Hayatınızda hiç şu cümleleri duydunuz mu; Araplar pisler, kabalar/ kural tanımıyorlar, kültürsüzler/ Araplar yüzünden ev kiraları arttı, bizden daha iyi evlerde oturuyorlar/ dolarla gelip burada bizden daha çok harcıyorlar, bizden daha iyi yaşıyorlar. Suriyeliler ucuza çalıştığı için iş bulamıyoruz, Suriyeliler bile iş sahibi… Peki, bu cümlelerden herhangi birini en azından bir kere kullandınız mı? Bu ifadeler nefret söylemi midir yoksa sadece basit bir düşünce ifadesi mi?
Kendimizi, arkadaşlarımızı, gazetecileri, akademisyenleri düşünelim; günümüzde arda itilmiş yaşam haklarını oldukça bilinçli savunanları. Mesela hayvanların yaşamlarını doğal ortamlarında sürdürebilmeleri gerektiğini savunan, yeşil bir dünyanın önemini vurgulayan ya da kadınların - çocukların yaşam hakkını gözeten ve tüm bu savunu, vurgulama ve gözetimi sağlayan politikaları destekleyen tutumları, yazı-çizim- şarkı- eylem dolayısıyla tüm ifade alanlarında paylaşanları aklımıza getirelim. Peki tüm bunlara, sergileri sayesinde kanıtlanmış demokratik siyasi görüşüne karşın, birisi Arap, Suriyeli, Kürt ya da Ermeni, Musevi hakkında kişisel bir fikrini söylerse, bu fikir de bireysel bir deneyimi değil “İsmin” tümünü kapsayan bir yapıda ise, nefret söylemi kullanmış sayılır mı?
Kayseri’deki çocuk istismarı sonrasında tüm Suriyelilere dönük yaşatılan korkunç süreç, bir arkadaşımın annesinin korkusunu hatırlattı. Kamp Armen zamanı, bir arkadaşımın annesi kendi yaşıtları ile konuşurken “korkuyorum bir gün kapıya dayanırlarsa ne yaparız, komşumuz mu var ki kime gideriz, kim dur der” demişti. Ben de “daha neler, artık o kadar kolay mı” diye geçirmiştim içimden. Zamanla fikrim değişmeye başladı ve şimdi anlıyorum ki meğer çok kolaymış. Belki tek bir hareket, tek bir cümle, tek bir kelime ya da tek renk bir boya evimizi hedef haline getirebilir, bir gece kapımıza dayanabilir, yakıp yıkabilirler…
Her eylemi başlatan sözün gücüdür. Barışı da, kavgayı da, kaosu da tek bir cümle başlatabilir. Türkiye ise bu başlangıçlar için bol pratik yapabileceğimiz bir zemin ve politika anlayışına sahip. Nefreti o kadar içselleştirdiğimiz için bazen kurduğumuz cümlenin içeriğini ayrıntısıyla düşünmüyoruz bile. Taksim’de rahat yürüyemediğimiz zaman hemen “yürümeyi bile bilmeyen Araplar” ilan ediyoruz, oysa geniş anlamıyla İstanbul’un popülasyonu, turistik yerleri ile bağlantısı aklımıza gelmiyor.
Gelmiyor çünkü uzun yıllardır dost-düşman ayrımına dayalı bir politika yürütüyoruz. Yürüttüğümüz politikanın temelleri 1930’lara ve Nazi Almanya’sına kadar uzanıyor. Carl Schmitt’e (1888 -1985) göre politika kavramının temel kriteri dost ve düşman ayrımıdır.[1] Bu dost ve düşman ayrımının içeriği belirgin değildir, belirgin olmasına da gerek yoktur. Bu ayrımda vurgulanan tek şey, dostluğun ve düşmanlığın gruplar arası olduğudur. Ancak bu gruplar ahlaki, ekonomik ya da estetik anlamda zıt veya benzer olmak zorunda değildir. Bu nedenle, Schmitt'te bu ayrımı temellendirecek belirgin bir zemin bulunmamaktadır. Ancak, dost ve düşman ayrımı, fiili bir çatışma olasılığını sürekli canlı tutmak için gereklidir. Bu yaklaşımın amacı, gerçek bir savaş ihtimalini sürekli canlı tutmaktır, çünkü Schmitt'e göre, savaş ihtimali insan davranışlarını kontrol etmeye hizmet edecektir.
Şimdi dönüp kendi kurduğumuz cümlelere odaklanalım, acaba farkında olarak ya da olmayarak Schmitt’in bahsettiği politikaya hizmet ediyor muyuz? Genellikle, aktif olarak mülteci/göçmen/sığınmacı gruplarla çalışmayan ama bir şekilde akademi/haber alanında çalışanlar önce, özelde hükümetin, genelde ise Türkiye siyasal figür/partilerinin somut göçmen politikası olmamasına dikkat çekiyor. Bu dikkat çekiş, aslında normal olan çünkü diğer tarafta savaştan kaçıp nerede-ne şekilde izin veriliyorsa onu keşfedip yeni bir yaşam alanı kurmaya çalışan insanlar var. Bu yaşam alanı denilen şey sadece oksijen tüketmek değildir, sağlıklı beslenebilmek, sağlık hizmeti alabilmek, bir işte çalışmak, bizzat işin sahibi olmak, Türkiye için ütopik ama oyun oynamak, gezmeye gitmek, resim yapmak, şarkı söylemek tüm bunların hepsini kapsar. Oysa en basiti, üreme bile Suriyeliler üzerinde, yaşama direnmenin sembolü oluşu bir yana atılıp, aşağılayıcı bir üslupla kullanılıyor. Gelgelelim hükümetin yanlış politik kararlarının eleştirisi ile başlayan ve yine aynı eleştiri ile biten cümlelerin arasında, Suriyelileri yine her şeyin faili gösteren ifadeler kullanılıyor. Örneğin, dinlediğim bir gazeteci, yanlış politik kararların en başında “Bunlara biz misafir dedik” yani belirli bir program kapsamında ülkeye girişini sağlamayıp misafir gibi oynak bir zemine dayanan terimler kullandık demek istiyor. İstiyor da, en başta beliren “bunlara” ifadesi zaten üstenci, nesneleştirici bir üslubu barındırıyor. Konuşmanın devamı şu şekilde ilerliyor: “kendi okullarını kurdular, kendi mahallelerini kurdular, çeşitli semtleri ele geçirdiler, çeşitli ilçeleri ele geçirdiler. Hatay’da bazı ilçeler bir Suriye şehri gibi…”
“Kurdular, ele geçirdiler…” telaffuzu ne kadar kolay ama içeriği ne kadar hedef alıcı birkaç kelime. Bu ifadeleri duyunca aklıma direkt Bandista’nın Beton Millet Sakarya şarkısından şu sözler geliyor: “Bir kez ikna olunca milliyetçilik harcı / Farklı olana sözü defol git pis yabancı / Mozaikten haz etmez de mermer bile Yunanca / Lakin her dilde faşizm beton millet Sakarya.” Tam da böyle bir şey hedef gösterme, bir kez ikna oldun mu, belagati kuvvetli bir politikacı, gazeteci ya da arkadaşa denk geldin mi, muhakeme gücün gençlik yaşlarınızdan bu yana desteklenmediyse hemen kendini kaptırabilirsin. Bu ifadeleri, ayrıştırıcı kuvvetlerini fark etmeden, gayet demokrat bir insan olduğunu savunarak kullanabilirsin. Dinlediğim gazeteci de şöyle başlamıştı cümleye: “Bir defa bunun meşrulaştırılacak, haklı gösterilecek hiçbir şey yok. Aa ne kadar güzel Suriyelilerin arabalarını yakmışlar, bilmem ne kim diyorsa, hadi lan deyin yollayın yanınızdan. Böyle bir çözüm yok.” Sağduyuya davet eden, iç savaş tehlikesine karşın temkinli olmanın ve önlem almanın gerekliliği ile başlayan cümleler Suriyelilerin fail oluşlarıyla son buluyor.
Çok uzun zamandır insanlara yaklaşım temelsiz bir dost- düşman ayrımından beslenerek büyüyor, büyütülüyor ve artık biz de bu cümleleri yayarak çevremizi etkiliyoruz. Birkaç ay önce “Ermenilerin maddi durumu iyi olduğu için genel profilden farklıymış” diye bir cümleye muhatap oldum. Mesela bu fikri kim muhatabıma söylediyse tanıdığı üç-beş kişiden gözlemle, bir kitlenin özelliği gibi konuşma yapıyor ve özellikle ekonomik krizde olunan bir dönemde bu söyleminin neler doğurabileceğinin farkında bile değil. 6-7 Eylül’ü hiç yaşamamış gibi, Varlık vergisinden bir habermişiz gibi bir tutum takınamayız, her cümleyi tartmak zorundayız.
Dost düşman ayrımı temelinde şekillenmiş söylemlerimizi bir de Bartolomé de Las Casas’ın[2] ifadeleriyle düşünelim: “… bir adamın konuşma tarzı bir başkasına kıyasla garip olduğunda, dilini iyi telaffuz edemediğinde veya konuşma sırasında insanlar birbirleriyle anlaşamadığında, ona barbar denmesi yaygındır.” Bu açıdan bakınca bizler de başkalarının barbarıyız. Yani temel insan hakları zemininde düşünemediğimizde basitçe “kendini başkasının yerine” koyma yöntemini uygulayabiliriz. O zaman fark edeceğiz ki savunduğumuz söylemler bir başkasının barbarı olan bizi de etkileyecek. Sanmıyorum ki yeryüzünde aklı başında hiç kimse çocuk istismarcısı için “müebbet mi aldı bu onun için yeterli bir ceza” diye içinden geçirsin. Hepimiz o çocuğun hissedebileceklerini düşünüp kinleniriz, şiddete meylederiz. Ancak aklımızdan geçenleri ne dilimize ne de eyleme dökmemeliyiz, bizi insan kılacak ve tutarlı gösterecek olan, kendi barbarlığımızla tanıştırıp başkalarına çoğulculuk anlayışıyla bakmamızı sağlayacak olan, gerçek anlamda barışçıl bir gelecek kuracak olan, çocuklarımıza-öğrencilerimize barış inşa çalışmalarımızı dürüştçe verecek olan, işte kendimizi bu sınırlayışımızdır.
[1]Schmitt, C. (2005). Political Theology. The University of Chicago Press.
[2] Casas, B. d. (tarih yok). Bartolomé de las Casas: A Short Account of the Destruction of the Indies. Columbia University: https://www.columbia.edu/acis/ets/CCREAD/lascasas.htm