Motosikletin sağ aynasındaki gevşekliği yaptırmak üzere İskitler tarafındaki tamir atölyesine uğradım. Görünürde kimsecikler yoktu. Tereddütle içeriye seslendim. Özkan Usta, elindeki somun anahtarıyla bana doğru yanaştı, derken aniden, “Acelen var mı,” diye sordu. Doğrusu ya acelem yoktu. “Tabii,” diye mırıldandım. “Gel,” deyiverdi, içeriyi gösterek, “şu boks maçını seyredelim, sonra hallederiz.” İçeriye doğru seyirttik. İki genç oğlan, konsantre biçimde duvardaki ekranı süzüyordu. Paris Yaz Olimpiyat Oyunları’ndaki boks müsabakası, “Hadi oğlum,” çıkışları eşliğinde seyredilirken, elinde anahtarıyla usta söz aldı: “Erkek gibi karı yav, tam bir erkek gücü var... Hadi!” Delikanlının biri sigara yaktı, cengaverâne, o arada telaşla “Devam et, döv, bırakma,” diye talimat verecek gibi oldu: “Yoruldu karı.” Hitap ettiği, “millî gururumuz” da olan “Busenaz’ımız”dı pekâlâ: Busenaz Sürmeneli.
Açıp kurcalayacaktım: Atmış altı kiloda, o siklette, dünya klasmanında dört yüzü aşkın sayıda kadın boksör vardı. Busenaz, dünya ve olimpiyat şampiyonluğu yaşamış isim olarak ilk sıradaydı. İki numara ise, Imane Khelif adındaki Cezayirli bir sporcuydu. İlginçtir, ilerleyen günlerde şu yaşanacaktı: İtalyan kadın boksör Angela Carini, az evvel zikredilen ikinci sıradaki Khelif ile çıktığı müsabakanın henüz ilk dakikası dolmamışken ringden çekildi. Nedeni ise çok geçmeden anlaşıldı: Rakibinin “erkek” olduğunu düşünmüş ve bunu protesto etmişti.
Evet, belki motosikletimin aynası tamir edilebilmişti ama, cep telefonlarının dijital veri akışına entegre edilmiş algoritmik yapay zekânın da bereketiyle, bir anda kendimi boks tartışmalarının ortasında bulmuştum. Swipe ve scroll zindanına düşmüştüm. Nereye kaydırsam, elimi nereye temas ettirsem birilerinin görüşüne, analizine, serzenişine, yadırgayışına tanık oluyordum: Boks, boks ve boks... Olimpik halkalar boynuma geçmiş gibiydi.
Gelişmeleri takip ediyordum: Imane Khelif’in ağır yumruklarının “maskülen” bulunduğu besbelliydi. Kadınlar klasmanında yarışıyordu ancak “fırıncı küreği gibi elleri”, “adeleli beden proporsiyonu” ile “tam bir erkek gibi”ydi o. Bir “trans kadın” olabilir miydi; yo, hayır. Federasyonların beyanatı, Spor Tahkim Mahkemesi içtihatları, olimpiyat komitesinin (IOC) kararları imdadımıza yetişmişti çünkü. Komitenin trans olduğunu deklare eden dört kadın olimpik sporcuyu akredite etmediğini öğrenmiştik. Mukayese adına örnekler verilirken, bir atletik avantaj doğurmadığı için “trans erkek” sözcüğünü zikreden pek çıkmadı. Ansızın mucitçe bir olasılık kendini dayattı: Acaba bir “interseks” olabilir miydi Khelif? Basın toplantıları, gazete köşeleri, sosyal medya gönderileri, YouTube yayınları filan derken, tornası-tesviyesi ile bir kanaat imalâthanesi kurulmuştu. Besbelli, hadise aciliyet kesbediyordu. Öyle ya, Busenaz Sürmeneli, eğer çeyrek finalde karşılaşacağı boksörü yenerse Khelif’in rakibi olacaktı. Tehlike açıktı: “Rakibini öldürebilir”di Cezayirli boksör!
Acar basın mensuplarının o muazzam, delişmen, emektar araştırmalarına tanık oluyordum: “Arkadaşlarla izledik, kendi aramızda konuştuk, ‘sahi yahu erkek mi acaba’ dedik”, “Sporcunun çocukluk fotoğrafları bildiğiniz bizim kızlar gibi” türevinden mütereddit sığlıklar devredeydi. Beri yandan, o ana dek kimseciklerin bu yaygınlıkla pek bahsine yanaşmamış olduğu “interseksüalite” üzerine konuşmalar akmaktaydı: Dış ve iç genitalya, hormon profili, kromozomal inceleme... Muktedir ve medyası, açıktı ki retorik bagajını yedekliyordu şimdiden: “Busenaz’ımız” yenecek olursa “Kadın sporcumuz erkeği yendi”, yenilecek olursa “Zaten erkekti” önermeleri kalibre edildi. Opsiyonlar kuşatılmıştı. Tüm bunlar olurken Busenaz Sürmeneli’nin, bu kez bir başka klasmanda, yani kadınlar elli kilo kapsamında yarışan Buse Naz Çakıroğlu ile sehven karıştırıldığı da oldu ama bu yalnızca bir teferruattan ibaretti... Geçerken, şu yadırganmasın: Sporun tarihsel olarak o oyunsu içleminden, “boş zaman”a gönderme yapan kökeninden (deportivo) koparak yenme-yenilme, üstelik boks özelinde ise dövme-dayak söylemini kuşanması artık kadim sayılır. Öyle ki çağdaş sporcu ethosu rekor kırma ediminin, elit atletizmin, nicelendirilebilir ve ölçülebilir kıstasların merkeze kaydedildiği hiyerarşik bir içerikle yüklenmiştir. Anımsatalım ki beden pratiklerinin “spor” şemsiyesi altında kurumsallaşması ise bir tür bedensel hareketlilik ihtiyacından, askerî beden tâlimlerinden, düzenli ordu kurumsallaşmasından ve tabii sanayileşmeden ileri gelir; bu minvalde İngiltere örneği açıktır. Takım ve müsabaka sporlarının, yani futbol, kriket, polo, hentbol, tenis, golf silsilesinin geçmişini düşünelim. Sportif aktivitenin, Britanya mirası istikâmetinde yarışmacılık ve galibiyetle özdeşleşerek “oyun”dan soyutlanması bağlamında, örneğin Seksen Günde Devriâlem’deki (J. Verne, 1872) iddialı Phileas Fogg’u akla getirebiliriz.[1]
Dönelim: Khelif’in sportif pasaportu kurcalandı, simâsı ve fizyonomisi tahlil edildi, hakkında anatomik spekülasyonlar yapıldı, 2023’te Yeni Delhi’deki yarışlardan diskalifiye edildiği anımsatıldı. Vaktiyle İstanbul’da tertiplenmiş bir turnuvada Türk boksöre yenilmiş olduğu gerçeğiyle gönüllere su serpildi. Tasnifler gözün gördüğüne indirgendi: Kadın ve erkek ayrıldı. Görünür ile aslında olan ikiliği, hükmünü icra etmeye devam etti. Sınıflandırmalar, kategoriler ile klasmanlar, düalist ideolojik setlere ve “iki”nin o hastalıklı yoksulluğuna takıldı: Paralimpik, zaten sakat-olmayandan ayrılabilmişti belki, ama siyah ve beyazı ayırmak zaten tarihsel bir vebaldi. Aksi gibi sprinterler, kas kompozisyonlarının elverdiği patlayıcı kuvvetteki üstünlükleri nedeniyle hep siyahlardan çıkıyordu; yüzücüler ise ekserî beyazlardan... Konuya ilişkin küçük şakalar yapıldı, erotik göndermelerle süslendi. Liberal politik doğruculuk da civardaydı kuşkusuz: Afrikalı sporcuya (Khelif) ayrımcılık yapmayalım istendi, nitekim ringden tepkiyle çekilen ve rakibinin elini sıkmaktan imtina eden İtalyan boksör, özür dilediğini kamuya duyurdu.[2] Standardizasyon mantığı sınır tanımıyordu: Yaş ve kilo ile biyolojik cinsiyet arasına istikrarlı irtibatlar yerleştirildi. Trans olmak ile interseksüalite birbirine karıştırıldı.[3] Çok da önemli değildi doğrusu! Fit ve atletik olalım istendi ama meydanın bir gladyatör panayırı olması da zemmedildi. Olimpik ideolojiye içkin olan milliyetçi iltihap, verili kategorilere sığmayan üçüncü türden varlıkların rüzgârıyla oradan oraya savruldu.
Nihayet... Beklenen “riziko” gerçekleşmedi: Millî boksör Busenaz Sürmeneli, karşılaştığı Taylandlı rakibine elenerek Khelif ile karşılaşma şansını yitirmiş oldu. Bu kez Tay sporcunun fiziği cinsiyetlendirildi. Ümit Özdağ söz aldı:
“Taylandlı kendisini kadın hissediyor olabilir, ancak ringe kadın olan duyguları değil, erkek olan fiziği çıkıyor. Bu şekli ile söz konusu olan spor değil, kadına şiddettir.”[4]
Başarıya, sükseye, utku anlatısına koşullanmış şovenizm, benzer “iddia”ların dile getirildiği profesyonel millî voleybolcu Melissa Vargas dosyasını vaktiyle karara bağlayarak bünyesinde massedebilmişti oysa: “Vargas Türk’tür, Türk kalacak!” Eril-heteroseksüel matrisin beden rejimini ihlâl etme “töhmet”i, ulusal gururun okşanmasıyla makbûl olma sınırları içine çekilebilmişti.
Skandalizasyon ile böbürlenme, konjoktürel koordinatlanmanın iki ana ekseni olarak işlevsel bir manevra alanı yaratıyordu. Şunun gibi: Eli cebinde, ekipmansız atış yapan Yusuf Dikeç, havalı tabancasıyla birlikte Türklük kozmogonisini, atalar kültünü, o savaşkan atavistik mitolojiyi de ateşlemiş olmamış mıydı aynı zamanda; ki, takım arkadaşı olan kadın sporcunun unutulması zaten vaka-i adiyedendir. Spor Bakanı, “Herkes ayağını denk alsın!” diye gürleyecekti.[5] Adeta hiçbir idmana gerek duyulmaksızın “zaten” başarmasını sağlayacak olan tözlerle donatılmış olan erkek sporcunun kazandığı madalya sonrası yaptığı açıklamada –o da ne- içinden geldiği Jandarma’daki kimi aktörlere sataşması, benzer türden bir ikircikliliğe konu olmuştu. Tebrikler ile suskun yutkunuşlar, devletin o yüce asaletinin çarkında tepetaklak gitmişti.
Yayıncı kuruluş olan TRT’nin kadrolu spikerinin hamasî taşkınlıkları, o sırada görmezden gelinen bir başka disiplinde final oynanırken elemelerdeki Türk sporcunun muhtemel zaferleri ile temerküz eden “fütuhat” telaşesi, salyalar hâlinde beyaz ekrandan süzülmekteydi. Mukaddesatçı hamasetin “eli cebinde” bekleyen kimerik ve kirli kimyasıydı bu... Usanarak elimdeki kumanda ile televizyonun elektrik akımını kestim, telefonu kenara kaldırdım, akabinde kendimi dışarı attım, “Biz bize yeteriz Türkiye’m,” diye sessizce ünledim, demeye kalmadan motosikletin aynasından kendimle göz göze gelip kikirdeyiverdim.
[1] Daha önce yazdığım şu metinden yararlanıyorum burada: ‘Kaslı Erkek ve İlaçları: Biyopolitik Öznelliğin Queer Serencâmı’, Klinik ve Kritik: Tıp ve Etrafı içinde, İstanbul: Akademim, 2023, s. 109-138.
[2] Euro News Türkiye (tr.euronews.com), 3 Ağustos 2024.
[3] Krş. Gerçek Gündem (gercekgundem.com), 3 Ağustos 2024.
[4] ‘Spora İhanet’, Sözcü (sozcu.com.tr), 3 Ağustos 2024.
[5] Onedio (onedio.com), 1 Ağustos 2024.