İnsanın okuduğunda inanası gelmiyor ama devlet başkanı Celal Talabani’ye göre Irak’ta işler her şeye rağmen yolunda gidiyormuş. Talabani, Los Angeles Times gazetesinin aktardığı bir televizyon demecinde, gelecek ekim ayında Irak hükümetinin maliyesini doğrudan kendisinin yönetmeye başlayacağını ve 2007 başından itibaren tüm Irak toprakları üzerinde güvenliğin sağlanmasından sorumlu hale geleceğini belirtmiş. Irak’ta güvenlik konusunda ilerlemeler yaşandığını, bunun devam etmesi için Irak güvenlik güçlerinin daha fazla teknik donanıma sahip olmasına, biraz zamana ve halkın desteğine ihtiyaçları olduğunu ilave etmiş.
Bugün Irak’taki 18 vilayetten sadece birinde, güneydeki Muthana vilayetinde güvenlik Irak devletine ait güçler tarafından sağlanıyor. Kağıt üzerinde 275.000 kişiye ulaşan bu güçlerin güvenlik sağlama konusunda operasyonel olan bölümü 70.000 kişi. Bütün bunlara rağmen, Irak devlet başkanı, gelecek beş altı ay içinde, başta Bağdat olmak üzere, geri kalan 17 vilayette de güvenliğin Irak hükümetinin sorumluluğuna geçeceğini muştuluyor.
Bunun ne kadar gerçekçi olduğunu, demecin yayımlandığı tarihlerde ABD’nin güvenliği sağlamak için acilen üç bin civarında askeri Kuzey Irak’tan Bağdad’a kaydırmak zorunda kalması gösteriyor. Birkaç ay öncesine kadar 125.000 olan Irak’taki ABD askeri varlığı, geçtiğimiz haftalarda 133.000’e çıktı. Bunun 13.000’i Bağdat’ın güvenliğini sağlamakla meşgul.
Aslında buna Bağdat’ın değil, Bağdat içinde “Yeşil bölge” olarak adlandırılan, bunkerleşmiş yönetim mahallesinin güvenliği demek daha doğru. Amerikan kaynakları, bu “Yeşil bölge”nin dışında kalanı “Kırmızı bölge” olarak adlandırıyorlar. Aslında Kuzey’de Kürdistan yönetiminin denetlediği topraklar ve Bağdat’taki Yeşil bölge dışında, Irak’ın geri kalanı hem ABD ve müttefikleri hem resmî Irak hükümeti temsilcileri için geniş bir Kırmızı bölge.
Celal Talabani’nin çizdiği bu pembe tabloyu yalanlayan yanıt, aynı günlerde ABD’de Senato komisyonu önünde ifade veren üst düzey askerî sorumlulardan geldi. ABD’nin Irak’la ilgili askerî ve siyasal yetkilileri yakın bir tarihe kadar, Irak’ta bir iç savaş tehlikesinin olmadığını iddia ediyorlardı. Örneğin 2006 Mart’ında Dick Cheney, “iç savaş çıkarmak için büyük çaba sarf ediyorlar, ama başarılı olacaklarını hiç zannetmiyorum” demişti. Irak’taki ABD güçleri komutanı general Casey de, aynı tarihlerde, “şu an iç savaş içinde değiliz, ayrıca bunun yakın bir tehlike olduğuna inanmıyorum” diyerek, bu görüşü desteklemişti. Bunun üzerinden dört ay gibi kısa bir zaman geçmesine rağmen, geçtiğimiz günlerde ABD ordusunun üst düzey komutanları, Senato komisyonu önünde, “Irak’ta cemaatler arası çatışmanın bir iç savaşa dönüşmesi tehlikesinin artık çok yüksek olduğunu” ifade ettiler. Sayılarının yıl sonunda 350.000’e ulaşması beklenen Irak güvenlik güçlerinin de böyle bir iç savaşta cemaatler arasında bölüneceğini herkes tahmin ediyor.
Irak’ta görevi yakında sona erecek olan Britanya büyükelçisi William Patty’nin gizli telegrafının BBC tarafından yayımlanması da, sadece Tony Blair’e değil, Celal Talabani’ye de verilmiş ağır bir yanıttı. Patty, Irak’ta kendini savunmayı becererek, doğru dürüst çalışabilecek bir hükümet kurma ümidinin boş olduğunu, gerçekçi beklentinin önümüzdeki beş-on yıl zarfında Irak’ta düzensizliğin, karmaşanın hakim olması olduğunu belirtiyor ve “bu aşamada, düşük yoğunluklu bir iç savaş ve Irak’ın fiilen bölünmesinin, istikrarlı bir demokrasiye geçişten çok daha güçlü bir olasılık” olduğunu iddia ediyordu.
Irak’taki birçok gözlemci, “Irak’a ABD müdahalesinin kaçınılmaz sonucunun iç savaş olduğunu” ve Yugoslavya’da Tito’nun ölümünden sonra yaşananlara benzer bir sürecin Irak’ta yürürlükte olduğunu ifade ediyor. Farklı kaynakların çizdiği bu karamsar tablo karşısında, yukarıdaki iyimser değerlendirmeleri dile getiren Celal Talabani hangi ülkenin devlet başkanı sorusunu insan sormadan edemiyor.
Birleşmiş Milletler kaynaklarının verdiği bilgiye göre, 2006’nın ilk altı ayında Irak’ta 14.000 sivil öldü. Bunların ezici çoğunluğunu işgal gücü askerleri değil, Iraklılar öldürdü. İnsanların kimliklerine göre öldürüldüğü ve artık ABD askerlerine ve onlarla işbirliği yapanlara karşı yönelik olmaktan çıkan çok taraflı bir şiddet artık Irak’ın esas hakimi. Sünnilerin Şiilere ve Şiilerin Sünnilere karşı toplu kıyım girişimlerinde bulunmasıyla iç savaş eşiği aslında birkaç ay önce aşıldı. Şimdilik “düşük yoğunluklu” olarak nitelenen ve Irak güvenlik güçlerinin de, mezheplerine göre taraf olmaya başladıkları bir iç savaş bu.
El-Kaide’nin Irak’taki yöneticisinin haziran ayında öldürülmesini izleyen günlerde ABD’nin Irak büyükelçisi Halilzad, bunun “Sünni kökenli teröre” son vermeyeceğini, ayrıca gelecek dönemde Irak güvenlik güçlerinin kendi klanlarını, ailelerini, cemaatlerini koruma telaşı içinde, birbirlerine düşebileceklerini ifade etmişti.
Bu öngörünün doğrulanması gecikmedi. 8 Ağustos’ta Irak’ın Şii Başbakanı, bir gün önce Irak ve ABD güçlerinin Sadr City’ye yönelik, Mehdi Ordusu’nun bir yöneticisini yakalamak için başlattıkları hava destekli operasyondan haberi olmadığını, bir kişiyi yakalamak için bir yerleşim merkezine hava saldırısı yapmanın arkasındaki amacı anlamadığını beyan etti. Mehdi Ordusu’nun liderini temsil eden birkaç kişi Irak’taki “ulusal koalisyon” hükümetinde bakanlık koltuğunda oturuyor. ABD ordusunun Irak güvenlik güçlerini yanına katarak, Mukteda El Sadr’ın kalesi olan mahalleye saldırması, insana ABD Irak’ta mezhepler arası bir iç savaşı mı körüklüyor sorusunu sorduruyor.
Sorunun bir de diğer yüzü var. ABD’nin yarın Irak’tan alelacele çekilmesi, gelinen aşamada hayırlı bir gelişme midir? Türkçe çevirisi 9 Ağustos tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan yazısında, ABD muhafazakar çevrelerinin önde gelen isimlerinden Thomas Friedman, “savaşı desteklemiş biri olarak, ABD’nin Irak’ta daha fazla kalmasının yararı olmadığını kavradığını” söyledi. Friedman, bundan sonra, yani iç savaş iyice alevlendikten sonra, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin İran’a zarar verecek en anlamlı eylem olduğunu iddia ediyor. Böylece, ABD’ye “karşı düşmanlık konusunda geçici olarak birleşen Iraklı Arapların İran’a karşı tarihsel düşmanlığı(nın) tekrar su yüzüne çıkacağını” öngörüyor. Kısacası “iti ite kırdırarak”, ABD’nin bölgedeki hakimiyetini pekiştireceğini ve güvenliğini sağlayacağını söylüyor. Petrol fiyatlarının 100 doların üzerine fırlamasının alternatif enerji kaynaklarını verimli hale getirip, “bu netameli bölgeye bağımlılıktan kurtulunması” için olumlu bir etki yaratacağını iddia ediyor. Muhafazakarların bir bölümü, ortalığı yakıp yıktıktan sonra, bırakıp gitmenin en iyi çözüm olduğunu savunuyorlar.
İsrail’in uzun bir dönemden beri hazırlandığı, Lübnan’ın güneyine yönelik operasyona ABD’nin yeşil ışık yakması ve bugüne kadar var gücüyle desteklemesinin de gösterdiği gibi, sonuçta ABD’li muhafazakarların Ortadoğu’da herkesin herkesle savaşır durumda olacağı bir kaos tasarladıklarına dair güçlü işaretler var. Böyle bir kaosun “kökten bir temizlenme”ye yol açacağını, bölgenin haritasının baştan aşağı yeniden çizilmesiyle sonuçlanıp, bu büyük yangından sonra Ortadoğu’ya barış ve istikrarlı bir demokrasinin yerleşebileceğini düşünenler, bu söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı, bilmiyoruz? Ama görünen o ki, bu “yaratıcı kaos” perspektifini iyimser biçimde yorumlayanlar sadece ABD’li muhafazakarlar değiller. Irak’ta ve bölgede de bu hikayeye inananlar, inanmak isteyenler veya buna inanıyor gibi gözükenler var. İnsan hem hayrete düşüyor hem de bir kat daha fazla dehşete kapılıyor.
Radikal İki, 13.8.2006