu, biz de oradan buradan gelecek yardımlarla yaşıyoruz. Yer sallandı, aldı neyimiz var neyimiz yok elimizden. Şimdi, bugünden sonra ne kadar yaşarsak, buna yaşamak denirse, yaşayıp bizde gideceğiz onların yanına…”
Emine teyzenin, son bir yıla dair tanıklığı, belki de depremin yaşandığı, Hatay’dan Malatya’ya uzanan, 450 km uzunluğunda 100 km genişliğinde, bu coğrafyada yaşayan milyonlarca kişinin yaşadıkları duyguluların da tarifi. Yası tutulmamış kayıplar, belirsizlikler içinde bir yıl, içimizde büyüyen umutsuzluk, ya da günbegün yitirdiğimiz umut…
6 Şubat günü, ilk sokağa çıktığımızda, durumun vahametini anlayamamıştık, can korkusuyla kendini dışarı atanların, yıkımın büyüklüğünü anlaması birkaç günü bulmuştu. Kendi sokağımızda ilk saatler ailelerimizin, arkadaşlarımızın durumlarını öğrenme çabasıyla geçti. Kendi şehrimizde ilk birkaç günden sonra, buraları terk etmeyip kalanlar olarak, yıkımların olduğu bölgelere gittiğimizde, afetin felakette dönmüş olduğunu gördük.
O gece, deprem ânında yaşadıklarımızı ardı sıra gelen sarsıntıların, art arda kırılan fayın parçaları olduğunu, her bir kırılmanın fay hattı üzerinde ve yakınındaki yaşamı enkaza çevirdiğini ancak, birkaç gün sonra gidip gördüğümüzde anlayabiliyorduk. Nurdağı-Narlı arasından başlayan bu depremin, kuzeydoğuya doğru kırılarak, Pazarcık’tan Erkenek’e doğru uzanan bölgeyi yıktığını. Hemen ardından, biraz gecikmeli olarak, Nurdağı’ndan başlayarak, yani Amanos bölümünün ise güneybatıya doğru kırılıp Antakya’ya ulaştığını öğrenmiştik. Bu arada Keferdiz’den Sofluca’ya doğu 6,8 bir artçının Antep’i sarstığını da öğrenmiş olduk. Ve bu sarsıntılardan sonra, milyonlarca insan depremin şokunu daha atlatmadan, yaklaşık dokuz saat sonra (saat 10:24’te) meydana gelen, 7,6 şiddetindeki ikinci deprem, Elbistan’dan Malatya’ya olan kuzey fayının da bir bölümünü kırdı. Yaşanan bu depremin karmaşık ve çoklu kırılma içeren yapısı, kimi uzmanlarca, benzersiz bir doğa kaynaklı afet örneği olarak tanımlanıyor.
Yaşanan bu doğal afetin yaratığı yıkım ve can kaybına bakıldığında, kayıp ve ölü sayısının belirsizliği, ilk bir hafta yaşanılan kargaşa ve koordinasyonsuzluk ve geçen bir yıllık sürede, her türlü hak ve hizmet açısından yaşanan belirsizlikler, deprem bölgesinde yaşayan insanları yalnızlık ve umutsuzluğa itiyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, doğa kaynaklı bu afetin bir felakete dönüşmesi, hatta devletin kurumlarınca “asrın felaketi” olarak tanımlanması, Afet Risk Yönetim Planları yapma ve uygulama görevi olan devletin (merkezî ve yerel idarenin) görevini yapmadığının itirafıdır. Çünkü, durdurulması imkânsız olan deprem, kasırga, tsunami gibi doğal tehlikelerin afetlere dönüşmemesi, can kayıplarının önlenmesi ve ekonomik hasarların ve risklerin en aza indirilmesi için Afet Risk Yönetimi planları yapmak ve uygulamak merkezî ve yerel idarenin temel görevleri arasındadır. “Tehlikeler” önlenemediği ve riskler azaltılmadığı ölçüde afetlere dönüşür. Afetler hayatın “doğal” bir parçası değildir. Doğal olan tehlikelerdir. Afetlerin felaketlere dönüşmesi ise, bugünün dünyasında, kabul edilebilecek bir durum değildir.
Peki ne oldu da bu tehlike afete ve afet felakete dönüştü. Görünen o ki, bu ülkede Afet Risk Yönetim Planları, yani ana hatlarıyla hazırlık, önleme ve risk azaltma, afete müdahale ve iyileştirme planları, afet öncesinde hazırlanması gereken planlama çalışmalarının tümü ya kâğıt üzerinde hazırlanmış ya da bu planları uygulayacak kurumlar, tehlikenin farkına varmamışlar. Çünkü, küçük bir araştırma yapıldığında, Türkiye Afet Müdahale Planı ve il ölçeğinde İl Afet Müdahale Planlarının olduğunu görebilirsiniz. Bulunduğu konum itibarıyla, depremin en büyük tehlike olduğu bu coğrafyadaki bir devletin birimlerinin, bu tehlikenin afete dönüşmemesi için hızlı, etkili ve koordineli olarak müdahale edebilmek ve etkilenen toplulukların acil yardım ihtiyaçlarını zamanında karşılayacak, tüm tehlikeleri ve muhtemel afetlerde uğranacak kayıp ve zararları afet senaryolarıyla, gerçekçi biçimde ortaya koyan, kimlerin, ne zaman, nerede, hangi görev ve yetki ile hangi imkân ve kaynakları kullanarak olaya müdahale edeceklerini belirleyen, eğitim ve tatbikatlarla sürekli yenilenen ve geliştirilen, bu planları acil durumlarda uygulayacak bir Afet Müdahale Planı olmalıydı. Ama yaşadığımız gerçeklik böyle bir sistemin ya olmadığını, olsa bile kâğıt üzerine kaldığını, ya da pratikte uygulanmak için hiçbir hazırlığın yapılmadığını bize gösterdi.
Kaldı ki günümüzde, afet yönetimi sadece insanları enkaz altından kurtarmak, hastaneye yetiştirmek, yangını söndürmek ve benzeri müdahale çalışmalarını sevk ve idare etmek değildir. Aksine modern afet yönetiminin, insanları tehlikelerden korumak ve mevcut tehlike ve riskleri afetler olmadan önce azaltmaya yönelik olarak kapsayıcılığı genişletilmiştir ve dünyamızın içine girdiği iklim krizi, kitlesel göçler ve diğer tehlikeler göz önüne alınarak sürekli güncellenmekte, uluslararası kamuoyunun bu konudaki duyarlılığı artmakta ve bu konuda dünyada, hükümetler üzerinde çok güçlü bir baskı oluşturulmaktadır.
2015 yılında, Birleşmiş Milletler üye devletleri tarafından kabul edilen üç uluslararası anlaşma; Afet Riskinin Azaltılması için Sendai Çerçevesi, Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Gündemi ve Paris Anlaşması afet riskinin azaltılması, insani kalkınma ve iklim riski yönetimi arasındaki birlikte çalışabilirliği kabul ederek, bu zorlukları daha entegre bir şekilde yönetmek için küresel bir çerçeve sağlamaktadır. Her üç anlaşma da insan hakları ilkeleri üzerinde yükselmektedir.[3]
Yani, devletlerin görevi, insanların yaşama hakkını güçlü bir şekilde korumak için bütünlüklü bir Afet Risk Yönetimi Sistemi kurarak, toplumsal dayanıklılığı artırmak, kendi sınırları içinde yaşayan insanların her koşulda ve zamanda ayrım gözetmeksizin insan haklarına, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmelerini sağlamak olmalıdır.
6 Şubat'tan bugüne felaket zamanları
Peki 6 Şubat sabahı, o güçlü sarsıntıyla uyananlar kendilerini bu şekilde tasarlanmış bir sistem içerisinde hissettiler mi? Enkaz altında kalanların ve şans eseri kurtulanların saatler, günler boyunca bekledikleri, o en çaresiz olduğu zamanlarda gördükleri şey, devlet denen mekanizmanın bir anda durup sır olduğuydu. Devletin denetimiyle yapılmış, imar izinleri verilmiş evleri, apartmanları yıkılmıştı. Diğer taraftan, köprüler yıkılmış, yollar kapanmış, trafik ışıkları sönmüş, hastaneler kullanılmaz duruma gelmiş, şehirlerin altyapısı tamamen çökmüştü; elektrik, su, doğalgaz gibi tüm hizmetlerin durduğu, aynı tehlikenin afete, afetin de bu sebeple felakette dönüştüğü günlerdi, o ilk haftada yaşanılan durum.
Enkaz altında kalanların büyük bir çoğunluğunun arama kurtarma ekiplerinin yetersizliği yüzünden can verdiği, çok azının el yordamıyla kurtarıldığı bu ilk günler, distopik film sahnelerini aratmayacak, kaotik ve umutsuz günlerdi. Yıkımın yaşandığı şehirlere ulaştığımızda, yıkılan enkaz başında bekleyen insanların umutları tükenmiş, yaşama istekleri yok olmuş, karanlık ve belirsiz bir geleceğe doğru zamanın aktığı günlerdi o günler. Hastaneler ölü bedenlerin üst üste yığıldığı, mezarlıklar kepçelerle açılan çukurların içinde kefensiz bedenlerin yan yana dizildiği, üzerlerine kepçelerle toprak atıldığı gömütlüklerdi. Kimsenin gidenin yasını tutmadığı, ardından ağlamadığı, gözyaşının akmadığı zamanlardı, o zamanlar.
İlk birkaç gün, kendi başının çaresine baktı herkes, arama kurtarama çalışmaları neredeyse el yordamıyla yürüdü, iş makineleri bulundu bin bir ricayla, ta ki arama kurtarma ekipleri, sivil toplum kurumları, aktivistler ve gönüllüler gelinceye kadar…
İlk bir haftadan sonra, devlet denen makine de yeniden çalışmaya başladı, olur olmaz yerde kendini gösterip etrafımıza girilmez yazılı şeritler çekmeye, yol başlarında kontrol noktaları kurmaya başladı. Sivil toplum kurumlarının, aktivistlerin, hayırseverlerin gönderdiği yardım malzemeleri dolu araçları, koordinasyonu sağlamak amacıyla, bilinmez yerlere çekti…
Diğer yandan, barınma sorunu gün geçtikçe büyüyordu, mevsim kıştı, çadır bulmak imkânsız gibiydi, evlerine giremeyen, gıda, ısınma ve diğer temel yaşamsal ihtiyaçlardan mahrum insanlar, diğer şehirlere göç etmeye başladı.
Felaketin yaşandığı beş şehre tek tek bakıldığında, bir taraftan uçsuz bucaksız Geçici Yaşam Alanları, yani konteyner kentler, tozla kaplı gökyüzünün altında yıkılmış enkaza dönmüş mahaller, enkazlar kaldırılırken gökyüzüne yükselen toz bulutları; diğer yandan, artçı sarsıntılara rağmen, şehirlerin yanı başlarında TOKİ tarafından yapılan afet konutlarının yükseldiğini görebilirsiniz. “Bir yılda bir milyon konut” sözünün imkânsızlığında yapılan birkaç bin konut bugünlerde hak sahiplerine teslim edilecek.
Sanırım deprem bölgesi, gelecekte, konteyner ve çadırların yaratığı çevre kirliliği, gelişigüzel dökülen enkaz alanlarının ve inşaat hammaddesinin üretildiği, taş ve kum ocakları ve çimento fabrikalarının hammadde alanlarının yaratığı doğa tahribatı ile birlikte TOKİ tarafından üretilen tek tip konutların çirkin görüntüleriyle var olacak.
İlk bir ay yıkılan şehirlerin üzerini sanki kirli, karanlık bir sis kaplamıştı. Amanos Dağları’nın soğuk, hırçın rüzgârı, karlı dağ doruklarından alıp getirdiği karlı, yağmurlu, karanlık sisli havayı, Antakya’dan başlayıp Maraş’a uzanan Amik Ovası boyunca, bu ovada yer alan, yıkımla enkaza dönmüş, büyüklü küçüklü, ilçelerin, köylerin, yerleşim alanların üzerini kapladı, oraları görünmez kıldı. Oysa kadim Antakya, yıkılmış, çığlık çığlığa, “İmdat, yardım eden yok mu?” diye bağırıyordu. Görünen o ki, orada felç olan devlet kör ve sağır da olmuştu. Yardımlar ulaşmıyor, dayanışma ağları, gönüllüler, sivil toplum örgütleri, özellikle de kadın dayanışma ağları ve örgütleri, Antakya’nın sesini ilk duyanlar oldu. Oysa Antakya ve bu bölgede on iki yıldır göç alanında çalışan pek çok ulusal ve uluslararası insani yardım örgütü vardı, ama kimi büyük kayıplar yaşamış, kimi de pandemide de olduğu gibi, zor zamanlarda sırra kadem basmışlardı. Antakya’nın sesini duyanlar olmuştu ama Samandağ, Kırıkhan gibi yıkımın çok büyük olduğu ilçe ve köylerin seslerini duyan yoktu. Kuzeydoğuya doğru fay hattı boyunca ilerlendiğinde Antep’in İslahiye ve Nurdağı ilçe ve köyleri neredeyse tamamen yıkılmıştı. Buraların sesi anacak Fatma Şahin bir televizyon kanalına çıkıp “Nurdağı’na gittiğimizde, yapı stoğunun yüzde 80’i aşağı gitmişti,” demesiyle anlaşıldı. Fay hattı takip edilip, kuzeye doğru çıkıldığında, Türkoğlu, Maraş, Narlı, Pazarcık’ta deprem şiddeti pik yaparak Gölbaşı, Adıyaman, Malatya’ya doğru gidiyordu.
Maraş bu bölgede, büyük yıkımın olduğu ikinci büyük şehirdi ve devletin imdat çığlığını ilk duyduğu şehir de burası oldu. Her ne kadar Narlı ve Pazarcık ilçeleri ve köyleri yardımlara geç ulaşsa da Maraş şehir merkezi bugün, devlet tarafından, depreme dair çalışmaların devlet eliyle yapıldığı tek il durumundadır. Burada sivil toplum ve gönüllü çalışmaları devlet kurumlarıyla iç içe geçerek, hayır ve yardım eksenli yürütülmekte, deprem sonrası psikolojik duruma, “yüzyılın felaketi” algısıyla çözüm bulunmaya çalışılmaktadır.
Adıyaman’a gelince, bu şehrin tarihsel olarak kimsesizliği ve görünmezliği, depremden sonra da sürmüş, kimsenin el uzatmayacağını bildiklerinden, yardım çığlığı bile atmadan, yaşananlar karşısında hıçkırıklara boğularak, depremin ilk anlarından itibaren, kendi kendine yaralarını kendisi sarmak için var gücüyle çalışmalar yapmış bir kent burası. Ta ki, daha doğudan Diyarbakır, Mardin’den sivil toplum, aktivistler ve aktivist ağları bu durumun farkına varana kadar. Bugün, devlet ve uluslararası fon destekleriyle, kendi yaralarını sararak, bu kentte çalışmalar sürüyor. Belki de kentin, tarihsel olarak kimsesizliğine ve görünmezliğine son verecek, özellikle gençlerin ve kadınların kurdukları sivil toplum kurumları ve inisiyatiflerin filiz vermeye başladıkları, umudun ışıklandığı bir kent olma yolunda ilerliyor.
Malatya bu beş kent içinde can kaybının ve yıkımın az olduğu ama Elbistan depremiyle ağır hasar almış bir kent. Kent gün aydınlığında ayakta duruyor gibi görülse de geceleri ışıksız bir sessizliğe bürünüyor. Seksen sonrası, özelikle de Turgut Özal’ın memleketi olması vesilesiyle, merkezî devletle ilişkisini kültür, kimlik, etnisite gibi yerel aidiyetlerini bir kenara bırakıp muhafazakârlık üzerinden kurmaya çalışan bu kent, belki de bu yerel aidiyetleri sebebiyle, deprem sonrası dönemde, yapayalnız kalmış görünüyor. Kentteki hasarlı binalar sebebiyle, kentin yanı başına kurulmuş Geçici Yaşam Alanlarında on binlerce kişi bir belirsizlik içinde yaşıyor.
Afet zamanlarında insan hakları
Depremin ardından oluşan kaotik ve sislerle kaplı durum birazcık dağılınca, bu denli geniş bir coğrafyayı ve milyonlarca insanı etkileyen afetlerin toplum üzerinde yarattığı etki, ilk günlerde toplumun tüm kesimlerini eşitleyip homojenleştirse de zaman geçtikçe, aslında felaketin toplumun her kesimi için etkilerinin farklı olduğu, afet sonrası sürecin de her kesime farklı yansımaları olduğu gerçeği belirginleşmeye başladı.
İnsan hakları afet dönemlerinde ortadan kalkmaz, aksine mevcut deneyimler, afetzedelerin haklarına sahip çıkılıp hakları korunduğunda onların onurunun korunabileceğini, hayatlarını sürdürmede başarılı olduklarını göstermiştir. Afet sonrası dönem, genellikle hakların askıya alındığı, insan hakları açısından güvencesiz kılındığı, kişilerin haklarını daha az talep ettiği bir süreçtir. Bu sebeple de bu dönemlerde çalışan insani yardım ve koruma aktörlerinin hak temelli bir perspektifle çalışmaları olmazsa olmazdır. Çünkü afet ve sonrası dönem, insanların en savunmasız olduğu, kırılganlığın bireysellikten çıkıp grupsallaştığı, dezavantajlı toplumsal kesimlerin ve kırılgan bireylerin ayrımcılık başta olmak üzere en fazla istismar edildiği, ötekileştirildiği ve marjinalleştirildiği dönemlerdir de aynı zamanda. Yapılan çalışmalar dünyada meydana gelen deprem, tsunami, kasırga gibi afetler sonrasında azınlık topluluklar, LGBTI grupları, mülteciler, göçmenler, Çingeneler, engelliler, ekonomik olarak yoksulluk içinde yaşayanlar ve diğer dezavantajlı grup ve bireylerin yaşam koşullarının normal zamanlarla karşılaştırılmayacak kadar kötüleştiğini, bu toplum kesimlerine ve bireylere yer yer şiddete varan saldırıların sıklaştığını, bu sebeple bu toplum kesimlerinin toplumdan izole olup, görünmez olduğu alanlara çekildiğini, başta insani yardım olmak üzere haklara ve hizmetlere erişimlerinin zorlaştığını gösteriyor.
Bu açıdan, insan haklarının vazgeçilmezliğinin önemi bu tür acil durumlarda daha da önem kazanmaktadır. Sanılanın aksine yardımın tarafsız ve herkese eşit dağıtımı herkesi eşit bir şekilde etkilemez. Örneğin dezavantajlı gruplar ya da kırılgan bireylere yapılan yardımlar afet dönemlerinde onların ayakta kalmalarını sağlar. Çünkü normal zamanlarda dahi sağlıklı gıda ve temiz suya ulaşamayan bu toplum kesimlerin acil durumlarda tümden yaşamsal ihtiyaçlara erişimi kesilebilir ve başta çocuklar olmak üzere engelliler, zaman zaman da kadınlar beslenme yetersizliğinden dolayı büyük sorunlar yaşayabilirler.
Afetler sonrası, gıda, su, hijyen ve temizlik ürünleri, giysi gibi gıda dışı ürünlerle diğer yaşamsal ihtiyaçların dahi erişiminin zorlaştığı acil durum dönemleridir. İnsani yardım, gıda, temiz su, hijyen materyalleri sağlama, barınma desteği, eğitime ve sağlığa erişim sağlama, korumayı desteklemelerine rağmen koruma faaliyeti değildirler. Bu tür destekler insan haklarını korudukları ölçüde koruma faaliyetleri içerisine dahil edilebilirler. İnsan hakları temelli yaklaşım, insani yardım faaliyetleri için bir çerçeve ve gerekli standartları sağlar.
Koruma eylemini yürütenler, insan haklarına saygı, hakları korumak ve destek ve hizmetleri sağlarken ayrımcılık yapmama ilkelerine riayet edip bu yükümlülükleri yerine getirmelidirler.
Günümüzde, ayrımcılık yapmamak ve ayrımcılıkla mücadele etmek koruma faaliyetlerinin en zorlanılan ve ihmal edilen tarafıdır. Başta devlet olmak üzere koruma aktörlerinin ve uygulayıcılarının insan hakları ekseninden uzaklaştığı günümüz dünyası, insanları ırk, renk, din, dil, siyasi görüş, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi farklılıklar üzerinden tanımlayıp, hizmet ve destekleri, kendilerinden olana vermekte, ayrımcılığa sebep olmaktadırlar.
Afet sonrası dönemde, devletlerin görevi, insanların yaşama hakkını güçlü bir şekilde korumak için bütünlüklü bir sitem kurarak toplumsal dayanıklılığı artırmak, kendi sınırları için yaşayan insanların her koşulda ve zamanda, ayrım gözetmeksizin, insan haklarına, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmelerini sağlamak olmalıdır.
Afet sonrası koruma ve insani yardım aktörlerin asli görevleri, afet ve acil durumlarda ihtiyaçların anlık değişebilirliğini de göz önüne alarak, mevcut durumu izleyip koruma faaliyetlerini ihtiyaçlara göre düzenlemek olmalıdır. Bunu yaparken de insan haklarını güvence altına alacak, ayrımcılığa sebep olmayacak bir sistemin kurulup sürdürülmesi için fazladan bir çaba sarf etmek gerekir.
Depremin yaşandığı ilk günden itibaren bölgedeki dondurucu soğuk hava deprem bölgesinde yaşayan dezavantajlı ve kırılgan toplum kesimleri için zaten hep var olan barınma, beslenme, temiz suya erişim gibi ihtiyaçlarının karşılanmadığı, onları kendi kaderleriyle bırakan bir duyarsızlıkla karşı karşıya bıraktı. Evleri yıkılan, hasar gören ya da artçı sarsıntılar sebebiyle evsiz kalan bu insanlar herkes gibi günlerce hiçbir hizmete ulaşamadılar. Zaten günübirlik geçim çıkarabilen bu insanlar açlıkla, susuzlukla ve soğukla baş etmeye çalıştılar. Kayıplarını kendileri gömdüler, yaralarını kendileri sardılar.
Dezavantajlı, çoklu kırılganlıkları olan bu topluluklar, deprem gibi büyük bir afetin yaşandığı bu dönemde daha da dezavantajlı duruma düşmüş, şiddetle yüz yüze bırakılmışlardır. Önyargıların, ötekine karşı nefretin, ırkçılığın yaratığı bu hastalık bu tür afet durumlarında herkese daha çabuk bulaştı, bugün hâlâ bunun etkileri sürüyor.
Bugün depremde yıkıma uğramış şehirlere her gidişimizde, depremde yakınlarını yitirmiş, evsiz kalmış depremzedelerin sözlerini söyledikleri her sohbetin sonu, yaşadıkları belirsizliğe, geleceğe dair umutsuzluğa ve yitirdiklerinin ardında tutamadıkları yasa gelip düğümleniyor.
Konuştuğunuz afetzedeler derin bir belirsizlik içinde bekliyor; sonlarının ne olacağına, yıkılan ya da ağır hasarlı evlerinin yerine kendilerine yeni konutlar verilip verilmeyeceğine, verilecekse ne zaman verileceğine dair belirsizlikler sürüp gidiyor. Evlerini kaybedenler, geçmiş örneklere bakarak daha ne kadar konteyner ya da çadırlarda yaşayacaklarının bilinmezliği içinde kaygılanıyorlar ve yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Özellikle seçim sonrası dönemde gönüllülerin azaldığı, yardım ve desteklerin kısıldığı, işsizlik sorununun giderek büyüdüğü sürekli dile getiriliyor. Ve elbette bu doğal afetin bir felakete dönüşmesine sebep olanların adil ve vicdanları rahatlatan bir yargılamayla cezalandırılmalarını bekliyorlar.
Sohbetlerin birinde bir genç kadın, “Yitirdiklerimizin acısı, orada içimizde, usulca yanan bir mum alevi gibi yanıp duruyor, bazı anlar yükselen alev içimizi acıtıyor. Gün geçtikçe, içimizde büyüyen yasın hepimize acı verdiği bir dönemdeyiz. Durup dururken onları anımsıyoruz, uzak, yakın yitirdiklerimizi, son bir yıl içinde bizi ayakta tutan, onlarla olan anılarımız, ne devletin vaatleri, ne gelen yardımlar, zaten geleceğe dair umutlarımızı çoktan yitirtirdik, belirsizlik içinde geçmişimizle yaşıyoruz,” diyordu.
Evet, afetin birinci yılında, onların anlıları önünde saygıyla eğiliyoruz.
[1] AFAD, https://deprem.afad.gov.tr/assets/pdf/Kahramanmaraş%20Depremi%20%20Raporu_02.06.2023.pdf
[2] 2023 KAHRAMANMARAŞ VE HATAY DEPREMLERİ RAPORU, https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2023/03/2023-Kahramanmaras-ve-Hatay-Depremleri-Raporu.pdf
[3] "Sendai Afet Risk Azaltma Çerçevesi", https://hudoto.com/uploads/0/1696344812.pdf, erişim tarihi: 16 Ocak 2024.