Türkiye’de sol hareketlerden ve hatırlama kültüründen bahsettiğimizde tarihsel gerçekliği açığa çıkarma, hakikate ses olma, adalet arama ve yüzleşme mücadelesine denk düşen, kayıpların, anmaların, hak ve adalet arayışının niceliksel olarak hep büyüdüğü bir alandan söz ediyoruz. Örneğin Ermeni soykırımıyla yüzleşilmesi talebine, bunun mücadelesine baktığımızda, soykırımı hatırlamayı konuştuğumuzda bir de bu mücadele verilirken olup bitenleri, Hrant Dink’i, Sevag Balıkçı’yı, anmalara yapılan saldırıları hatırlamayı konuşmak durumundayız. Ya da Dersim 37-38'i hatırlamayı Maraş’la, Sivas’la, ya da Sur’da, Cizre’de öldürülen gençlerle, Denizlerin idamını Gezi’de öldürülen gençlerle, onlar için adalet arayanların mağduriyetleriyle birlikte düşünmek gerek. Dolayısıyla sürekli birbirine eklenen, kimi zaman iç içe geçen kayıplar, yenilgiler, bunları hatırlama, unutturmama motivasyonu solun tarihinde ve kültüründe önemli yer tutuyor. Hatırlama, unutmama dayanışmanın, direnişin unsurları sol gruplar için.
Hatırlama, tanıklık ve bunların kayda geçirilmesi, bunlar üzerine yapılan çalışmalar resmî tarihe, toplumda inşa edilen resmî belleğe karşı başlı başına muhalif bir tavır, bir mücadele alanı haline gelmiş durumda. Madunların, sıradan insanın, resmî tarihin dışarıda bıraktıklarının özne konumuna geçebildiği kavrayışlar/anlatılar olarak sosyal tarihin, sözlü tarihin literatürdeki yeri de biraz böyle.
Bir sıradan insan anlatısı gibi ele alınabilecek bu metin, Perihan Pulat’ın yaşamöyküsü üzerinde kişisel detaylarla ilerlerken kolektif bellek bağlamının içinden düşünmeye de kapı aralıyor. Kavramın üreticisi kabul edilen Halbwachs, kişisel hatıraları kolektif belleği üreten unsurlardan biri sayar. Hatırlayanlar, anlatanlar kişiler olsa da neyin hatırlandığı, nasıl hatırlandığı, içinde bulunulan toplumsal çerçevede/çerçeveyle belirlenir. Solun iç içe geçmiş, birbirine eklenmiş ortak deneyimleri de belleği böyle bir toplumsallıkta inşa ediyor. Perihan Pulat’ın ardında bıraktığı benlik belgelerinde bu ortak deneyimin 1970’lerden bugüne pek çok izine rastlamak mümkün.
Perihan Pulat, Ankara’da hak mücadelesi veren ya da bu mücadeleleri canlı tutan eylemleri, anmaları, kutlamaları bir şekilde takip eden herkesin bir biçimde rastladığı, tanıdığı bir figür. Ona Peri, Periş, Perihan, Perihan Teyze, Peri Nine, en çok da Perihan Abla diye seslenenler için duygu dünyalarında, yaşamlarında, mücadelelerinde farklı farklı anlamları olan önemli bir eylem insanı.
Ben de yaşamının büyük kısmını Ankara’da geçirmiş, kentin sokaklarını, meydanlarını bir direniş mekânı olarak da deneyimlemiş biri olarak Perihan Pulat’la çok defa karşılaştım, göz göze geldim, selamlaştım. Yaşamlarını devrimciliğe, aktif sokak siyasetine, aktivizme adamış olsalar bile insanların çoğunlukla ileri yaşlarında bu işleri biraz daha uzaktan takip etmeyi tercih etmesini yaşamın doğal seyrine uygun bulmanın da katkısıyla onun hemen hemen her eylemde en önde olmasından etkilenirdim. Görünüşüyle, kendine has dövizleriyle zaten merak uyandırıyordu ama halinde bir yalnızlık seziyor, akşam olunca döndüğü yeri, evini, gündelik yaşamını ayrıca merak ediyordum. Yüksel Direnişi sırasında maruz bırakıldığı polis şiddetini ve iki yıl sonraki ölümünü medya kanalları aracılığıyla öğrendiğimde çok üzülmüş, o karşılaşmalardan birinde yakından tanımak üzere bir adım atmadığım için hayıflanmıştım. Onun hakkında biyografik bir metin yazma girişimim geç bir tanışma, bir tür telafiye kapı aralama çabası olarak görülebilir.
Perihan Pulat’ın yaşamöyküsünü doğumundan ölümüne bir biyografik anlatı çerçevesinin imkân verdiğince detaylı biçimde yazabilmenin önünde iki engel var: İlki, onun hakkında başvurulabilecek aileden tanıkların azlığı. Yaşamının en büyük kısmı eşiyle geçmiş ancak o da hayatta değil. Bilindiği kadarıyla çok sıkı bir ilişki içinde olmadığı kök ailesinden kalan, bazı detayları anlatabilecek tek insan olan erkek kardeşiyle sağlık problemleri nedeniyle görüşme yapılamıyor. Bir diğer engelse Perihan Pulat’ın elli yıllık dostlarına dahi çocukluğunu, ilk gençliğini, onlarla paylaştığı zamanlarda ortak alanları dışındaki pratiklerini pek sohbet konusu etmemesi.
Perihan Pulat’ın on iki yakınıyla görüştüm, onun vefatından sonra dostlarıyla da görüşerek hazırlanan yahut bizzat dostlarının, yoldaşlarının kaleminden yazılar, sosyal medya paylaşımları, onun hakkında yapılan haberler okudum. Her birinde en önemli vurgu onun ne kadar mükemmel ve pek çok yanıyla örnek alınacak bir insan olduğu hususundaydı.
Özellikle bir sosyalist gibi yaşamak konusunda ondan büyük hayranlıkla bahseden yakınlarının uygulamayı mümkün görmedikleri düzeyde bir model olarak tasvir edilen birini klasik biyografinin kahramanlaştıran, mükemmelleştiren unsurlarından kaçınarak yazmaya çalışmak ne kadar mümkün sorusuyla baş başa kaldım. Nihayetinde bir sıradan insan öyküsü yazmak üzere çıktığım yolda epeyce efsaneleşmiş bir sol figür anlatısına ulaşmış oldum.
Tanınırlığı, en insani karakter özelliklerini bile eğer o mükemmellik çerçevesinde kalmıyorsa bir kusur gibi anlaşılması kaygısıyla büyük çekinceyle geçiştirilmesine yol açıyor. Bunun tek sebebi tanınırlık da değil. Yaptığı iyilikler, iyi kalpliliği, insanlara sevgiyle yönelişi, ileri yaşı, anaç ve birazı da buradan doğan baskın karakteri sebebiyle çok saygı duyulan bir figür olması, kaynakların artık hayatta olmayan, özlem duydukları bir yakınlarını anlatmaktan doğan özenleri de onun mükemmel olmayan yanlarını öğrenebilmenin önündeki diğer engeller.
Kendi sıradanlığını da, kendi mükemmel/tutarlı anlatısını da bir arada kurmuş. Daha doğrusu o tek bir şeyi, kendi tabiriyle “sosyalistçe” yaşayan iyi bir insan olarak Perihan’ı kurarken hem ayrıcalıklarından, statüsünden, sınıfsal konumundan arınarak sıradan, aşağıda, hatta sonlara doğru madun olanın hem de hayranlık duyulan, hayranlık duyanların ortak tabiriyle “ideal bir sosyalist”in temsili haline gelmiş. Görüştüğüm yakınları bu yakıştırmayı onun bugün gerçekleştirilmesi pek mümkün olmayan, şimdiye bir eleştiri ve karşı duruş gibi görünen nostaljik bir tavra denk düşen, muhtemelen örnek aldığı öncüllerinden devraldığı gündelik alışkanlıklarını anlatırken kullanıyorlar.
Bu kısa biyografik metnin hazırlığı sırasında fark ettim ki biyografi yazmak bir çeşit editörlük ya da derleme işi. Bu örnekte yakınlarından bazılarının hafızasındaki Perihan Pulat’ı, onların süzgeçlerinden geçirilmiş anlatıları bir araya getirmiş oldum. Bunu gerçekleştirmekte şansın, tesadüflerin, bazen neredeyse mistik bir şüpheye düşüren denk gelişlerin payı büyük. Bir de Ankara’nın sokakları gibi sakinlerinin hikâyelerinin de çoğunlukla birbiriyle kesişmesi, birbirimizi bir şekilde bilmemiz gerçeğinin hakkını vermem gerek. Bu tanışlık hali Perihan Abla’nın birleştiriciliğiyle pekişince biri hemen birden fazla halkaya bağlanıveren büyük bir dayanışma çemberiyle kuşatıldım ve ulaştığım ama konuşmayı reddeden tek bir kimse olmadı. Bunun metni oluştururken yalnızca anlatının nesnesine değil, anlatıcılara karşı da sorumlu hissetmek, onların da hassasiyetlerini gözetmeye çabalamak gibi bir sonucu oldu. Böylece bu metnin objektifliği ve romantizmden uzak akademik niteliği, benim Perihan Abla’ya sempatim ve özel merakımın da etkisiyle, en baştan sorguya açık hale geldi.
Görüşmelerden edindiğim bilgileri her cümle için ayrı ayrı dinlediğim kişiye atıfla yazmaya çalışmak hem metnin akışını çok zorlayacak hem bazı şeyleri yazmamı engelleyecekti. O yüzden anlatı sahiplerini burada kategorik bir biçimde anacağım: Ana çerçeveyi kurmam, Perihan Pulat’tan çok Peri’yi tanıyabilmem, bazı özel eşyalarına, anılarına, fotoğraflarına ulaşabilmem iki genç yoldaşı, arkadaşı sayesindedir: evladı saydığı Neylan Yılmaz ve doğuramadığım kızım dediği Aslı Viyan Saraç. 2015 yılından beri avukatlığını üstlenen Alişan Şahin hem Perihan Abla’sına dair anılarını hem manifesto gibi savunmalar yapan müvekkilinin bilgilerini paylaştı. Sayıştay ve TİP yıllarını meslektaşı ve yoldaşı olmakta ortak, ilkine manevi oğlum, diğerine abi dediği Murat Bey ve Hayri Kurtgözü anlattılar. Yüksel Direnişi günlerine dair bazı detayları Nazan Bozkurt’tan dinledim. Mahmut Konuk, Perihan Abla’nın onun mücadelesine gösterdiği dayanışmaya ek pek çok yerde birlikte katıldıkları eylemlere dair anılarını ve fotoğraflarını paylaştı. Yine fotoğraflar konusunda Sibel Tekin ve İsmail Çolak çok destek oldular. TİP zamanından, Ankara sosyalist çevresinden ya da son on yılda katıldığı eylemlerden geniş bir yaş aralığında yoldaşları onu gözleri parlayarak, gülerek, gözleri dolarak ve her biri hevesle anlattılar. Ben de bunları bir araya toplayıp başlıklar altında yazmaya çalıştım.
Sokağın öncesi
Perihan Yılmaz, polis memuru Bektaş Bey ve çevresinde pek çok insana okuma yazma öğretmekle bilinen Nedime Hanım’ın üç çocuğundan ikincisi ve tek kızları olarak Ocak 1943’te Ankara’da doğar. Seyranbağları’nda müstakil, bahçeli bir evde büyür. Ankara Ticaret Lisesi ve ardından Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden (AİTİA) mezundur.
1965-1966 yıllığında hakkındaki bölümde şunlar yazılı: “1943 yılında Ankara’da doğmuş, Ankara Ticaret Lisesi’nden mezun olmuştur. İmtihan günlerinde hiç ders çalışmadım, hiçbir şey bilmiyorum diye söze başlar, bütün kitapları adeta ezbere okur şekilde ders anlatır. Kırmızı renk ve leylâk, sevdiği iki semboldür.”
Akademi’den 1966’da mezun olduğunda beş yıllık Merkez Bankası memurudur. 1969’da Sayıştay’ın açtığı denetçi yardımcılığı sınavında birinci olur ve emekliliğine dek çalışacağı kuruma böylece girer.
Ondan kalan bazı kişisel eşyalarda, arkadaşlarıyla sohbetlerinde ve ailesinden onunla bir biçimde ilişkisi olan iki yeğeninde genç ya da çocuk Perihan’a dair bilgiler olmadığından ve ulaşabildiğim arkadaşlarından onu en eski tanıyan Hayri Kurtgözü ile tanışıklıkları 1969 yılına denk düştüğünden, evveli henüz aralayamadığım bir perdenin ardında maalesef. Bu biyografik bir metin için temel bir eksiklik olmasının yanında Perihan Pulat’ın mahremiyetini özellikle geçmişi konusunda koruma gayreti açısından da bir başarı aslında. Çünkü çalışma sürecinde anladığım kadarıyla o bu perdeyi kendi gayretiyle örmüş ve çevresine de kabul ettirmiş. Birlikte yaşlandığı arkadaşlarından biri babasından neredeyse hiç söz etmediğini ben onu bir şeyler hatırlamaya zorladığımda fark ediyor
Sayıştay ve TİP yılları
1969’da denetçi yardımcısı olarak başladığı Sayıştay’da üç yılın ardından girdiği sınavla denetçiliğe yükselir. Ulus’ta sonradan Kültür Bakanlığı’na devredilen binada, Sözleşme Grubu’ndadır görevi. Çok sevimli, çalışkan, konuşkan, girişken, çok temas edilen, aranan bir insan olarak tanınır kurumda.
Sayıştay’da çalışma arkadaşı Hayri Kurtgözü -önceden TİP Antep merkez ilçe başkanlığı da yapmış- yaşayışı, kültürü, emek mücadelesine yakınlığı sebebiyle Perihan Hanım’ı politik olarak da kendine yakın bulur ve 1971’de TİP’in YİBA Çarşısı’nda yapılan genel kongresine onu da çağırır. Birlikte katıldıkları kongrede Hayri Bey onu Sadun Aren’le tanıştırır. Mülkiye’de hoca olan Sadun Bey, AİTİA’da da dersler verdiği için eski bir öğrencisini orada görmekten çok memnun olur.
Perihan Hanım, partinin kapatılışına kadar başkanlığını Osman Sakalsız’ın yaptığı Maltepe’deki il merkezine parti için toplanmasına aracılık ettiği bağışları teslim eder. Kamu görevi sebebiyle partiye resmî üyeliği bulunmayan Perihan Hanım o dönemde TÜM-DER üyesidir.
12 Mart Muhtırası sürecinde Behice Boran ve Osman Sakalsız’ın da arasında olduğu pek çok partili yargılanıp hapis cezası aldığında yine başka bir partili Mehmet Kök’ün ulaştırdığı dilekçe taslaklarını cezaevindeki yoldaşları için daktilo etmek gibi bazı işleri Perihan Hanım üstlenir.
İki büyük tutku: Rıfat Bey ve Behice Boran
Perihan Hanım’la yolu bir şekilde kesişmiş herkesin ona dair hatırladıklarının başında eşi Rıfat Pulat’a olan aşkı ve Behice Boran’a duyduğu büyük hayranlık geliyor. Eşine duyduğu aşkla, bir politik lidere beslediği hayranlığı aynı başlık altında anlatmaya girişmemin iki sebebi var: Konuştuğum herkes için bu iki tutku birbirine çok benzer görülüyor ve Perihan Hanım bu iki ilişkiyi de ölene dek kendi yaşam öyküsünün çok önemli iki parçası olarak taşıyor ve aktarıyor.
Behice Boran’la tanışıklıkları 1970’lerde başlar. Uzun yıllar çevresindekilere ona olan hayranlığından söz etse de onunla yakınlığını kestirebilmeyi sağlayacak anılara ulaşamadım. Düzenli gidip topladığı bağışları teslim ettiği Ankara İl Merkezi Başkanı Osman Sakalsız’ın çok sevip takdir ettiği biridir Perihan Hanım. Behice Boran’a genellikle Gümüşlük’te yaptığı tatillerinden birinde ona bazı işlerde yardımcı olabilecek bir eşlikçi ihtiyacı doğunca Perihan Hanım’ı önerir ve onun da kabul etmesiyle bir hafta ya da on gün kadarlık bir tatilde ona eşlik eder.
Perihan Pulat, 2000’ler boyunca fotoğraflardan izi sürülebilen kendi hazırladığı dövizlerde Behice Boran’ın bir fotoğrafını ya da bir sözünü çoğunlukla bulundurur. Katıldığı politik figürlerin kitlesel cenazelerinden sakladığı yaka fotoğrafları içinde Behice Boran’a ait de bir tane var. 1987’de vefatı sonrası onu uğurlamayı elbette ihmal etmemiş. Bu hatıralar arasında 2010’da Behice Boran’ın yüzüncü yaşı münasebetiyle gerçekleştirilen etkinliklere katıldığının izlerini de bulmak mümkün el broşürlerinde. Aynı tarihli anmaya dair haberlerde Zincirlikuyu Mezarlığı’nda kabri başındaki anmada yine en önde görülüyor Perihan Hanım.[1]
Eşi Rıfat Pulat’la evliliği de 1970’lere denk gelir Perihan Pulat’ın. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nde teftiş heyeti reisi olarak görev yaptığı bilinen Rıfat Bey, Ankara Hukuk Fakültesi 1959 mezunlarındandır. Büyük aşkla bağlı olduğu Rıfat Bey’le nikâh töreni Gençlik Parkı’nda yapılır. Rıfat Bey’i anarken yakışıklı, uzun boylu, nazik biri olması gibi özelliklerinden evvel evlendikleri yıllardan itibaren etkisini gösteren ve giderek ilerleyen, çeşitlenen hastalıklarından bahsediliyor. Perihan Hanım uzun yıllar onunla büyük bir özen ve özveriyle ilgilenir. Beslenmesi konusunda ona bir bebek hassasiyetiyle yaklaştığı, aldığı yağsız eti bile tekrar tekrar en ufak yağ parçalarından ayırarak yemek hazırladığı anlatılıyor.
Koza Sokak’ta giriş kat bir dairede yaşar çift. Perihan Hanım öğle aralarında, mesai çıkışlarında mutlaka eve eşiyle ilgilenmeye gider. Ankara’da sol mücadele çerçevesinde kalan eylemlerin büyük çoğunluğuna katılmakla bilinirliği eşinin 2008 yılında vefatı sonrasına rastlasa da Perihan Pulat eşinin bakımını üstlendiği yıllarda da elinden geldiğince eylemlere katılmaya çabalar, yakın dostu Murat Bey’in deyimiyle hep olayların içinde olmak ister. Ancak eşine gösterdiği ihtimamı sekteye uğratmamak için belirli bir saatte evde olması gerektiğinden o yıllarda her eyleme katılamaz.
Bir çocukları yok. Erkek kardeşinin çocuklarına karşı hep ilgilidir, hatta yeğeni Elif’i evlatlık almak isterler bir dönem. Bu gerçekleşmez ama Elif Hanım çocukluğunda Pulat çiftiyle epey vakit geçirdiğini, onunla ilgilendiklerini anlatıyor.
Rıfat Bey’in ölümü Perihan Hanım için bir dönüm noktası olur. Derin bir yas sürecinin ardından Koza Sokak’taki evi boşaltıp Atakule yakınlarında başka bir eve taşınır. Eski evi satmayı ya da kiraya vermeyi yakın çevresinin ısrarına rağmen kabul etmez. Aslı’nın söylediğine göre kimselere belli etmez ama ayda bir o eski evi mutlaka ziyaret eder. O noktadan sonra kendini tam anlamıyla sokağa adar ve nispeten kısıtlı bir çevrenin değil, Ankara direnişçilerinin tamamının Perihan Abla’sı olmaya başlar.
Kılık değişimi: Bir performans olarak eylemcilik
Sayıştay’a aynı dönem başladıkları Tülin Bumin, Merkez Bankası’ndan geldiğinde kırmızı rujlu, frapan giyinen bir kadın görüntüsünde olduğunu anlatıyor Perihan Hanım’ın. Bu onu tanıyan ya da en az bir defa bir fotoğrafını gören herkes için çok şaşırtıcı bir bilgi. Perihan Abla cinsiyetsiz, genellikle bol, salaş, rahat, sadece giyinme ihtiyacını karşılamak üzere bedenine kabul ettiği çok belli olan kıyafetleriyle bilinir çünkü. Anlaşılıyor ki sokağın bildiği o hali 70’lerde sosyalist mücadeleye dahil olmasıyla birlikte yavaş yavaş oluşur. Önce süslü, dikkat çeken kıyafetleri, ardından saçlarını yapmayı bırakır. Yine dönemin etkisiyle büyük gözlükleri ve parkası girer hayatına.
Eyleme giderken kendi hazırladığı, eylem başlayana kadar yolda, alanda rastladığı herkese gösterip fikrini aldığı pankartlar gibi kendine de kendi meşrebince özenir. Bir performansa, yaygın benzetmeye uyarsam bir savaşa hazırlanır gibi özenle rozetlerini takar, saçını örer, mevsimine göre kırmızı pötikareli bandanasını ya da kırmızı beresini takar. Takıları maddi değeri olmayan, kesinlikle gösterişten uzak barış simgeli kolyeler, küpeler, ipler, sade boncuklardandır. Bu simgelerin çoğu şimdi manevi evlatlarının boynunda, bileğinde, kulağında, başında.
Fotoğraf: Mehmet Özer
Neylan barış simgeli kolyelerinden birini ilk görüşmede boynunda gösteriyor. Başka bir görüşmede masaya üç el uzanıyor: Aslı ve Emine ondan hediye bileklikleri, Alişan yüzüğünü gösteriyor. Benimle paylaşılan fotoğrafları incelerken Aslı’nın başında o meşhur kırmızı bandanaya rastlıyorum çünkü alana bazen onu takıp çıkıyor.
“Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır”
Tutkunu olduğu Behice Boran’ın bu sloganına uygun bir yaşamı olur Perihan Pulat’ın. Aslı, Peri’sinin ona özgü yaşam biçimini, felsefesini, duruşunu anlatırken “Dünyayı doğru yürümekle meşhurdu,” diyor İsmet Özel’in “Aynı Adam”ına atıfla. Dünyayı doğru yürümek ve “sosyalistçe yaşamak”la meşhur bir kadın Perihan Pulat. Yukarıda sözünü ettiğim kılık değişimi içi boş, yalnızca görüntüde bir değişim değil. Döpiyesleri, elbiseleri, işlemeli gömlekleriyle birlikte eğitiminin, mesleğinin, ekonomik kazancının ona sağladığı konforu da evin bir köşesine kaldırır. Bir kafede, restoranda yiyip içtiği görülmez. Taksiye asla para vermez. Kızılay’a, Ulus’a, Dikmen’e yürüyerek gidip gelir. Yalnızca eylem dönüşlerinde bazen otobüsle döner eve, onda da almayı reddettiği 65 yaş üstü ücretsiz otobüs kartı yerine ücretini ödediği kartını kullanır. Yalnızca ev telefonu kullanır, cep telefonu yoktur. Evinde çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi aletler kullanmaz. Elektrik de mümkün olduğunca kullanmamaya çalışır. Onun müsriflik kategorisinde değerlendirdiği bu tip harcamaların savrukça yapılması konusunda oldukça hassastır, çok sinirlenir. Böyle ince ince detaylarla, onun deyişiyle “kendine cimri” haliyle tuttuğu parayı öğrencilere burslar vermek, işini kaybetmiş birine destek olmak, ihtiyacı olan bir ailenin faturalarını ödemek gibi işlere kullanır. Bu yardımların duyulmaması konusunda da fazlaca hassastır, kimse bilsin istemez. Simitle, poğaçayla, haşlama sebzeyle, yoğurtla beslenir. Dışarı çıkarken çantasına evden bir parça bunlardan koyar ya da Ziya Gökalp’teki Halk Ekmek’ten bir simit alır mesela. Yürürken caddelerden değil, mümkün olduğunca araç gürültüsünden ve kirliliğinden uzak parkların olduğu bir güzergâhtan ilerler. Buralardan mevsimine göre topladığı minik çiçek demetleri taşır yoldaşlarına. Fotoğraflarında kulağının arkasına sıkıştırıverdiği çiçekler evden eyleme inerken (Ankara’da Kızılay inilen bir yer) geçtiği parklardan birindendir yani.
Katıldığı, destek verdiği eylemlerde parti, örgüt, siyasi grup ayrışmalarına, isimlerine, çekişmelerine takılmadığı gibi bunları bilmek, duymak bile istemez. Onun için önemli olan hak arayışı, direniş, örgütlülük ve eylemliliktir. Örgütlülüğü elzem bulur, örgütlerin bir aradalığına inanır. 1 Mayıslarda HDP bayrağı altında da, TKP bayrağı altında da bulunabilir örneğin. Yatağan Direnişi, Tekel Direnişi, Gezi Direnişi, İHD’nin hasta tutsaklar eylemleri, çocuk cezaevlerinin kapatılması talepli eylemler, HDP’nin seçim çalışmaları, uzun yıllar Greenpeace için yaptığı çalışmalar, Yüksel Direnişi, KHK’lıların yaptığı tekil direnişler Perihan Abla’nın varlığından emin olunan eylemlerden ilk akla gelenler.
Katıldığı eylemlerin tümünde ilerleyen yaşına rağmen en öndedir. Katılım az olabilir, o çağrının olduğu yerde gelenle yürür. Böyle der kalabalık olmayınca canını sıkan genç yoldaşlarına: Gelenle yürünür, boş ver.
Yüksel Direnişi süreci
Türkiye'de AKP iktidarınca 2016 yılında ilan edilen OHAL’in ardından yürürlüğe koyulan KHK’lardan biriyle ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen, Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Heykeli önünde “İşimi Geri İstiyorum” sloganıyla oturma eylemi başlatır. Yine KHK’larla ihraç edilen Semih Özakça, Acun Karadağ, Veli Saçılık ve Nazan Bozkurt da bu eyleme dahil olurlar. Perihan Abla ilk günlerinden itibaren Nuriye Gülmen’e destek olmaya başlar. Eylemin uzun süreli bir direnişe dönüşmesiyle polis müdahaleleri şiddetlenir, gözaltılar başlar, nihayetinde gözaltılar da şiddetlenir ama Perihan Pulat evlatlarım dediği direnişçilerin de ısrarına rağmen eylemlerin dışında kalmayı asla kabul etmez. Bilindik cesareti ve gözüpekliğiyle belirgin bir sağlık sorunu olmadığı ve başka bir eyleme gitmediği sürece her gün onların yanındadır. Müdahaleler sırasında başlarda polis onu biraz ayrı tutup diğerlerine yüklenmeye çalışırsa “Siz bana bunu yapamazsınız. Ben de eylemciyim, direnişçiyim, onlardan ne farkım var?” diye çıkışır. Yaşına atıfla geri durmasını, kendini korumasını tavsiye eden kimseyi dinlemez.
Onu biraz uzak tutup dinlenmesini sağlamakta kararlı olan Aslı bir gün bir yol dener. Onun da hastalandığı bir dönemdir, gidip Perihan Abla’ya eşlik edebilecek durumda olmadığından akşam evden arayıp sorar yarın inip inmeyeceğini. Elbette inecektir. Der ki bak çok yoruldun, biraz dinlenmezsen fena hastalanacaksın, hem ben de hastayım, sen gidersen ben de gelirim, daha da kötü olurum, çok üzülürsün. Aslı’nın amacı biraz hassas yerinden vurup evde tutmak. Gelemezsin diye bağırır, ertesi gün oraya gitmekten de geri durmaz. Bunu tahmin edip giden ve o gün en şiddetli müdahalelerden birine maruz bırakılan Aslı, hasta haliyle gözaltına alındığıyla kalışını gülerek anlatıyor. “Asla söz geçiremeyeceğimi anladım, o günden sonra elimden geldiğince yanında olmaya çalıştım.”
Yüksel Direnişi’nden birkaç ay sonra, Şubat 2017’de de Çankaya Toplum Sağlığı Merkezi’ndeki işinden ihraç edilen Mahmut Konuk’un bu kurum önünde her pazartesi gerçekleştirdiği eylemler başlar. Her hafta Çankaya’dan Dikmen’e vadilerden inip çıkarak, parklardan geçerek yürüyüp yine elinde bir demet kır çiçeğiyle dayanışmaya gelen Perihan Abla, bu direnişin de en sadık destekçisidir.
Hakkında açılan davalar
Perihan Pulat özellikle Yüksel Direnişi sürecinde diğer direnişçiler gibi çok kez gözaltına alınır. Bunun yanı sıra parçası olduğu anma, direniş, protesto ya da destek eylemleri sebebiyle hakkında ceza mahkemelerinde davalar da açılır.
Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan 2016 tarihli davada Ayşe Öğretmen’e destek olmak için kendilerini ihbar eden otuz sekiz kişiyle birlikte terör örgütü propagandası yapmak suçuyla yargılanır. Ayşe Çelik, o sırada Sur’da devam eden askerî operasyonlarda öldürülen çocuklara dikkat çekmek için canlı yayınlanan bir televizyon programına telefonla bağlanıp bu konudaki dezenformasyondan bahsettikten sonra “Çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın,” demiş, terör propagandası yapmak suçuyla yargılanmıştı. Onun sözlerinin altına imza atıp davaya sanık olarak katılmak isteyen otuz sekiz kişiyi cezalandırma talebi reddedilir ve Perihan Pulat beraat eder.
Polis müdahalesiyle gözaltına alındığı Roboski anmasında emir ve ihtara rağmen kendiliğinden dağılmayıp polis tarafından zorla dağıtıldığı için Ankara 52. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 2021 yılında açılan dava ölümüne rağmen sürer. 28 Aralık 2011’de Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş uçaklarıyla Şırnak’ın Uludere ilçesi Roboski köyünde otuz dört Kürt köylü katledilmişti. Hâlâ aydınlatılmayan olayın kurbanları için her yıl ülke çapında anmalar düzenleniyor.
2017’de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı önünde KHK ile ihraç edilen kamu emekçilerinin işlerini geri alma talebiyle yaptıkları eylemde yine polisin ikazına rağmen dağılmamak gerekçesiyle Ankara 10. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan davada hakkında beraat kararı çıkar.
Yüksel Direnişi’nin yüzüncü gününde yüz kişilik bir grupla yapılan eylemde pek çok yoldaşıyla birlikte gözaltına alınması sonrası Ankara 40. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 2017’de açılan, evrakında net bir suç isnadı bulunmayan bir dava dosyası, katıldığı diğer protesto eylemleri hakkında açılan soruşturmalarla birleştirilir ve ölümü sebebiyle Nisan 2021’de düşme kararı verilir.
Bunların yanında, Yüksel Direnişi sırasında pek çok para cezası verilir ve yapılan itirazların kabul edilmemesi neticesinde tebliğ edilen 26 bin lira tutarındaki para cezasını ödemeyip Anayasa Mahkemesi yoluna gitmeyi tercih eder Perihan Abla ama 1 Mayıs 2018’de uğradığı polis şiddeti sonrası bu mümkün olmaz. Sonuçta söz konusu ceza tutarı hastalığı sırasında yakınlarınca ödenir.
1 Mayıs 2018 saldırısı
OHAL koşullarında yürütülen Yüksel Direnişi sırasında Perihan Pulat defalarca şiddetli polis saldırılarına maruz bırakılıp, darp edilerek, boğazı sıkılarak, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınır.
“Daha önce çevre eylemlerinde gözaltına çok defa alındım, yerlerde de sürüklendim. Ama Yüksel Caddesi'ndeki gibi oramı buramı kırmaya çalışarak, boğazımı sıkarak hiç gözaltına alınmamıştım. İlk defa ters kelepçeyi burada taktılar bana. Vücudumdan tırnak izleri, morluk eksik olmuyor,”[2] sözleriyle tarif ettiği şiddeti 1 Mayıs 2018 günü canına kastedercesine zalim bir darp hadisesiyle kendini gösterir.
O gün İnsan Hakları Heykeli’nin önündeki eylemde Nazan Bozkurt, Gülnaz Bozkurt ve Acun Karadağ vardır. Yanlarında da yine Perihan Abla. Orada âdet edindikleri üzere polisler sert biçimde müdahale eder. TOMA’dan sıktıkları suyla dört kadın yere düşer ama kalkıp oturma eylemine devam ederler. Bu defa saçlarından tutup üç kadını sürükleyerek gözaltına alırlar. Perihan Abla da bu duruma tepkisini gösterir her zamanki gibi. O sırada Mimarlar Odası’nın girişinde bulunan Mahmut Konuk, duyduğu gürültünün Perihan Abla’nın polis tarafından “yere çakılma” sesi olduğunu fark eder. Kafasına ağır bir darbe alan Pulat’ın alnında ve yüzünde aniden oluşan büyük şişlikleri de görünce acilen Numune Hastanesi’ne götürürler.
Fotoğraf: Mehmet Özer
Darp edildiği haberini alıp hastaneye koşanlardan Neylan Yılmaz ve Veli Saçılık çiftinin ısrarıyla onların evinde, onların refakatinde geçirir geceyi. Onu yüzü gözü morluklar ve şişlikler içinde dağılmış halde gören Neylan duygularını saklamakta güçlük çekince tüm gücüyle kaldırıp sallar parmağını: “Sakın ha!” Ve zafer işareti yapar. “Yine zafere durur Perihan Anne’nin direngen parmakları. Siz ne yapabilirsiniz!” diyor Neylan.
Basında da genişçe yer bulan, tepkilere yol açan olay sonrası birçok ilden farklı cezaevlerinden destek mektupları alır.
Söz konusu olayın faili polis amiri Ekrem Gönül hakkındaki şikâyeti üzerine açılan ve 14. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen kamu davasında on bir aylık hapis cezası ile hükmün geri bırakılması kararı verilir. 3 bin liralık adli para cezasına ise on taksitle ödeme kolaylığı sağlanır. Mahkemeye de sunulan TİHV raporunda Ekrem Gönül’ün eylemi işkence ve insanlık dışı aşağılayıcı muamele olarak değerlendirilir. Soruşturmanın ve yargılamanın etkin ve adil bir şekilde yürütülmemesi onu âdeta yıkar. Mahkemenin kararını ödül olarak değerlendiren avukatı Alişan Şahin, hem o darbelerin hem de kararın Perihan Abla’nın ölüm sürecini hızlandırdığını düşünüyor.
“Sokakta öleceğim”
Acıdır ki 1 Mayıs’taki şiddetli polis saldırısı sonrası Perihan Abla’nın toparlanabilmesi mümkün olmaz. Hemen sonrasında meşhur direnci, inadı ve cesaretiyle, tam da bunları gösterme arzusundan da aldığı motivasyonla yine Yüksel’de anıtın önünde yerini alır. Sokakta olmak ve sokakta ölmek istediğini hep söylemiştir. “Sen daha ölmedin mi?” diyen polislere de önceden bağırdığı gibi onlara inat 100 yaşına kadar yaşamaktır niyeti. Ama artık ayakta dengesini kurmakta güçlük çekmektedir. Uzun süre eve kapanır. Bu arada bir süredir çok küçük belirtiler gösteren, pek çok insanın fark edemeyeceği kadar görünmez halde gelişen demans hastalığı o travma sonrası ani bir hızla ilerler. Bir buçuk ay Ankara Üniversitesi Psikiyatri servisinde gördüğü tedavi sonrası evine döndüğünde artık en yakınlarını bile hatırlamakta güçlük çekmektedir.
Pankartlarını evde yazardı tek tek. Bir tane Behice Boranlı olanı çok severdi: Kurtuluş Sosyalizmde! Behice Boran’ın da bir fotoğrafını yapıştırmış. En çok onunla çıkardı. Ben onun aynısını bilgisayarda tasarladım, Behice’nin sağ yanına da Peri’yi, aralarına da bir kızıl yıldız koydum. Hastaneye öyle gittim. Bilinci gidip geliyordu artık. Herkese gülümsüyordu. Anladım tanımadığını, başka bakar çünkü. Posteri gösterdim, posteri gittim masaya koydum. İçten gülüşünü Behice’yi görünce yaptı. Onu görünce gözleri parıldadı, gülümsedi. Bir süre sonra da beni her zamanki gibi melodik olarak Aslıı Aslıı Aslıı diye çağırdı, o son beni tanıyıp bana seslenmesi oldu.
Aslı’nın yorduğu gibi gerçekten Behice Boran’ı tanımış mıdır bilinmez ama pankartlarını, anılarını, durmadan Behice Boran’ı anlatma kabiliyetini yitirişi, yoldaşının da ömrünü tamamladığı 77 yaşına denk düşer. Son yedi sekiz ayını penceresinin önünde, tanıyamadığı, konuşamadığı sevdiklerinin ziyaretini yüzüne yerleşen yabancı bir tebessümle karşılayarak geçirir. 1 Mart 2021 günü, üç gün evvel nefes darlığı şikâyetiyle kaldırıldığı hastanede vefat eder.
Rıfat Bey’e kavuşma
Perihan Abla’nın vefatı pandemi koşullarına rastladığı için vasiyetini bilen bazı yakınları Ankara’da değildir. Bu nedenle Karşıyaka Mezarlığı’ndan bir yer ayarlanır. Sonra öğrenilir ki eşi Rıfat Bey’in yanına gömülmek gibi bir vasiyeti vardır. Ancak bu defa da onun nerede gömülü olduğunu bilen kimse bulunamaz. Rıfat Bey’i doğduğu yer olan Denizli’ye birlikte götürüp defnettiklerini hatırlayan yakın dostları Murat Bey, aradan geçen yıllarda köyün adını unutmuştur. Dostları arasındaki telefon trafiği sırasında o günlerde tesadüfen Denizli’de bulunduğu anlaşılan Harun Çakmak’tan yardım istenir. Bu sırada iki gün geçmiş, cenaze henüz defnedilememiştir. Harun Bey, oradaki arkadaşlarının yardımıyla ilçe ilçe Rıfat Pulat’ın mezarını arama işine girişir. Tesadüf bu ya yardım istediği arkadaşlarından biri Çallıdır. Hemşehri derneklerinden, Whatsapp gruplarından soruşturarak Rıfat Bey’in İsabey Köyü’ndeki akrabalarına ve böylelikle mezarın bilgisine ulaşılır. Böylece vefatından dört gün sonra eşi Rıfat Bey’in yanına defnedilir.
Sonuç
“Artık tarihçiler gittikçe daha yoğun bir biçimde, seleflerinin es geçtikleri, bir kenara attıkları ya da yalnızca bilmezden geldikleri şeylere dönüyorlar,” diyordu Ginzburg Peynir ve Kurtlar’ın önsözünde. Elli yıla yakın bir zaman sonra Türkiye’de okullarda okutulan tarih kitaplarında, hakkındaki her türlü bilgi, belge ve tanıklığa kolayca ulaşılabilecek kadar yakın bir zamanın gerçeklerinin bilmezden gelindiği, daha ileri gidilerek çarpıtıldığı görülüyor. Demek ki tarihyazımı -aradan geçen zamanda hafıza çalışmalarının da katkısıyla- bir yandan aşağıdakileri, onların gündelik yaşamını, bir parçası oldukları toplumsal gerçekliği ve iktidara karşı direnişlerini giderek daha çok konu ederken, diğer yandan yukarıdakilerin yazdığı ve iktidar araçlarıyla yaygınlaştırdığı bir tarih de hâlâ baskınlığını, etki alanını koruyor. Dolayısıyla sıradan insanın, aşağıdakilerin, madunların, gündeliğin tarihi ya muhalif akademik bir çevrede yazılıp okunan ya da akademi dışındaki (yine) muhalif okur için seçimlik bir tarihe işaret ediyor.
Türkiye solunun kültürel, gündelik tarihini yazmak da muhalif, seçimlik bir iş. Sol pratikleri, sol figürlerin yaşam öykülerini tarihe katmanın bu mücadeleyi, geleneği, değerlerini “gelecek kuşaklara aktarmak”, resmî anlatı tarafından üstünün örtüleceği endişesi duyulan bir hakikatin “sesi olmak” gibi yanları da var.
Perihan Pulat hakkında tanıklığına başvurduğum kaynakların görüşmeleri kabul etme ve hevesle belleklerini açma motivasyonları arasında bu aktarım ve ses olma unsurları önemli yer tutuyordu. Faşizmin hâlâ yaşıyor olmasını geçmişin işlenmesinin bugüne kadar başarılamamış olmasına, boş ve soğuk unutuşa dönüşerek yozlaşmasına bağlayan Adorno’ya[3] kulak verirsek solun hatırlama ve kaydını tutmaya atfettiği değeri anlamak kolaylaşabilir.
Unutmamaya ve unutturmamaya atfedilen kutsallık, bunu bir borç ve sorumluluk gibi üstlenme, Traverso’nun tarihin bellekle, her ikisinin hakikat ve adaletle ilişkisi değinisini hatırlatıyor. Adalete bir türlü ulaşamamak, bu arayışta yeni kayıplar vermek, yeni kötü muamelelere maruz kalmak, solda yas ve derin üzüntü evresini sonsuzlaştırıyor, unutma olmuyor ve bellek yerini tarihe bırakmıyor.[4]
Solu faşizm karşısında konumlanmış bir eşitlik, özgürlük ve adalet arayışı olarak geniş bir çerçevede tutar ve özelde Türkiye’nin bugünkü durumunu, solun daha da bastırılmış, siyasetle ve sokakla bağının büyük ölçüde koparılmış halini göz önünde bulundurursak bu hatırlama pratiklerinde Traverso’nun daima mağluba odaklı gördüğü sol melankolinin izleri görülebilir. 70’lerin trajedilerini ve kaybedilmiş muharebelerini bir sorumluluk ve borç gibi[5] mi görüyordu acaba Perihan Pulat? Bugün onun direngenliğini, mağduriyetlerini aktarmak, onu darp edildiği yerde anmak, eylemliliğini örnek almak da yine böyle bir sorumluluğa ve borca işaret ediyor olabilir.
Kuşaklar boyu birbirini takip eden bir silsile biçiminde süren anmalar, hafıza kayıtları, önceki kuşağa duyulan borçluluk solun “hissiyat yapısı”nın birer parçası gibi görünüyor. Fikirlerin ve değerlerin nasıl algılandığı, nasıl yaşanıp nasıl hissedildiğiyle ilgili bu yapı, sosyalizm gibi kolektif hareketlerde cisimleşen ve pek çok kuşağın hissiyatını canlandıran fikirler için özellikle geçerli.[6] Perihan Pulat’ın eylemlerde kullandığı dövizlerde eksik etmediği Behice Boran fotoğraflarından barış simgeli takılara, para harcamaktaki aşırı hassasiyetten sokağı terk etmemekteki inada varana dek pek çok imge ve davranış da bu hissiyat çerçevesinde okunabilir.
Yaşamının büyük kısmını anmalarda, hafızayı ve böylece mücadeleyi diri tutma çabasıyla örgütlenen eylemlerde geçiren Perihan Abla için ölümünün birinci yıldönümünde arkadaşları İHD Ankara Şubesi’nde bir anma düzenlerler, darp edildiği gün olan 1 Mayıs’ta, darp edildiği yerde, Mimarlar Odası önüne çiçekler bırakıp basın açıklaması yaparlar. 8 Mart’ta Sakarya’da rastladığımda Perihan Abla’nın pankartını taşıyordu Neylan. Aslı bu 1 Mayıs’a Peri’sinin emaneti kırmızı eşarbıyla katıldı. Perihan Pulat da artık anmaların, hissiyatın, tarihin havını tersine tarama[7] çabasını da içeren mağlup anlatıların, Türkiye solunun belleğinin bir parçası.
[1] “Behice Boran Mezarı Başında Anıldı”, Bianet, 11 Ekim 2010. https://m.bianet.org/bianet/siyaset/125350-behice-boran-mezari-basinda-anildi (erişim tarihi: 23.07.2022)
[2] Serkan Alan, “Yüksel Caddesi’nin Perihan Ablası”, Gazete Duvar, 26 Ekim 2017. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/10/26/yuksel-caddesinin-perihan-ablasi-polislere-inat-100-yasina-kadar-yasayacagim (erişim tarihi: 23.07.2022)
[3] Theodor W. Adorno, ”Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?”, çev. Tarhan Onur, Defter, sayı 38 (İstanbul: Metis, 1999), s. 130.
[4] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Versus, 2009), s. 42.
[5] Enzo Traverso, Solun Melankolisi, çev. Elif Ersavcı (İstanbul: İletişim, 2018), s. 18.
[6] Raymond Williams’tan akt. Enzo Tarverso, Solun Melankolisi, s. 89.
[7] Walter Benjamin, ”Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek (İstanbul: Metis, 2012), s. 43.
Not: Bu metin, MSGSÜ Sosyoloji doktora programında Burak Onaran’ın beraberce öğrenme ve üretme anlayışıyla yürüttüğü Toplumsal Tarih dersinin bir ürünü olarak, onun desteğiyle ortaya çıktı.
Yazının ana fotoğrafı: Mehmet Özer