Geçtiğimiz günlerde Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sızan bir bilgiye göre Türkiye’de Evrim İhtilafı’nın yeni bir aşamasına girmiş olabiliriz. Habere göre en iyi ihtimalle yaratılış, evrim kuramının alternatifi olarak yeniden biyoloji müfredatına girebilir. Daha kötüsü, evrim müfredattan tamamen çıkarılabilir. Ancak haberin takibi yapılmadığı ve resmî bir açıklama da gelmediği için konuyu çok fazla ayrıntılara takılmadan tartışmaya çalışacağım.
Bu gelişme, geçen yıl sekizincisi Bitlis Eren Üniversitesi’nde yapılan Yaratılış Kongrelerinin asli hedefi ve doğrudan çıktısıdır. Bu kongrelerin sonuç bildirgelerinde eğitim öğretimin kendi yaratılış anlayışlarına göre yeniden düzenlenmesi bir hedef olarak konmuştu. Şu an itibarıyla bu hedefe çok yaklaşmış görünüyorlar. Ne var ki bu konuda yapılan az sayıdaki haberin çoğunda ve habere karşı verilen sınırlı tepkilerde artık aktif olmayan Adnan Oktar ve ekibine atıf yapılıyor. Belli ki basın büyük oranda haberin aktörünü tespit edememiş. Bir tek Cumhuriyet’in haberinde Adem Tatlı sorumlu olarak gösteriliyor ki kendisi bildiğim kadarıyla 1970’lerden beri evrim karşıtı yayınları olan, Yaratılış Kongresi’nin de kuruculardan olan bir biyoloji profesörü. Ne var ki yaratılış kongreleri şimdiye kadar büyük oranda göz ardı edildi, fark edildiğinde de dalga geçmekten fazlası yapılmadı. Şimdi bu küçümsemenin ceremesini hep beraber çekeceğiz.
HaberSol’un haberindeki MEB metnine baktığımızda oldukça özensiz yazılmış, kolayca çürütülebilecek, doğa teolojisine dayanan bir yaklaşımın benimsenmiş olduğunu görüyoruz.
Biyolojik olaylar; bir plân ve programın gereği olarak ortaya çıkar, kâinat ve içindeki canlı cansız tüm varlıklarda görülen mükemmel dengeye ve düzene işaret eder. Canlılar hem kendi yapı ve işleyişlerinde hem de birbirleriyle tam bir uyum içinde mükemmel bir denge oluşturur. Biyoloji bilimi ise yaşamın bu kusursuz düzenini, canlılığın ince detaylarını ve yaratılışın muhteşem tasarımlarını anlamaya kapı açar.
Dahası bu metinde yaratılışa “teori” denmesi ona bilimsel bir statü katıyor ve sanki yanlışlanmasına kapı aralıyor gibi...
Bu doğrultuda canlıların varoluşuyla ilgili doğruluğu ispatlanmamış teoriler olmakla birlikte Türkiye YüzYılı Maarif Modeli kapsamında geliştirilen biyoloji dersi öğretim programıyla yürütülen eğitim öğretim süreçlerinde yaratılış teorisi benimsenmektedir.
Metin yazarlarının arzu ettiklerinin gerçekten bu olup olmadığını merak ediyorum doğrusu, yoksa evrim teorisiyle boy ölçüşmek için en önemli inanç konularından birini tehlikeye mi atıyorlar?
Bu habere yeterince tepki gelmediği kanaatindeyim, gelen tepkileri de yetersiz buluyorum. BirGün’ün aktardığına göre Eğitim Sen’nin Eğitim ve Yükseköğretim Sekreteri Evrim Gülez yaptığı açıklamada şöyle diyor:
Eğitim Sen olarak, yeni müfredat hazırlıklarını yakından takip etmeyi sürdürecek, laik bilimsel eğitime meydan okuma anlamına gelen benzeri girişimler karşısında laikliği, bilimi ve bilimsel eğitimi savunmaya devam edeceğiz.
Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği de konuyla ilgili yazılı bir açıklama yaptı.
Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği olarak, geçmişte olduğu gibi, bugün de biyoloji eğitimine yapılan bu tür bilim dışı müdahalelerin karşısında olduğumuzu ve konunun takipçisi olacağımızı ifade etme gereği duyuyoruz. Biyoloji ders programının tüm unsurlarının bilimsel temele dayanan bir bakış açısıyla yeniden düzenlenmesini talep ediyoruz.
Kendilerinin bu konuya müdahil olma cesareti göstermelerini takdir ediyorum ve diğer bilimsel kuruluşlardan da benzeri çıkışlar gelmesini umut ediyorum. Umarım her iki kurum da yakın zamanda kamuoyunu gelişmelere dair daha ayrıntılı bilgilendirir, bu konudaki eylem planlarını açıklarlar.
Ancak şu âna kadar konuya dair en dikkate değer yanıtı Enis Doko’nun Serbestiyet’e yazdığı “Evrim ve Yaratılış gerginliğine dair: Yanlış ve tehlikeler” başlıklı yazıyla verdiğini düşünüyorum. Şimdi Doko’nun yazısının bazı unsurlarını daha ayrıntılı tartışmak istiyorum.
Bilimsel gerçekçilik üzerine
Doko, yazısına konu hakkındaki pozisyonunu “açık bir şekilde” belirterek başlıyor. Eğer satır aralarını doğru okuduysam, kendisinin en azından bu yazıda açık olarak ifade etmediği bir pozisyonu daha var, o da bilimsel gerçekçilik. Neredeyse hemen herkes bilimsel gerçekçi olduğu ve muhtemelen konuyla ilgisiz gördüğü için bu pozisyonu belirtmeye gerek duymaması son derece normal. Ancak ben bilimsel gerçekçiliği sorunlarımızın kaynaklarından biri olarak gördüğüm için kendisinin bu pozisyonunun da altını çizmek istedim. Peki bilimsel gerçekçilik nedir? Bu açık ve seçik tanımı olan bir pozisyon değil ancak çok kabaca ana hatlarını çizmek gerekirse bu yaklaşım, bilimsel teorilerimizin karşılık geldiği bir gerçeklik olduğunu iddia ediyor diyebiliriz. Sağduyuya bundan daha yatkın bir ifade bulmak güç. Örneğin fizik kuramlarımızdaki elektronların fiziksel dünyada da var olduğuna inanmak bilimsel gerçekçiliğe iyi bir örnektir. Elektronların gerçek olduğuna da inanmayacaksak neden bilim yapıyoruz ki? Sorun şu ki bilim, yöntemleri itibarıyla bize bir şeylerin hakikati hakkında bir şey söyleyemez, ben bunun ilkesel olarak mümkün olmadığını düşünüyorum. Bilimin yaratılarının, yani bilimsel teorilerin biz insanların çevremizdeki dünyayı anlamamıza ve ona müdahalelerde bulunmamıza yarayan son derece kullanışlı araçlar olduğuna inanıyorum. Ancak bilimin bizi hakikate ulaştırabileceğine inanmıyorum, dahası bu inanışın, yani bilimsel gerçekçiliğin bilimsel teorilerimizle aramızda olması gereken sağlıklı mesafeyi ortadan kaldırdığını ve onlara aşırı bağlanmamıza yol açarak bilimin gelişimini sekteye uğrattığını düşünüyorum. Dahası ben fizik ya da biyoloji kuramlarımızın fiziksel dünyayı anlamlandırmamızı sağlayan araçlar oldukları kadar da tarihsel ve sosyal inşalar oldukları kanaatindeyim. Bu ifadem fiziksel ya da dış dünya varlıklarının bizden bağımsız varlıkları hakkında hiçbir şey söylemiyor. Aynı şeyin sosyal ya da teolojik kuramlarımız için de geçerli olduğu düşünüyorum, yani onların da tarihsel ve sosyal inşalar olduğu kanaatindeyim. Bu da yine teolojik ya da sosyal varlıkların bizden bağımsız varoluşlarına dair bir şey söylemiyor. Bizim kuramlarımızdaki varlıkları, bu teorik nesnelerin dış dünyadaki varlıklarını garanti etmez ama sosyal ve tarihsel varoluşları itibarıyla yine de bizi etkileyebilirler. Buna en mükemmel örneklerden biri elbette “tanrı” kavramıdır. Bu kavramın içeriği tarih boyunca sürekli değişmiş, farklı toplumlarda farklı biçimler almıştır. Bu değişikliklerin kaynağının bizim sosyal ve toplumsal değişimlerimiz olduğu kadar bilişsel değişimlerimiz de olduğunu düşünüyorum. Örneğin insanlığın bilimi keşfetmesi onun bilişsel kapasitelerini son derece arttırmıştır ve bu da başka kavramları olduğu gibi tanrı kavramını anlayışımızı, kimileri için değiştirmiştir. Ne şekilde değişirse değişsin tanrı kavramının bizi etkileme kapasitesi son derece yüksektir. Bir tanrının bizden bağımsız olarak var olup olmadığını belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz ancak tarihsel ve sosyal bir varlık olarak var olduğu kesindir. Bütün bu tartışmayı yapmamın nedeni bilimsel gerçekçilik yaklaşımının evrim ihtilafı sorunumuzun kaynaklarından biri olduğunu düşünmemdir.
Doko’nun yazısına dönersek, öncelikle yazıyı kendi anlayışıma göre yeniden çerçevelediğimi belirtmem gerekiyor. Yazının size göre bir değerlendirmesini uygun bir şekilde yapmak için kendiniz okumalısınız.
Doko’nun yazısında yanıt bulmaya çalıştığı ilk soru, evrim-yaratılış ilişkisi ve “yaratılış”ın ne olduğu. Yaratılış bir bilim mi, teori mi, inanç mı, yoksa ne? Doko, evrim karşıtı yaratılışçılık ile inanç olan yaratılışı birbirinden ayırıyor. Bence de yapılması gereken bu. Daha sonra evrim karşıtı yaratılışçılığı “spontane oluşum” dediği Türkçeye daha çok “kendiliğinden oluş” diye çevrilen görüşle eşitlerken, yaratılış inancını bir meta-anlatı olarak tanımlıyor. Şimdi sırasıyla bu iddiaları inceleyelim.
Bir araştırma programı olarak “yaratılış bilimi”
Evrim karşıtı yaratılışçıların projesi büyük oranda negatif bir proje, yani evrime karşı çıkmak dışında pek yeni bir şey önermiyor. İnsanların kafa karışıklığından, kavramların belirsizliğinden besleniyorlar. Yarın evrim kuramı bir şekilde yok olsa evrim karşıtı yaratılışçılık da boşa düşer ve anlamını yitirir. Başlı başına bu, onun bir teori ya da bilim olmadığının göstergesi. Ancak Doko’nun evrim karşıtı yaratılışçılığı kendiliğinden-oluşçulukla eşitlemesinin hedefi ıskalamak olduğunu düşünüyorum. Daha önce yaratılış kongrelerinin kritiğini yaptığım yazılarımda da söylediğim gibi evrim karşıtı yaratılışçılık, en çok William Paley’de en mütekamil haline ulaştığı düşünülen Doğal Teoloji ya da Doğa Teolojisi denebilecek yaklaşıma yakın gibi geliyor bana. Tıpkı doğa teologları gibi doğayı inceleyip, onun “mükemmelliğinden” tanrının varlığına dair deliller çıkarmaya çalışıyorlar. Görebildiğim kadarıyla evrim karşıtı yaratılışçıların tek pozitif iddiası da bu, yani yaratılışın mükemmelliği. Gerçekten bunu gösterebilirse bence de evrim kuramının başı belaya girer. Ancak sorun şu ki evrim düşüncesi doğal teolojinin devamı ve bilimsel veliahtıdır. Darwin de bir doğal teolog olarak yetiştirilmiş ve Beagle ile dünyayı gezmeye başladığında bu inançla yola çıkmıştır. Ancak araştırma gezisi sırasında gördükleri ve topladığı örnekleri incelemesi sonucunda Beagle seyahatinin dönüşünden birkaç yıl sonra evrim düşüncesinin ilk nüvelerine ulaşmıştır. Türkiyeli araştırmacılar olarak Darwin’in geçtiği bu yoldan geçmemiz gerekiyorsa geçelim, yani doğanın mükemmelliğinde tanrının varlığına dair delilleri arayalım. Burada kanıtlama sorumluluğu elbette evrim karşıtı yaratılışçılara düşer, aralarında laboratuvarları olan biyoloji profesörleri de olduğuna göre bu o kadar da zor olmasa gerek. Evrimi çökertmek için argüman cambazlığı yapmak, evrimcilerin araştırma sonuçlarını çarpıtarak aktarmak yerine bize doğadan yaratılışın mükemmelliğine dair delilleri sunsunlar. Bence günümüz TÜBİTAK’ı da buna destek verecektir, bence vermelidir de... Verirse karşı da çıkmamalıyız, ancak tek bir şartla; evrimcilerin araştırmalarına da aynı düzeyde destek verilmeli ki bu gerçek bir bilimsel rekabete dönüşsün. Entelektüel dürüstlük açısından belirtmem gerekiyor ki ben doğanın mükemmelliği tezini destekleyecek pek bir şey bulunabileceğini düşünmüyorum. Ülkenin kısıtlı kaynaklarının verimli bir kullanımı da olmayacaktır bu, çünkü yeni keşifler yapmak yerine yüz elli yıl önce Batı’nın zaten bulduğu bir şeyi yeniden bulmaya çalışacağız. Ancak sonucunda evrim ihtilafını sona erdirecekse bence kendini amorti edecek bir yatırım olacaktır bu en azından. İnsanlık açısından da ilginç bir deney olacağı kesindir.
Meta-anlatı olarak yaratılış ya da Weltanschauung
Doko’ya göre yaratılış aslında bir meta-anlatı. Anladığım kadarıyla Doko burada biyolojik evrim kuramı ile yaratılış fikrinin farklı kategorilere ait olduklarını göstererek bir çelişmenin ilkesel olarak mümkün olmadığını söylüyor. Bilemiyorum, emin değilim. Evrim düşüncesinin de biyolojik evrim kuramının ötesinde ve üzerinde meta sonuçları var. Yani evrim düşüncesinin de meta-anlatı olarak tanımlanabileceği durumlar mevcut. Pek çok insan bütün dünyaya/varoluşa evrim gözlükleriyle bakıyor; epistemolojiden psikolojiye evrim düşüncesi biyolojinin dışında pek çok alanda, ama doğru ama yanlış kullanılıyor. Ben yine de bu meta-anlatı yaklaşımının doğru patika üzerinde olduğunu düşünüyorum. Doko, yazısında meta-anlatı konusunda Lyotard’a referans veriyor, ancak anladığım kadarıyla Lyotard’ın meta-anlatılar konusundaki tutumu negatif, onların çağının geçtiğini düşünüyor. Meta-anlatı yerine ben daha yaygın kullanılan bir terim olan dünya görüşü, worldview ya da orijinal haliyle Weltanschauung kavramına başvurabileceğimizi düşünüyorum. Dünya görüşü konusunda yazan hemen herkesin farklı bir görüşü var. Ne oldukları, nasıl işledikleri pek belli değilse de dünya görüşü deyince hemen herkesin zihninde bir şeyler oluşuyor. Ama örnek vermek gerekirse; Kuhn’un paradigması ile Marx ve Engels’in ideolojisi birbirlerinden kısmen farklı ve farklı alanların kavramları da olsalar, dünya görüşü olarak düşünülebilir. Meta-anlatı ya da dünya görüşü, ne dersek diyelim ben hem yaratılış fikrinin hem de bu fikirle evrim düşüncesi arasındaki çatışmanın bilimsel teori düzeyinde değil, dünya görüşleri seviyesinde gerçekleştiği kanaatindeyim. Ve evrim ihtilafı yaklaşımının bu dünya görüşleri arasındaki görünen çatışma ya da uyumsuzluğun çözümünde çıkar yol olduğunu düşünüyorum.
Doko’nun yazısının bu kısa kritiğinden sonra gözümüzü tekrar somut duruma dönmeli, neden böyle oldu ve “ne yapabiliriz”e bakmalıyız. Bir eğitimci değilim, o yüzden bunları üzerinde tartışılacak öneriler, sadece bir tartışmaya başlangıç noktası olarak değerlendireceğinizi umuyorum.
Neden böyle oldu?
Yaratılışın yeniden biyoloji müfredatına girmesi bana İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını hatırlatıyor. Mevcut yönetim sistemimizde örgütlü bir azınlık ne yazık ki zayıflamış kontrol ve denge mekanizmalarını aşıp kendi gündemini tüm topluma dayatabiliyor. Hal böyle olunca da, üniversitelerinde herhangi bir kayda değer karşı hamle görmeden sekiz yıldır Yaratılış Kongresi düzenlenebilen bir ülkenin müfredatına yaratılışın girmesinde de şaşırılacak bir taraf olduğunu düşünmüyorum. Buradan elbette Yaratılış Kongrelerinin engellenmeye çalışılması gerekirdi anlamı çıkmamalı, sadece onu eleştiren karşı argümanlar getiren bir örgütlenme olabilseydi Yaratılış Kongrecilerinin işleri bu kadar da kolay olmazdı.
Daha önceki iki yazımda açıklamaya çalıştığım evrim ihtilafı kavramsallaştırmamın bu sorunun çözülmesi için işe yarar bir çerçeve sunacağı kanaatindeyim. Bu kavramsallaştırma evrim ihtilafının tarihsel ve sosyal bir olgu olduğu iddiasına dayanıyor. Eğer bu iddia kabul edilirse sorunun çözümü için önümüzde bir yol beliriyor.
Nasıl yapmalıyız?
Eğer evrim ihtilafının, kökleri yüzyıldan öteye giden tarihsel ve tüm toplumu ilgilendiren toplumsal bir sorun olduğunu kabul edersek, onun çözümünün de bir günde, bir basın açıklamasıyla, bir web sitesi ya da bir kitapla çözülemeyeceğini anlarız. Öncelikle bu sorunun çözümü için sabırlı ve açık fikirli olmaya, farklı toplumsal kesimlerin işbirliğine ve birlikte hareket edebilmesine ihtiyacımız var. Bunları başarıp yeni bir düşünsel zemin kurabildiğimiz zaman evrim ihtilafı da kendi kendine çözülecektir. Sabır ve işbirliğinin gereğini sanırım açıklamaya ihtiyaç yok ancak neden açık fikirli olmamız gerektiğinin altını biraz çizmeliyim. Çünkü yüzyıldır yaptığımızı tekrar edip farklı bir sonuç elde etmeyi bekleyemeyiz. Doğru bildiğimiz, vazgeçilmez olduğunu düşündüğümüz bazı ezberlerimizden vazgeçmeli ve karşıt fikirlerle mücadele değil, müzakere edebilme iradesini göstermeliyiz. Kolaya kaçmadan, emek harcayarak çalışabilmeli, farklı kesimlerin ellerini taşın altına koymalarını, bu kesimlerin birbirlerine hoşgörüyle yaklaşmalarını teşvik etmeliyiz. Gerçekçi olursam, ne yazık ki bana ne toplumsal ne de siyasi muhalefetin bu hedeflere ulaşabilecek bilgi birikimi, anlayışı, örgütlenmesi varmış gibi gelmiyor. Yine de denememiz gerek.
Ne yapabiliriz?
Nasıl yapmalı başlığındaki şartların bir anda sağlanması zor elbette, kervanı yolda düzmekten başka şansımız olmayabilir. Yapılması gerekenleri yaparken nasıl yapacağımızı da öğreneceğiz. Görebildiğim kadarıyla kısa ve orta vadede yapılması gerekenler var, naçizane önerilerim şöyle:
Kısa vadede yapılması gereken ilk iş eğitim sisteminin açtığı ve açacağı zararları minimize edip onarmaya çalışmak olmalı. Konumuz evrim olduğu için sadece ortaöğretimdeki biyoloji eğitimine odaklanmamalıyız, diğer fen dallarının yanı sıra özellikle felsefe ve din kültürü eğitimi konularında da etkin olmak gerekiyor. Bunun için benim önerim ortaöğretim öğrencilerinin seviyesine uygun pedagojik olarak hazırlanmış, biyoloji, felsefe ve din kültürü yardımcı ders kitapları hazırlamak. Bu kitaplar müfredat kitaplarının yanlışlarını düzeltecek ve kitapları kullanan öğrencilerin eğitim-öğretim başarılarını yükseltecek şekilde hazırlanmalı. Elbette başlangıçta bu kitapların nasıl hazırlanması gerektiği konusunda ortaklık kurması gereken kesimlerin anlaşmaya varmasını beklemiyorum. Ortaklaşma sağlanıncaya kadar çoğulcu bir yaklaşım ve birbiriyle rekabet eden çok sayıda kitap olacaktır.
Peki bu kitaplarda ne anlatılmalı? Biyoloji kitapları içinde evrim ve/veya yaratılış olsun ya da olmasın tam bir fecaat! Tüm ünitelerin yeniden yazılması, bazı ünitelerin atılması ve yerlerine yenilerinin eklenmesi gerekiyor. Esas olan biyoloji eğitiminin biyolojik evrimle başlayıp biyolojik evrimle bitmesidir. Evrim biyolojinin temelidir ve biyoloji kitapları bu düsturla yeniden yazılmalıdır. Nedense biyoloji müfredatının bir parçası olan ve evrimin hipotez mi, teori mi, yasa mı olduğu anlamsız tartışmasının da kaynağı olan bilimsel yöntem dersi biyoloji müfredatından çıkarılmalıdır. Ve daha önce evrim diye anlatılan yaşamın başlangıca dair görüşler bölümü de biyoloji müfredatına yeniden eklenmemelidir. Eklenmemelidir çünkü burası hem biyolojinin konusu değil hem de son derece demode bir yaklaşımı temsil ediyor. Bilimsel yöntem gibi o da faydadan çok zararı olan bir bölümdü.
Bilimsel yöntem konusunda devreye felsefe eğitimi girmelidir. Felsefenin ortaöğretimin her sınıfında olması gereken temel dersler arasına girmesi için çalışma yapmalıyız. Elbette felsefe eğitiminin nasıl verileceğinde de kimsenin anlaşmasını beklemiyorum. Benim gönlüm şu anki “filozoflar ne demişti”nin ötesine geçilip, tematik bir felsefe eğitimi verilmesi yönündedir. Bu temalar arasında epistemolojinin, bilim felsefesinin ve mantığın da önemli bir ağırlığı olmalıdır.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin de gerekli bir ders olduğu kanaatindeyim ancak bu dersin Sünni İslâm’ın bir kolunun öğrencilere empoze edildiği mevcut durumundan kurtarılması ve gerçek anlamda tüm dinlere eşit mesafede olan bir kültür ve ahlâk dersine dönüştürülmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu din kültürü dersinin temel konularından birinin de din-bilim ilişkisi olması gerekiyor. Elbette din-bilim ilişkisi kapsamında evrim kuramının dinle ilişkisi ele alınmalı. Provokatif bir ifadeyle söylemek gerekirse “evrim” din kültürü derslerinde hakkettiği yeri almalıdır.
Orta vadede ise bir toplumsal sorun olan evrim ihtilafının çözümü hedeflenmelidir. Evrim ihtilafı tarihsel ve felsefi, teolojik boyutları olan toplumsal bir sorundur. Bu yüzden çözümü için bu alanlarda çalışan insanların katkısı esas olmalıdır. Bir başka deyişle evrim ihtilafı çözümü biyologlara, fen bilimcilere bırakılmaması gereken bir konudur. Bu nedenlerle evrim ihtilafı araştırma programının/alanının kurulması gerekir. Ancak bunun için bir ön şart vardır, o da özgürlüktür; akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü. Evrim konusunu herkesin fikrini korkmadan açıklayabileceği bir duruma getirmemiz gerekiyor. Onu hassas bir konu olmaktan çıkarmalıyız. Bunun için de ifade ve akademik özgürlük konusunda bir mutabakat şart.