Zihni Körelten Rutin ya da Doyasıya Tembellik

Eğer bir gün çalışmayı bırakırsak dünya nasıl bir yere döner bilmiyorum ama aç biilaç sokaklara düşeceğimizden eminim. Desem ki yıllardır şişirdiğimiz işsizlik fonundan gelen para ile rahatlıkla geçineceğiz, hayır, o da mümkün değil. Sadece belli bir süre verilecek olan para ile hayatımızın sonuna kadar yaşamayacağımız ortada. Yani bu abartılı oldu fakat hepimizin işsiz kalması durumunda hep beraber şişirdiğimiz bu fondan bazılarımız faydalanacak. Nerden mi biliyorum, çok uzak değil pandemi döneminde üç, beş maskeyi dağıtamayacak duruma gelmişti devlet.

Yine de değinmek istediğim konu bu değil. Çalışmanın bize kazandırdığı rutinin kendisini ele alıp ve neden boş vakit sahibi olamadığımızı anlamaya çalışacağım. Herhangi bir kriz anında veya bunları bir kenara bırakıp unutarak patronun o uzun keyifli boş zamana sahip olmasının ardındaki şeye odaklanacağım belki de. Tabii ki elimde bir kılavuz olacak ve yer yer referans gösterilecek.

Çalışmanın ıstırap verici yorgunluğunu uzun zamandır düşünürken bunun neye sebep olduğunu acemi şekilde sorgulardım. Uzun zaman önce rutinin asıl kötülük kaynağı olduğunu tespitlerken, konuyu daha etraflı ve sistemli ele alanların sebebini çok önce koyduklarını daha sonra fark ettim. Rutin, benim düzensiz hayatımın keyfiliğini yok etmiş olduğundan tüm günahların kaynağı olarak görülmekteydi. Belli saatlere sıkıştırılan faaliyetin kendisini sorgularken onu aşındırmak değildi amacım. Belki de buna karnı tok olanın düşünsel aktiviteye katılabileceği yargısıydı beni gerçekten uzaklaştıran. Çünkü ilkin aç karnı doyurma gerçekliği sorunun keşfini yapmaya engel çıkarmaktaydı. İşte bu yüzden ilk referans gerçeği çıplak bir şekilde öne serdi.

“İş [çalışma, emek] kapitalist toplumdaki tüm zihinsel yozlaşmaların, bütün örgensel bozuklukların nedenidir.” (Tembellik Hakkı)

Bunun ne tür bozukluk yarattığını keşfetmek zor olmasa da bir anlığına yaptığımız işi (o her ne ise) bırakıp neden devamlı aynı şekilde çalışmak zorunda oluşumuzu düşünelim. Bu, gün doğmaya yakın işe yetişmeye çalışırken de olabilir, duvar örerken de. Hatta yorgun argın eve dönerken de olabilir. Sürekli yapılan, asla doyurmayan o işin kendisini düşünelim ve senelerdir o işin yarattığı rutini. Ne tür bilgelik sağladığı?

Hiç!

Kocaman, saygı duyulan bir rutine sahip olmanın karın doyurmadığını belirtmeliyiz. Bunun ne zamandan beri değer olarak görüldüğünü bilemesem de (şüphesiz bozulmanın takibini de zorlaştırmaktadır) en azından ufak meşum bir sezgi, rutine dair uzunca bir zaman önce belirmişti. Sabahın erken saatlerinden kalkıp akşamın altısına ya da daha geç bir saate kadar çalıştığımda neden durmadan bunu sürdürmem gerektiğini düşündüm. Tüm günü çalışarak geçiren kişinin kalan saatte eve yetişmek için otobüs peşinde koşmasını asla anlayamadım. Hatta o servis aracının boğuculuğunun da beni rahatlığa yaklaştırmasını benimsemedim. İş için doğrulan araçlardan başka da bir şey olmadığımız hissiyatını o rutinden edindim. Bir müteahhitin apartmanına alçıpan taşırken ya da bir çocuğun izleyeceği animasyonun karakterini tasarlarken mutlu olamazdık çünkü işin öncesindeki kafa rahatlığı çoktan uçmuştu. Ve kalan saatte onu yakalamamın imkânı yoktu. Kaldı ki işin kendisi tüm rahatlığımızı yok etmişti. Ya bel ağrısıyla ya da uykusuzluktan şikâyet ediyorduk. İnsanların bir rutine sahip olmadan evvel ne yaptığını araştırmak çok zor değil! Asıl merak ettiğim konu hiçbir şeye sahip olmadan durmadan çalışılmaya neden itirazın edilmediğidir.

“İşçi sınıfı basit görüşlü iyi niyetiyle beyninin yıkanmasına izin verdi; çünkü doğuştan coşkunluğuyla çalışmanın ve yoksunluğun içine körü körüne atıldı. Kapitalist sınıfsa, kendini tembelliğe ve zoraki zevk alışlara, verimsizliğe ve aşırı tüketime mahkûm edilmiş buldu.” (Tembellik Hakkı)

Bazılarımızın ayak ayaküstüne atıp rahatlıkla tatil yapması, yemesi içmesi yani bu dünyanın nimetlerinden faydalanması için gerekli olan şeyin çoğunluğun çalışmasıymış! Öyle miymiş? Ağaoğlu’nun kumdan kale apartmanları, Koç’un takımını, Ülker’in gofret kadar gevrek sanat merakını düşünürsek sahiden bir takıma başkanlık edecek veya pahalı hobiler edinecek fırsatları ancak büyük şirketlere sahip olmakla başarabilirdik.

Evet, cebinde tek kullanımlık otobüs bileti yerine milyon dolarlık şirketin adı olduğu kimliği taşımıyorsak bunlar sahiden pahalı hobiler olacaktır. Bizim en pahalı aktivitemiz memleket ahvalini mahalle kahvesinde tartışmamızdır. Gerçi mahalle kahvesinin dumanlı ve futbol sesiyle dolu ortamında bir iki kelam etsek de tespitimiz üç çay borcunun utancıyla ezilebilir.

Fakat neyi yapamayacağımız ortadır. Mesela 15 günlük yıllık izni ve verilen maaşların yaşam standartlarımıza olan direngenliğini düşünürsek asla rahat bir tatil yapamayacağız. Bazılarımız (çok az bir kısım) şansının yaver gitmesiyle daha fazla tatil ve ücret sahibi olsa da bu ülkedeki çalışanların büyük kısmının asgari ücret ve tatil ile yaşamını sürdürdüğü gerçeği tespitlerimizin haklılığını kanıtlar.  

“Mala mirtiban bi seknê xira dibe. (Çingenelerin evi oturarak yıkılır.)

Neresinden bakarsak bakalım durmanın, eylemsizliğin, tembelliğin peşinden yıkımı getireceği öngörüsü uzak bir endişeden başka bir şey değil. Hele bu toplum (hiçbirine şahit olmasam da) kırsal tarım kültürünün o eğlenceli ve hayat dolu şenliklerini yanı başında taşıyorsa. Fakat kocaman bir çaresizliği büyütmekten başka da bir şeye yaramayan atasözleriyle kendi kendini işe koşullandırmakta. Bunun ne zaman ortaya çıktığını tahmin etmek zor. Fakat ortaklaşmanın o büyük köy boşaltmalarına kadar sürdüğünü anlatılanlardan biliyoruz en azından.  

Bizi korkutarak ya da yaratılan imkânsızlar içinde terk ederek ama çaresini de anlatarak ışıklı bir bilgi olarak önümüze çıkarırlar. Tek yapmamızı istedikleri karnımızı doyurmamızı sağlayan işi kabul etmemizdi. Bunun sanıldığı kadar rahatlık sağlamadığı (gerçi yapılan işin ne olduğu ve kime yapıldığı da konforu sağlayabilir) aksine boş vakti çalıp götürdüğünü gözlememiz mümkün.

Anılarında köy şenliklerini canlı tutan bu topluluk yaşamını idame ettirecek faaliyete geçmeden hayata tutunamayacağını, şu şehirlere yığılmaya başladıkları zamanda fark ederler. Yıkılan evin kendisi değil köy kültürünün kendisiydi. Toprağı işlemekten başka bir uğraş bilmeyen bu topluluk artık geleneksel türden faaliyetlerle karnını doyuramayacağını da anlamış olur. Kentli yaşamın yerleşikliğine girdikten sonra daha çok çalışması gerektiğini asfaltı boş boş arşınlarken fark eder.

“Şehir insanlarının zevkleri nitelik bakımından çoğunlukla edilgin hale gelmiş bulunuyor: sinema seyretmek, futbol maçlarını izlemek, radyo dinlemek vb. Bunun nedeni de şehirlilerin bütün enerjilerini çalışmada tüketmeleridir; eğer daha çok boş vakitleri olsaydı, şehirliler yine eskiden olduğu gibi, bizzat kendilerinin etkin rol oynadıkları eğ­lencelerin tadını çıkarırlardı.” (Aylaklığa Övgü)

Bir zamanlar sırf okulu asıp atari salonunda tekken oynadığımız için peşimize takılıp suçüstü yapan ve bununla kalmayıp kulaklarımızdan çekip bizi yerden beş santimetre kaldıran adam dünya ile iletişimi koparmış, sanal ıstakaya taş diziyor.

Eskinin bilgeliği küllenmiş; hane içindeki bilgelik koltuğunu uzun zamandır Google almış. Belki bu sebeple pabucu dama atılan yaşlı bilge köşesine çekilip (bireysel ihtiyaçları olmasa koltuğundan kalkıp rahatını bozmaz) eline sıkıştırılan android’le sanal dostlukların ve muhabbetlerin döndüğü oyunu oynamayı memnuniyetle sürdürür. (Herhangi bir ortacının darlamasına maruz kalmadan hem de.) Bu tepkisellikte, çaresizlikten öte uyum sağlama var. Yerinden edilmesi (kadim bilgeliği tarumar edilmiş, hepsi keşfedilmiş çoktan) güç kullanacağı bir kayıp olarak değil, yıllardır amaçsızca sürdüğü işin devri olarak görür. Yani yaşlı bilge elinde çiçekle selefine devrederken görevlerini, kampanya ile almış olduğu android'in taksitini otomatik ödeme talimatı verir.

İşyerinde mola saatlerinde ya da mesai sonunda eve giderken elimizdeki androidler’de sütun kırıp, şeker patlatmaktan başka da bir şey yapmadığımız ortayken (bunun bana çoğu zaman zekâ gelişimini uzaktan ölçen bir deneyin kendisi olduğunu düşündürtür) teknolojinin bizi aydınlığa götüreceğine körü körüne iman etmenin hiçbir faydası yok! Nitekim gelişen bilmem kaç sıfırlı Sanayi Devrimi bizi ıskartaya çıkaracakken (güya bu, işsizliğe sebep olmayacağı gibi muhtemelen işsizliğin önüne geçecekti) hâlâ neden bu kazançsız işi aynı gözü karalıkla sürdürmekteyiz ki?

Bunların hepsinde bir mantık arama adına... İki beyaz daire ya da kare yan yana ise bir diğer beyaz daire ve kare onu tamamlar. Benzerler birbirlerini yok eder. Aynı renge sahip objeler...

Yanılıyor muydum? O android'lerin sembolik olarak anlattığı bir şeyler yok muydu? Belki de ben emeğini satan ama bununla geçinmeyen işçiyim; o emeğimi satın alan ve karşılığında bana ihtiyacımı karşılamayan bir ücret veren patron ve ikimiz çok farklıyız mı demekteydi? Bu, bütünlük oluşturan bir benzerlik değil. Dolayısıyla ikimiz arasındaki çelişki bu eğlenceli oyunun yanıtsız bıraktığı sorulardan biri(!) Hatta yan yana gelinmesi kaçınılması gereken bir hata. Bunlar tuhaf benzerlik arayışları veya anlam arayışları olabilir. Aslında biraz gülünç görülmesini de isterim.  

Kursağımızdan en azından bir lokma sıcak yemek geçiyor, denilse de uzaklardan mekanik bir ses işitilir. Bir lokmaya bir hırkaya tamah edilmesi gerektiğini söyleyen o dervişin sesi megafondan işitilir. Kimi zaman payelidir, milyonluk lüks aracının içinde (üzerinde delik deşik edilmiş hırka olmadığı gibi kursağından bir lokmadan fazla geçmektedir. Örneğin manda yoğurdu, ejder meyvesi vs. onlardan yapılmış helal kokteyl misal) olduğunu bilsek de itibardan tasarruf edilemeyeceğini kulağımıza fısıldıyor; kimi zaman sahiden derviştir, orucu öğütlüyor.

Yani demem o ki, devamlı yapılan iş kazançlı olmamakla beraber tüm günümüzü de çalmakta. Belki de her şeyden önemlisi nasıl düşünmemiz gerektiğin dolaylı olarak etki etmekte. Ya da bu karmaşık düzenin içinde basitliğe boğuyor bizi. Dünya içinde yaşayan bizler emek satan ve sattığıyla hayatını değiştirmeyen fakat daha "ulvi bir amaca" hizmet ettiğinden büyük değişimlere sebebiyet veren işçileriz. O kadar! İşte o sermaye birikiminin ardındaki sessiz kalabalık olarak, köşemizde böbürlenebiliriz. Mesela piramitlere ya da üçüncü havalimanına bakarken (Neticede biri köle emeğiyle, öteki modern işçinin emeğiyle yaratılmıştır.)

“Gayet ciddî olarak şunu söylemek isterim ki, modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer.” (Aylaklığa Övgü)

Kaç yüzyıl geçti diye hesaplama zahmetine girmeden yahu biz neden hâlâ sekiz saatten fazla çalışmaktayız, diye sormalıyım. Neden bir hükümetin yanlış ekonomi politikasının vebalini biz çekmekteyiz. Ve neden her gelen kemerimizde bir delik açarak belimizi inceltmenin peşinde. Ya da uzak, çok uzak bir hayalin peşinde sınırları aşağıya-yukarıya çekiştirmekte. Bir merminin değerinin kaç olduğu neden bizi utandırır!

Bunun, yani rutinin düşünme tarzımıza etkisi olduğunu, onu dönüştürüp dondurduğu fikri uzun zamandır kafamın bir yerlerinde büyüyüp duruyor. Hatta biraz da sahip olduklarımızla ilişkiliydi (düzenli bir iş gibi). Belki de olamadıklarımızla (bu maddiyatın kendisiydi). Belli ki tembelliğe sahip olamayışımız hem iç huzurumuzu hem de toplumsal huzurumuzu kaçırıyordu. Antik Yunan’da değer ölçülerinden birinin tembelliğin oluşu (bireysel gereksinimlerini gidermek için çalışmak zorunda olmayanlar) boşuna değildi. Felsefenin kendisinin aç karnına yapılmayacağını söyleyenler hatalı değildi. Çalışan çoğulluk huzursuz bir şekilde geçinme hesaplarını yaparken tembel azınlık vakitlerinin önemli bölümünde hayatımızı cehenneme çeviren düzeni cilalayıp durabilir.

Diyojen'in hikâyesinin ayrıntısına girmeden, İskender’e olan cevabını kullanarak yazımı “süs”leyebilirim. "Güneşimi kapama başka ihsan istemem!" çıkışı muktedire haddini bildirme midir? Kendi "bayağı" hayatına müdahale edilmesine mi tepki vermiş ya da sahiden İskender'in keyifli bir tembellik haline engel olduğu için mi? Bunu gerçekten tam olarak bilemeyeceğim; Diyojen, aslında ne dedi, İskender neden ona lütufta bulunmak istedi? Fakat şu gerçek ki dünya işlerinden el etek çekmiş olduğu ortada; yoksa İskender'in ihsanını kabul etmemek yalnızca delilere mahsus bir davranıştır. Yani demem o ki Erdoğan'ın kafamıza fırlattığı çay ya da oyuncaklardan keyiflendiğimiz ortadayken "şahsından" lütfa mazhar olmak tarifi imkânsız mutluluğa boğar bizi. Bu durumda sokağa demlik çayımızla çıkıp keyifle içemeyeceğimiz de ortada.

Sonuç olarak, bunun Bernard Russel’in aylaklığıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur ya da Paul Lafargue’ın dedikleriyle. Her iki kitabın ortak noktası sanırım çalışma aşkını yücelten retoriğin kadim bir bilgi olmadığı, her neyse yakın bir tarihte çıktığıdır.

Acaba diye parantez açarak işin karın doyurmadığını; boş, gereksiz bir uğraş olduğunu; tüm zamanımızı çalmakta olduğunu oturup adam/kadın akıllı düşünemiyor muyuz? Elimizi koz isterken değil yahu bu amelelik belimizi kırıyor ve bizi doyurmuyor diyerek hırçın bir bilgelikle masaya neden vurmuyoruz?   

Hâlâ nefes alabiliyorken neden çalışmalıydık? Kendileri, lüks otellerde memleket durumunu konuşurlarken (biz bunu tasarruf tedbirlerinden anlıyoruz ve ne kadarının hayata geçtiğine dair tam bilgimiz yok) emekçinin de son nefesini işinin başında mı vermesi gerekiyordu? Öyle evinde rahat bir şekilde tembellik etmek çok! Çalışmak gerek sadece çalışmak(!)

Sahi tembellik etmenin neresi kötüydü? Biz işçilerin daha az çalışıp hayatına sihirli bir değneğin (Spor-Toto oynarken tuttuğumuz kalemden bahsediyorum!) değmesini ümit etmeden geçinebileceği bir ihtimal olamaz mıydı? Neden hâlâ nefes alabiliyorken yaşamak için çok çalışmak zorunda kalalım ki? Neden bazıları milyar dolarları babasının (belki de kayınbabasının) malıymış gibi yok ederken ve bütün faturanın halka kesilmesine sebep olurken çoğunluk bu yanlışın altında ezilip duruyor? Neden küçük bir azınlık durmadan zenginleşebiliyorken büyük bir çoğunluk perhize ve yaşamak için canı çıkarcasına çalışmaya gereksinim duyuyor?

İşçilerin daha az çalışıp daha çok doyduğu ve kendine ya da ailesine zaman ayırdıkları bir çalışma şekli olamaz mıydı? Tüm günü tekstil atölyesinde bir şeyler dikerek, fırında hamur açarak veya demir kaynatarak geçiren kişi şöyle sırtını yumuşak yastığa yaslayıp ayaklarını uzatarak hiçbir kaygı duymadan ıslık çalıp helal kokteyl yudumlayamaz mıydı?

Sanırım, bunların hepsinin altında bize reva görülen düzeni kabul etmemiz yatıyordu. Fakat mağduru çarmıha germeden önce göbeği dendrolojiye konu olabilecek mutlu azınlığı sorgulamamız gerek. Her yağ katmanını ayrı ayrı değerlendirmemiz ve sorunun sebeplerini iyi araştırmamız gerek. Böylelikle mutlu, tembel bir hayat bize de “nasip” olabilir (!)