4 Mayıs-4 Haziran 2018 tarihleri arasında düzenlenen IV. Uluslararası Mardin Bienali sekiz yıllık bir geçmişe sahip. 2010 yılında başlayan serüven eksi bir bienalle devam ediyor. Eksi birin neyi ifade ettiği ise bölgede 2015 yılında başlayıp devam eden olaylarla malumumuz. “Sözden Öte” ana başlığıyla izleyici karşısına çıkan bienal Döne Otyam’ın direktörlüğü, küratörler Fırat Arapoğlu, Nazlı Gürlek ve Derya Yücel’in düzenlediği Sonsuz Bakış, Beden Dili, Sınırlar ve Eşikler temalarıyla bakış, beden ve mekân olguları üzerine odaklanıyor. Bienalde bir kısmı grup halinde katılmakla beraber, Türkiyeli ve yabancı toplam 50 sanatçı yer alıyor. Bienal mekânları ise eski kentte yer alan Mor Efrem Manastırı, Mardin Müzesi ve civarı, Mardin Müzesi Taş Evi, Meryem Ana Kilisesi, Yıldız Hamamı, Alman Karargâhı, Revaklı Çarşı, Marangozlar Kahvesi, Ferhat Salman Atölyesi ve Mardin Sinema Derneği ile Mardin Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı’ndan oluşuyor.
Koca sponsorların ya da muktedir siyasetçilerin tekelinde olmayan bu bienal, kolektif bilincin kültürel sahaya yansıması olarak gösterilebilir. Bazı çevrelerin kültürel iktidar arayışlarına bulunabilecek cevaplardan biri de bu etkinliğin insanları bin üzeri kilometre ötelerden sürüklemesinin öyküsü olabilir. Bienalin hazırlık süreçleri için oluşturulan bağış fonunun yanı sıra gönüllü olarak İstanbul’dan gelen elektrikçiden, bir aylığına tüm işlerini dondurup bu süreçte görev alan iç mimarına, Mardin esnafına, eşrafına, sanatçısına, akademisyenine, kısıtlı imkânlarına rağmen bienali görmek için benimle yolculuk eden sanat tarihi öğrencilerine… Bienalin parçası olmaktan samimi bir gurur duyan sanatçıları görünce bu işin özel bir iş olduğu tüm açıklığıyla okunuyor. Bunlara ek olarak bienalin çok sert eleştiriler aldığını ve eleştirilerin kısmen haklılık payı olduğunu söylemek niyetindeyim. Bu yargıyı biraz daha açmam gerekirse açılışta ve devamında hallerine tanıklık ettiğim bazı gruplar; bu grupların kenti sosyal medya hesaplarına bir dekor olarak kullanma dışında –ki pekâlâ dekor olarak kullanılabilir ama bunun dışında– herhangi bir derdi olmadığı açık, olma zorunluluğu da tartışılabilir. “Yemekler çok güzel, şu taşların güzelliğine bak, Mezopotamya deniz gibi” biraz kulak kabartınca üç tema etrafında toplanıyor çoğu muhabbet. Bu “beyazlık” hallerinin farkına varmaları için aydınlanmaya eleştiriyle birer kibrit çakılabilir. Sanat camiasının “beyazlık” halleri, egemen gruplar farklı ve detaylı bir tartışmanın konusu yapılabilir, şimdi ise bienalle devam etmeli.
Eski kentte Cumhuriyet Caddesi üzerinde yer alan Revaklı Çarşı, namı diğer Tellallar Çarşısı çok-katmanlı okumalar yapılabilecek kamusal alan projelerine ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki Ali Emir Tapan’ın alçı, keten lifi ve sargı beziyle yapılmış insan bedeninden biçimsiz parçalarla oluşturulmuş heykellerin alana saçılmasıyla ortaya çıkan “isimsiz” çalışması. Bu heykellerin yanı başından geçerken bir Ankara sakini ya da Türkiye sakini olarak belleğin amansız devreye girişini engellemek oldukça güç. Fragmanlar halinde geçmiş anıların devreye girmesi, hakikat ve sanat ilişkisinin bu eserlerle korkunç yakınlığı kâbus etkisi yaratıyor. Yayılmış demeyeceğim, etrafa saçılmış beden parçaları ve gözün, ruhun bu eserler karşısındaki tanımlanamayan paramparça haller deneyimi. İnsanın, insana ettiği ve Kötülük Cemaatlerinin Ölüm Terbiyesi…[1]
Bienalde ön plana çıkan bazı yapıtların ülkedeki toplumsal sözleşmeye[2] dahil olmayan (olamayan) sanatçılardan çıktığını söylemeliyim. İçinden olmak ile dışarıdan bakmak arasındaki fark belirgin biçimde bienalde de görülebilir. Bu bağlama oturan eserlerden biri Cengiz Tekin’in kamusal alan projesi “Bir parça özgürlük…” çalışmasıyla Revaklı Çarşı meydanında yer alıyor. “Arendt, kamusal ve özel olanın tarihsel dönemler içerisinde zaman zaman birbirinin içine geçtiğini ve insanın kamusallık içerisinde eyleyebildiği sürece özgür olduğunu belirtir. Günümüzde, genelleşmiş ve idealize edilmiş tek tip bir kamusal alan kavramsallaştırması geçerliliğini yitirir. Kamusal alan, özel alandan ve otorite yetkelerine sahip devletin kamu alanından ayrı, bir dizi toplumsal etkileşimi kapsayan özgül ve çeşitli ara bölgelerden oluşabilir. Bugün, insan ilişkileri ve etkinlik alanını temsil eden, karşıt ve kavrayıcı kamusal alan kavrayışından söz edilir. Cengiz Tekin’in ilk kez IV. Mardin Bienali için Revaklı Çarşı meydanında uyguladığı ve meydandaki atölye, dükkân ve özel mekânları 200 metreye yakın mavi protokol halısıyla birbirine bağladığı ‘Bir parça özgürlük…’, kamusal alanda empatik anlamıyla deneyimin mümkünlüğüne ilişkin bir araştırma zemininden hareket eder. Otoriter kamusallığa karşı ilişkisel kamusallık önerisi ve mekânlar arası protokolleşme miti üzerinden sınırların değil, müşterek alanların özgürleştirici potansiyeli, gökyüzünün ayakların altına serilmesiyle bir deneyim alanı yaratır.” Otoriter kamusallığa bir başkaldırı olarak nitelendirilen bu çalışma, otoritenin arzu ettiği bir kamusallaşmada açık seçik yarıklar açma girişimidir. Ve bu çalışmayı 2015 yılında düzenlenen III. Mardin Bienali’nde katılımcı sanatçılardan Mehtap Baydu’nun maviler içerisinde eski kentin sokaklarını arşınladığı “Yağmur Geliyor” performansıyla bir arada anımsıyorum. Belleğin orta yerine çakılı bir tarihte düzenlenen bu performans, ne kadar umut vaat etse de, ne yağmur geldi, ne de orta yerde duran bu kırmızı göl temizlendi.
İhsan Oturmak’ın “Sokağın zoru” adlı kamusal alan projesi ise dar bir sokağa sıkışmış eski bir araçla kurgusundan oluşuyor. Aracın giremediği sokak yıkılmalıdır! Geniş yollar yapılmalıdır, yol medeniyettir, yol aynı zamanda otoritenin hakimiyetidir. Bu enstalasyon tuhaf bir anıt olarak karşımıza çıksa da “sokak” olgusuyla mekân politiği bakımından fazlaca çıkarım yapılabilecek bir kavramsal nitelik taşıyor. Uzun süredir sokak ve toplum ilişkisi üzerine çalışan sanatçı, 19. yüzyıl Avrupa kentlerinin mimari açıdan değişim süreçleri ve bu süreçlerin artık adı savaşla anılan Ortadoğu kentlerine yansımalarını inceliyor. Savaş ve yaşam arasında nöbet değişimi yaşayan sokakların mimari niteliklerini aşan anlamlar taşımaya başlaması bu işin odak noktasını oluşturuyor. Daha önceki çalışmalarında dar sokağa uyum sağlamak adına form değiştiren araçları kullandığını söyleyen Oturmak, bu sefer aracı sokağa uyum sağlayamayan tuhaf bir nesne olarak kurgulamış. Sanatçı bu tuhaf ve uyumsuz durumu sadece araç formları üzerinden değil, araçların konumlanma ve algılanma süreçleri üzerinden düşünüp, bu çalışmayı tüm olup biten uyumsuzluğun tuhaf bir anıtı olarak düşlediğini söylüyor.
Metin Çelik’in “Anti-kamuflaj” eseri heykel, resim ve duvar kâğıdıyla oluşturulmuş bir mekân yerleştirmesi. Birey alanını iyice daraltan ve toplumsallaşmayı daha zor kılan eril dil, ırkçılık, cinsiyetçilik, dogmalar aşkı bu eserin ana konusu. Bu kavramlar yoğurumuyla şekillenen toplum ya sizi teslim olmaya ya da ciddi bir yalnızlığa mahkûm kılıyor. Eserde aynı zamanda ciddi bir anti-militarist eleştiri yer alıyor. Sıkışmışlık duygusunun yarattığı halle, bu eserin sözden öte uzaklardan duyulabilir bir çığlık görüntüsü çizdiği tüm kurgusuyla hissedilebilir.
Senem Gökçe Oğultekin’in, “Dun (Ev)” adlı video çalışması sanatçı Levent Duran ile işbirliği içerisinde üretilmiş. Ani Harabeleri’nde çekilen filmde biri Türkiyeli diğeri Ermeni iki dansçının bedenleri üzerinden sınırın iki tarafındaki toprağın karşılaşmasının şiirsel öyküsü. Film dayatılan kimlik tanımlarının dışına çıkıp tüm insani hallerle bedenin aynılığına vurgu yapıyor. Birlikte bir varoluş arzusunun açıklıkla okunduğu film, Ani Harabeleri’nin hüzünden bağımsız düşünülemeyen görüntüleriyle izleyicide derin bir etki bırakıyor.
Bienalde dikkat çeken diğer eserlerin bir kısmı ise; Canan’ın her zamanki hoş tınısıyla Yıldız Hamamı’na güzellik katan kıpır kıpır çalışması “Gönül Dili”, Çağrı Saray’ın kişisel bir deneyim ve yoğun emek bazlı üretim süreciyle ortaya koyduğu “Sonsuz mesafe” eseri, Emre Zeytinoğlu’nun “Karnik Derbekyan’ın Sandığı” enstalasyonu, Fırat Bingöl’ün Hasankeyf’te suya niyet okuyan bir grup genç insanı konu alan “Ey Su” adını taşıyan video çalışması, John Gerrard’ın “Western Flag” adlı eserinin epik bir değer taşıyan bayrağı şok bir bağlama oturtması, Mürsel Arğunağa’nın yuva, yurt, köken ve göçe kendi kişisel hikâyesiyle göndermeler yaptığı halı ve alçı parçalardan oluşan “İsimsiz” yerleştirmesi, suyun politiğini barajlar üzerinden konu edinen Serkan Taycan’ın “HidroLab Mezopotamya” adlı belgeseli, Taner Ceylan’ın ilginç bir buluşma hikâyesiyle dikkat çeken “Acıların adamı” yağlıboya eseri, memleketini terk edip sonra anayurduyla yüzleşen bir adamın hikâyesini konu edinen Youssef Nabil’in “Hiç gitmedin” adlı video çalışması olarak gösterilebilir. Son olarak “Sözden Öte” üst başlığını taşıyan bienal, ilk anda “sessizlik” temasını akıllara getirse de, bakış ve bedenin, eyleme alanı mekânla ve tüm bu toplamın içine konumlandığı kadim kent -yazar “kadim kent” vurgusuyla şişirilmiş bir turistik pazarlama bayağılığından bahsetmiyor- Mardin’le, görmeyi bilenler için çok şey ifade ediyor.