“Sınırlı bir Dünya’da Sınırsız Büyümeyle Nereye...”
Fikret Başkaya ile Son Kitabı Üzerine Söyleşi

Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek kitabınız için kutlarım. Kitap gerçekten konuyla ilgili serinin bir toparlaması niteliğinde olmuş. Sizinle ekoloji ve toplum temelinde yaptığım bu beşinci söyleşimizde kapitalizmin son iki yüz yılını kapsayan endüstriyel dönemde insan-doğa ilişkisi üzerine yoğunlaşmayı öneriyorum. İnsan sadece yeryüzündeki doğanın değil, kozmolojik bütünlüğün de bir parçası iken tüketim toplumunun uzattığı aldatmalara kandı. Nitekim kendine yabancılaştırılması ürkütücü sonuçlara ulaştı. Artık sadece insan merkezli yaşamın (Antroposen) vurgusu değil, kendinin bir özelliği olan alet yapması onu teknolojik üstünlüğüyle neredeyse robotların dünyasına hapsetme aşamasına geldi. Kitabınızda halihazırdaki sosyal, ekolojik ve ekonomik (çok boyutlu) krizi kapitalizmin son krizi olarak nitelendiriyorsunuz. Bir başka deyişle bu krizden çıkamaz çünkü dünyanın kaynakları bitti demek anlamında sanırım. Bu çöküşün en önemli yansıması ise etik ve ahlâk alanında görünüyor. O halde bizi sadece kapitalizmin büyü ya da öl düsturu keskin çizgilerle ayırmıyor. Aynı zamanda kendi elleri ve aklıyla yaptığı bu tekno-fetişizmin bataklığına da batmış insan, tekrar nasıl insani değerlere kavuşabilir?

Paradigmayı değiştirmek gerekiyor ama fazla geç kalmamak kaydıyla... Zira, geç kalınırsa geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Paradigmayı değiştirmek de düşünce tarzımızı, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı ve doğayla ilişkimizi değiştirmeyi gerektiriyor. Geride kalan dönemde iki “kopuş” söz konusuydu: Varlıkla-bilinç ayrımı ki bu dinlerin eseriydi. Beden ruhtan ayrı sayıldı, insanın kötü yanı hayvanlara fatura edildi; ikincisi, modern çağın başlarında doğaya, Kartezyen bir yaklaşım egemen oldu: İşte “insan doğanın sahibi ve efendisidir” saplantısı… Bence bu iki kopuşa dair kafa yormak gerekiyor. Bu ikili kopuşun bugünkü tablonun ortaya çıkmasında önemli bir payı olduğunu düşünüyorum…

İnsanın doğayla, insanın insanla ilişkisi radikal değişikliğe uğratılmadan aracın rotasını, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil. Doğayı korumak demek, biz doğanın dışındayız demek, oysa biz insanlar doğanın dışında değil, doğayız. Bizim dışımızda bir doğa var da onu koruyacağız diye bir şey yok! Eşzamanlı olarak toplumsal yaşamımızı ve doğayla ilişkimizi dönüştürmemiz gerekiyor.

İnsan alet yaratabilen bir hayvan. Aslında onun bu özelliği, bu yeteneği, “insanlaşmasını” da mümkün kıldı ama kapitalizm çağında teknoloji bir yıkım ve yok etme aracına dönüştü. Artık her teknolojik yenilik daha büyük yıkım demek ama insanlar modern teknolojiden büyülenmiş durumda. Rahatsız edici bir teknoloji hayranlığı var. Yaklaşım özetle şöyle: Sorun mu var, mesele yok, teknoloji çözer. Aslında kapitalizm dahilinde her teknolojik yenilik, daha büyük doğa yıkımı/katliamı demek. Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem. Oysa etik, sınır demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır. Etik kaygılara yabancılaşmanın son derecede olumsuz sonuçları var. Sınırlı bir Dünya’da sınırsız büyümeyle nereye…

Kapitalizm yaşayan her varlığı nesneleştirip yaşamaz bir atık (ölü hale) getiriyor ya da sizin deyiminizle bir kadavra medeniyeti yaratıyor. O halde gerek insan ve gerekse doğada yaşayan canlılar temelinde doğanın tüm canlı ve cansız varlıklarıyla (hatta litosfer ve biyosferiyle) bir kozmik ekolojik restorasyon nasıl sağlanabilir? Türcülüğe karşı çıkarken bu yaşayan ve yaşamayan kısmına  ben çok takılıyorum. Çünkü ekolojik restorasyonda, örneğin Çernobil’in yok ettiği yerlerin nasıl yaşar hale getirileceği üzerine çalışmalar yapılıyor ve doğa uzun sürede de olsa yanıt verebiliyor. Kısacası bugün yaşamayan olan yarın yaşar hale getirilebilir. Zaten bazı arkeolojik veriler de bize bunu gösteriyor. Örneğin yıllar öncenin fosilleşmiş bağ çubuğundan o kaybolmuş üzüm türü üretilebiliyor. Doğa kendi içinde uygun koşullar olduğunda bu yaşatma potansiyelini taşıyor. Zaten bize umut veren de bu sanırım. Yeniden o canlılığa yardım etmek ise insana düşüyor. Elbette her şeyin çaresi var, o halde dert etmeyelim, ölen ölür zaten, kader ya da doğal seleksiyon da var demek de istemiyorum. Burada insanın sadece kendi varlığı değil, çevresinde ona destek olan diğer varlıkların devamını istemesinde de bir insan merkezli bakış açısı yok mu? Son yıllarda tüm dünyada her ne kadar doğanın da hakları vardır diye ekokırım konusu gündeme getiriliyor olsa da bir nehrin, bir ormanın bir dağın insan canlısı kadar hakkı olmalı desek de, buna etik değerleri olan insan karar veriyor. O halde insani etik değerler önemli. Diğer varlıkların haklarını da insan dile getirebileceğine göre insanın kendine çeki düzen vermesinden umudu kesmememiz mi lazım? İnsan kibirsiz saygın bir özne haline tekrar nasıl gelecek? Can çekişen bu etik değerli insanı kültürünü nasıl yaygınlaştırabiliriz?

Kapitalizm insanlığın ve uygarlığın “normal hali” değil, temelli bir sapma. Araçlarla amaçlar tersyüz olmuş durumda. Kapitalizm dahilinde üretimin “birincil”, “asli” amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, piyasada satmak üzere meta üretmektir. İhtiyaçların tatmini piyasa dolayımıyla gerçekleşiyor. Oysa ilişkinin yönünün ihtiyaçtan üretime doğru olması gerekirdi. Bu durum, periyodik (konjonktürel) krizlerin de nedeni. İkincisi, doğa-toplum-ekonomi ilişkisi de problemli. İlişkinin yönünün doğadan topluma, toplumdan ekonomiye doğru olması gerekirken, kapitalizm dahilinde ekonomi-toplum-doğa şeklinde tezahür ediyor. Para ekonomiyi, ekonomi de siyaseti belirliyor… Üçüncüsü, sınırsız büyüme, yayılma, genişleme sayesinde var oluyor. Etik değerlere, kaygılara yabancılaşmış bir sistem. Sınırsız üretim de doğa-toplum metabolizmasını zora sokuyor. Dolayısıyla kapitalizmin kendini yenileme ritmiyle, doğanın kendini yenileme ritmi arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Son dönemde “dünya limit aşımı” diye ölçü oluşturuldu ki, doğanın bir yılda yarattığı yeni kaynağı insanların ne kadar zamanda tükettiğini ifade ediyor. Mesela geçen yıl “dünya limit aşımı günü” 2 Ağustos’tu ki bu, yılın beş ayını doğaya borçlu geçireceğiz demek. Bu uyumsuzluğu aşmak kapitalizmden çıkmadan mümkün değil. Zira kapitalizm ehlileştirilebilir, insafa gelebilir, reforme edilebilir bir sistem değil. Esasen hiçbir üretim tarzı reforme edilebilir değildir. Her üretim tarzı belirli bir mantığa göre işler ve mantığın dışına çıkınca da sistem olmaktan çıkar. İnsanın insanla, toplumun doğayla uyumu sağlanmadan doğanın kendini tamir etmesi mümkün olmaz.

İnsan doğaya yabancılaşmaya başlarken, doğal varlıkları kullanım ve değişim değeri olarak ikiye ayırırken doğayı nesneleştirmeye başladığına göre (buna I. Doğa’dan II. Doğa ya geçiş de diyebiliriz) kültürü ortaya çıkardı ve doğa-kültür ikilemi başlatıldı. İnsan zamanla kendine uygun yaşama koşullarına göre tohumları ve hayvanları 15 bin yıl önce evcilleştirirken sorumluluk almayıp ekosistemdeki yerini anlayamaz hale getirdi. Burjuva iktisatçılar buna insan arzu ve ihtiyaçları sonsuz dedi. Ama doğanın kaynakları sınırlı demedi. Doğa hep nesne olarak orada sonsuz kaynak sağlayan depo olarak görüldü. Oysa daha Antroposen betimlemesi telaffuz edilmeden de biz toplumsal ekolojistler insan merkezli yaşama eleştiri getiriyorduk. Ancak şimdi bıçak kemiğe neredeyse dayanmış durumda. Artık sadece küresel iklim ısıtmayla yüz yüze değiliz. Aynı zamanda ütopyalar da tükenmiş gibi görünüyor. Her şeyi mühendislik harikaları ve yeşil teknolojilerle çözeceğini sanan hâkim bir anlayış var.  Bu yeşil badanalı kapitalizm şimdilerde Mars gezegenini (gelecekte belki başkalarını da) parselleyip pazarlamaya soyunuyor. Bir başka deyişle yapay zekâya umut bağlamış bir insanlıkla umudunu tekrar nasıl yeşerteceğiz?

İhtiyaçlar sonsuzdur tekerlemesi, sınırsız üretimi meşrulaştırıp dayatmak üzere peydahlandı. Her şeyin sınırlı olduğu bir dünyada ihtiyaçlar niye sonsuz olsun? Yeşil teknoloji retoriği, kapitalizme “yeni değerlenme” alanları açmanın aracı. Bu dünyada “yeşil teknoloji” diye bir şey mümkün değildir. Sermaye her tökezlediğinde, kendini yeniden üretmekte zorlandığında bir ‘yenilik’ peydahlayarak yeni değerlenme alanlarına, ürünlere, dolayısıyla yeni piyasalara kavuşuyor. Petrol ve doğal gazla değil de elektrikle yol alan arabaya “temiz araba” diyorlar. Bir kere benzin-mazotla değil de elektrikle yürüyen araba için daha çok kaynak harcamak gerekiyor. Üretim aşamasında harcanan gaz emisyonu göz ardı ediliyor. Eğer bu dünyada nasıl “temiz savaş” diye bir şey mümkün değilse, “temiz araba” diye bir şey de mümkün değildir. Elektrikle çalışan arabaya “temiz araba” diyorlar. Arabanın deposunu benzin mazot, likit gazla doldurmak yerine, bataryaya elektrik yükleniyor. Bu durumda atmosfere daha az karbon gazı karışıyor. Fakat nüanse edilmesi gereken bir şey var, zira arabanın neden olduğu karbon gazı emisyonu sadece araba yol alırken ortaya çıkmıyor. Bir arabanın neden olduğu karbon gazı emisyonunun %56’sı arabanın üretim aşamasında, %4’ü araba hurdaya çıkıp sökülünce, %40’ı da araba çalışırken ortaya çıkıyor. Birinci sorun bu. Fakat daha önemli bir sorun var ki, o da arabanın bataryasına yüklenen elektriğin nasıl üretildiğiyle ilgili. Eğer bataryaya yüklenen elektrik termik santrallerden geliyorsa, temiz araba “kirlenmiş” oluyor. Bu durumda elektrikli araba benzinle, mazotla çalışandan daha çok karbon gazı emisyonu yapıyor. Üstelik batarya üretimi kobalt, lithium, neodiym, garfit gibi değerli ve kıt madenlere dayanıyor.

Ütopya sorununa gelince, şimdilerde bir ütopya zaafı olduğu kesin. Oysa, geride kalan en zor dönemlerde bile canlı bir ütopya varlığını sürdürmüştü. 1980’den itibaren neoliberalizmin dayatılması, 1990’da da Sovyet sisteminin çökmesiyle bir ütopya zaafı ortaya çıktı ama bu durumun geçici olduğunu söyleyebiliriz. Zira umut “mümkün olanla, muhtemel olan” arasında bir yerlerdedir ve hiçbir zaman yok olmaz. Bu günkü moral zaafın uzun süreli olmayacağını söyleyebiliriz. Harika İngiliz şair Percy Bysshe Selley’in “Prometheus Unbound” (“İpleri çözülmüş Promete”) şiirinde dediği gibi, “umut düş kırıklıklarından düşünü yaratır”…  Son tahlilde insan irade sahibi bir yaratık olduğuna göre… 

Biraz da yerellik ve küresellik üzerinden ilerleyelim: Bildiğimiz gibi sorumlu yurttaş olmanın gereklerinden en önemlisi insanın yaşadığı yerdeki sorunların çözümünde aktif bir özne olması. Örgütlenmesinde katılımcı süreçler izlemesi vb. Oysa yerellik kapalılık da getirebiliyor. Türkiye’deki hemşericilik gibi… Dünyadan da çeşitli örnekler verebiliriz, mesela Amerika’daki Amişler gibi bazı ekolojik yaşamlar, köy örnekleri de var başka yerlerde... Oysa küresel düşün yerel hareket et sloganı hâlâ geçerli. Evrensel sorunlara ve değişimlere kulağımızı açık tutup oralardan esinlenmelerimizi yerel kültürle birleştirmemiz gerekiyor. Ancak biz Ortadoğuluların (hep sınırlarda olmamız nedeniyle belki de) sabırlı olamama ve koalisyonları uzun süre bir arada tutamama, çabuk kutuplaşma gibi özelliklerimiz var. O halde siz Ortadoğu forumu olarak eminim bu konulara fazlasıyla kafa yormuşsunuzdur. Biz yerelliğe odaklanırken bölgesel ve evrensel değişim pratiklerine uyumda nelere dikkat etmeliyiz? Çalışmamız gereken ev ödevlerimiz neler olabilir?

Aslında yerellik/evrensellik meselesi çok önemli. Fakat Türkiye’de köklü bir “yurttaş olamama”  sorunu var. Onca “modernlik”, “çağdaşlık”, “ilericilik” retoriğine rağmen, padişahın kulu bir cumhuriyetin yurttaşı olabilmiş değil. Geçerli genel bilinç, yurttaş bilincinden çok bir tür misafir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalaması gibi. Bunun birden çok nedeni olduğunu söylemek mümkün. Bir kere bizim geçmişimizde geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma yaşanmadı. Bir aydınlanma, modernite devrimi yaşanmadı. Üstelik rejim de onca modernlik, çağdaşlık, ilericilik retoriğine rağmen insanların yurttaş olmasına izin vermedi. Belki bir neden de Anadolu’nun çok yerden gelen mültecilere kucak açması olabilir. Bu rejim halk tarafından gelen hiçbir hak talebine olumlu cevap vermiyor. Eğer kapı açılırsa kimin geçeceği belli olmaz diye düşünüyorlar. Yurttaşın en kısa tanımı, verdiği verginin hesabını sorabiliyor olmasıdır. Bizdeki yurttaştan çok “sayın seyirci”… Geride kalan yüz yılda bunun sınırlı istisnası 1960-1980 yılları arası dönemdi… Fakat rejim peş peşe darbelerle sürecin önünü kapattı. Yurttaş olmakla ilgili bir önemli sorun da dinci gericiliğin devlet aygıtını ve toplumu kuşatma hamlesi… Eğer dinci kuşatma vakitlice püskürtülemezse, artık bu ülkede yurttaşın esemesi okunmaz olacak. Memleketin sahipleri, sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceğini biliyorlardı. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar.

Esasen nasıl bir toplumda tek başına çözüm yoksa, küresel ölçekte de öyle… Artık hiçbir toplum tek başına yüzleşmek zorunda olduğu sorunlarla baş edemez. Ulusal sınırların ötesine de bakmak gerekiyor. Üstelik ekolojik yıkımın ve iklim krizinin ulaştığı boyutlar ortadayken, küresel sorunlara yabancılaşmanın maliyeti giderek büyüyecektir. Milliyetçiliğin neden olduğu miyopluk rahatsız edici boyutlarda. Artık ulus-devletin aşılmasının da zamanı gelmiş olmalıdır. Ulus-devlet kapitalizmin eseri ve kapitalizm artık gününü doldurdu. Velhasıl sadece içe kapanarak yüz yüze geldiğimiz sorunlarla başa çıkmak mümkün değil.

Gelecekte daha fazla yüzleşeceğimiz gerçeklerden biri de gıda krizi. Her ne kadar monokültüre dayalı endüstriyel tarım büyük topraklarda gerçekleştirilse de dünyayı hâlâ %70 oranında küçük ölçekli tarım besliyor.  Küresel kuzeyin karbondioksit emisyonları küresel güneyin yoksullarının ürün kaybına neden oluyor. Ekososyalist bakış açısıyla küçülme ya da büyümeme hareketinde ekolojik eşitsizlik konusu epey önem taşıyor. Çünkü kuzeyin zenginliği, güneyin hammadde kaynakları ve ucuz işgücü, hatta toksik atık dağlarıyla toprak ve su kirliliği de demek. Kitabınızda önemle üzerinde durduğunuz, Avrupa merkezcilik ki elbette bunu Amerika merkezcilikle birlikte anmak gerekir. Degrowth hareketinde yeşil liberal bir kanat olsa da ekososyalizme kafa yoran gruplar da mevcut. Ancak yine de ilk aşamada ele alınanlardan, örneğin çalışma saatlerinin azaltılması, evrensel geçim indeksi, yaban alanların artırılması gibi kavramlar sadece Batılı ülke ekonomileri için geçerli gibi görünüyor. İhtiyaçlara göre planlı küçülme üzerinde siz de duruyorsunuz. Sizce bu durum bizde nasıl olabilir?

Aslında dünyayı doyuran şimdilerde “Küresel Güney” denilen, dünyanın öteki büyük yarısının kadınları… Bidayetten itibaren kolonyalist/emperyalist Batı’nın zenginliği dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı sayesinde mümkün oldu. Bugün de Garp Cephesi’nde yeni bir şey yok. Planlı küçülme olmadan taşı yerinden oynatmak mümkün değil, fakat kapitalizm dahilinde küçülme/büyümeme (degrowth-décroissance) mümkün değildir. Dolayısıyla neden söz ettiğini, ne ile cebelleştiğini bilmek önemli. Kapitalizm varlığını büyümeye borçlu. Büyüme veya yok olma ikilemi söz konusuyken, degrowht’tan söz etmenin bir karşılığı olmaz. Aslında küçülmeden neyin murat edildiğine de açıklık getirmek gerekir. Zira, üretiminin yasaklanması ve/veya kısılması gereken şeyler var ama artırılması gereken şeyler de var. Emperyalist Batı’da hayat standardını düşürmeden üretimin kısılması mümkün. Elbette “Küresel Güney”de de üretiminin kısılması gereken şeyler ama artırılması gerekenler daha çok. Küçülme her şeyin üretiminin azaltılması anlamında anlaşılmamalıdır. Kapitalist üretim kâr amacıyla yapıldığı için, üretilenin satılması (realizasyon) yeterli koşul sayılıyor. Bir tarafta aşırı üretim var, diğer tarafta yüz milyonca insan yeterli gıdaya, temiz suya ulaşamıyor. Milyarlarcası da insanca yaşama standardının altında var olma mücadelesi veriyor. Sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme tam bir saçmalık.

Üretimin kısılması, çalışma sürelerinin azaltılması, demokrasinin güçlenmesini de sağlayabilir ama kapitalizmden çıkmadan taşı yerinden oynatmak mümkün değil. Taşı ancak ne yaptığını bilen etkin bir kızıl-yeşil birlikteliği yerinden oynatabilir. Ya ekososyalizm olacak, ya da işler sarpa sarmaya, insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecek.

Türkiye de 2019’da gecikmeli olarak Paris Anlaşması’na imza attı. Şimdi bizim de bir yeşil dönüşümümüz var. Hangi strateji ve eylemlilikler olacağı devletler arası karbon piyasası üzerine bazı ticaret kriterlerine uyulmaya çalışılıyor. Avrupa’da adil geçişten (just transition) söz ediliyor. Oysa Türkiye, son yıllarda, özellikle Covid-19 döneminden beri %14’ten daha fazla çöp alan ülke konumunda dünyada birinci görünüyor. Bunun önemli bir kısmı da asbestli sökülecek gemiler vb. toksik atık olabilir.  Artık bir yenidoğanın kanında dahi yüksek oranda plastik görüldüğüne göre ekolojik devrimi beklerken neler yapılabilir?

Doğrusu Politik İslâmcı AKP iktidarının ekolojik sorunu ciddiye aldığını düşünmüyorum. Onların ajandasında öyle şeyler yok. Paris Anlaşması’nı da kerden imzaladıklarını söylemek mümkün. AKP geride kalan dönemin burjuva iktidarlarından farklı. Türkiye’yi bir İslâm Emirliği yapmak istiyor. Bunun için de devleti dönüştürmesi gerekiyor. Tüm kurumları çökertmesinin nedeni bu. Tüm devlet kurumlarını işlemez hale getirdiler. Yıkmak kolaydır da, yeniyi yapmak o kadar kolay değildir. Esasen Politik İslâm’ın bir toplum projesi yok. Çözümü geride aramak, gibi bir aymazlıkla maluldür. Elbette bu önceki dönemde işler yolundaydı demek değil ama bu sefer durum farklı. Her şeye rağmen doğa yağma ve talanı hiçbir zaman AKP iktidarındaki boyutlarda değildi. Elbette Türkiye’de siyasetin nasıl yapıldığını biliyoruz… Bizde siyaset bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri yağmalamak için yapılıyor. Fakat AKP bütün rekorları kırdı. Doğa yağma ve talanı insan havsalasını zorlayacak boyutlarda. Köy diye bir şey bırakmadılar. Kentler yaşanamaz yerler haline geliyor. Enerji üretimi ve madencilik tam bir vahşet halini aldı. Nerede bir dere varsa HES’lerle kapattılar. Senin de söylediğin gibi Türkiye’yi Avrupa’nın çöplüğü haline getirdiler. Atıklar besinlere karışıyor, insan sağlığı için büyük risk oluşturuyor. 2021 yılında Avrupa’dan ithal edilen atık 14,7 milyon tondu.

Müşterekler yaratma, geleceğin önemli yapıtaşlarından biri olarak görünüyor. Herkesin ama kimsenin olmayan… Su, toprak, sağlık, ulaşım, barınak en başta gelen ihtiyaçlarımız olduğuna göre 2050’ye kadar hedeflenen Net Sıfır Karbon hedefinde yeşil dönüşüm adı altında özel sektörün hızla yol aldığını görüyoruz. Örneğin, Amazon yağmur ormanlarında Shell’in devasa toprak parçası satın aldığı söyleniyor. Tohumun geleceği hakkında Norveç açıklarında Savalbard’da buzul dağı içinde dünyanın genetik çeşitliliği depolanıyor. Ancak buranın bağımsız araştırmacılara açık olmadığı belirtiliyor. Diğer taraftan kendi kurduğumuz müştereklerin iflası (tragendy of commons) diye bir gerçek de var. Özellikle kendi oluşturduğumuz müştereklerin iflasa sürüklenmemesi için önerileriniz neler olabilir?

Kapitalizm tarih sahnesine müştereklere el koyarak çıktı. Ünlü çitleme (enclosure) saldırısı kapitalizmin şafağıydı. O günden beri müşterekler özelleştirilmeye devam etti. Kapitalizm bir meta uygarlığı. Bu dünyada ne varsa metalaştırıyor, şeyleştiriyor, soysuzlaştırıyor, parayla alınır satılır nesnelere dönüştürüyor. Neoliberal küreselleşme çağında artık özelleştirilmemiş, kâr aracı yapılmış pek bir şey kalmadı… İnsan ve toplum yaşamı için gerekli olan ne varsa metalaştırıldı, bir kâr aracına dönüştürüldü. Suyun özelleştirilmesi, parayla alınıp satılması kabul edilebilir bir şey midir? Sadece bildik müşterekler değil, kamusal alandakiler de özelleştirildi. Nerdeyse “kamu hizmeti” kavramı defterden siliniyor. Aslında bu tam bir sürdürülemezlik hali. Müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir, zira müşterekler insanları bir arada tutan tutkaldır. Aslında sorun ivedilik arz ediyor. Acilen duruma müdahale etmek gerekiyor. Bu amaçla da bir bilinçlenme faaliyeti başlatmak, müştereklerin hayati önemi hakkında bilinç oluşturmak gerekiyor. Bunun için de politik ataletten kurtulmak gerekiyor. İnsanlar olup biteni sadece seyrediyor. Ayağının altındaki zeminin çöktüğünden habersiz, tuhaf bir “sayın seyirci”… Biz irade sahibi insanlar değil miyiz? Saldırıyı püskürtmek bizim irademizi aşan bir şey mi? Artık politikayı profesyonel politikacıların işi olmaktan çıkarma zamanı gelmiş olmalıdır.