Toplumsal bir Vazife olarak “Zor Kişiliklerle Yaşamak

Asansöre binerken karşılaştığım bir yabancıya gülümseyerek “merhaba” demem, aslında basit ve içten bir selamlaşma anıydı. Ancak, karşımdaki adam bana hiçbir karşılık vermeden yoluna devam etti. Bu küçücük olay, bir anlık düşünceye yol açtı: Ona karşı herhangi bir saygısızlık yapmamıştım, neden böyle davrandı? Bu tür anlar, modern yaşamın hızlı akışında sıkça karşılaştığımız, ancak üzerine fazla düşünmediğimiz mikro deneyimlerdir. Çocuklarımızın bu tür davranışlara maruz kaldığında, zamanla bu davranışların doğru olduğunu düşüneceği endişesi de burada devreye girer. Günlük yaşamın içinde yer alan basit etkileşimler, aslında toplumsal yapının ve bireylerin bu yapıdaki rollerinin belirleyici unsurlarıdır.

Goffman’a (2016, 2017) göre, insanlar günlük hayatta sürekli olarak bir sahnede gibi davranır, belirli rolleri oynar ve bu roller aracılığıyla toplumsal normlara uygun davranışlar sergiler. Her birey, sosyal ortamlarda başkalarının beklentilerine uygun şekilde davranarak, kendini topluma kabul ettirmeye çalışır. Ancak bu süreçte karşılaştıkları olumsuz tepkiler, bireylerin topluma karşı güvenini sarsar ve kendilerini izole hissetmelerine yol açabilir. Garfinkel’e (2015) göre, insanlar gündelik yaşamda karşılaştıkları olayları anlamlandırmak ve bu olaylar karşısında uygun tepkiler vermek için sürekli olarak toplumsal kuralları ve normları yeniden üretir. Ancak bu normlar bazen bireylerin özgün deneyimlerini dışlayabilir ya da görmezden gelebilir, bu da toplumla olan bağlarını zayıflatabilir. Bourdieu’ye (2015) göre, bireylerin yaşam boyu edindikleri deneyimler, onların düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini belirleyen bir “habitus” oluşturur. Bu habitus, bireylerin toplumsal alanda nasıl hareket edeceklerini ve bu alanda nasıl karşılık bulacaklarını etkiler. Eğer bir kişi, günlük hayatta sürekli olarak olumsuz deneyimlerle karşılaşıyorsa, bu durum onun habitusunu olumsuz yönde şekillendirebilir ve toplumla olan bağlarını zayıflatabilir. İnsanlar, özellikle çocuklar, çevrelerindeki dünyayı bu tür deneyimlerle öğrenir ve şekillendirir. Peki, günlük yaşamın bu kadar mikro alanlarında iyiliği, adaleti öğrenmek bu kadar zorlaşmışken, kendimizi hâlâ nasıl gülmeye, insanlara güvenmeye, konuşmaya ve paylaşmaya ikna edebiliriz?

Günlük yaşamda bu zorlu etkileşimlerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Bu tür durumlar, bazen işyerinde, bazen aile içinde, bazen de sosyal çevremizde karşımıza çıkabilir. Psikiyatristler, bu kişilikleri tanımlamak ve onlarla nasıl başa çıkılacağına dair öneriler sunmak için kapsamlı rehberler hazırlamışlardır. Örneğin, “Zor Kişilikler’le Yaşamak” (2022) adlı kitap, bu tür insanları psikiyatrik açıdan ele alarak, onlara nasıl davranmamız gerektiği konusunda pratik öneriler sunmaktadır. Kitap, paranoyak, narsisist, şizoid gibi kişilik bozukluklarını tanımlayarak bu kişiliklerle nasıl etkili iletişim kurulabileceğine dair pratik öneriler sunuyor. Bu tür zorlu kişiliklerin sergiledikleri davranışlar, çevrelerindeki insanları çoğu zaman şaşkına çevirirken, kitap bu kişilerle yaşamayı ve onlarla etkili bir şekilde iletişim kurmayı öğrenmenin mümkün olduğunu vurguluyor. Örneğin kitapta, paranoyak bir kişilikle nasıl başa çıkılacağına dair ayrıntılı tavsiyeler yer alıyor: Niyetlerinizi açıkça belirtmek, biçimsel kurallara titizlikle uymak, düzenli bir ilişki sürdürmek gibi stratejiler önerilirken; hata yapmaktan, arkalarından dedikodu yapmaktan kaçınmanız gerektiği vurgulanıyor (Lelord & Andre, 2022, s. 79). Ayrıca, patronunuz paranoyak bir kişiliğe sahipse, bölüm değiştirmek ya da sadık bir uşak gibi davranmak gibi uç seçenekler bile sunuluyor. Ancak, bu tür yaklaşımlar, bireyi ve onun psikolojik durumunu merkeze alırken, aslında göz ardı edilen daha geniş bir sosyolojik bağlamı da gündeme almak gerekebilir.

Zor bir patronun paranoyak kişiliği, sadece bireysel bir psikolojik durum olarak ele alınmamalıdır. Bu durum, aynı zamanda işyerindeki güç dinamiklerinin, sınıfsal farkların ve kurumsal yapıların bir yansıması olabilir. Bireylerin işyerinde karşılaştıkları baskı ve stres, sadece kişisel zaafların değil, aynı zamanda kapitalist sistemin işleyiş biçiminin bir sonucudur. Örneğin, bir patronun paranoyak davranışları, yalnızca onun bireysel bir problemi olarak değerlendirilirse, bu durumu aşmak için önerilen çözümler de kişisel düzeyde kalır: Bölüm değiştirmek, avukatla görüşmek ya da sadık bir uşak rolü oynamak gibi. Ancak, bu davranışların altında yatan sınıfsal ve kurumsal dinamikleri dikkate aldığımızda, aslında daha yapısal bir eleştiriyi gündeme getirmek mümkündür. Patronun paranoyak kişiliği, belki de şirket içindeki baskıcı ve denetleyici sistemin bir sonucudur. Çalışanların sürekli izlenmesi, hataların cezalandırılması ve performans baskısı, bu tür davranışların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir.

Bir çalışan, genellikle işyerindeki görevlerini yerine getirirken kendi psikolojik rahatsızlıklarını, kişisel kaygılarını veya takıntılarını işine yansıtma lüksüne sahip değildir. Çalışanlar, işyerinde belirli bir performans standardını karşılamak zorundadır ve bu standardın altına düşmesi durumunda, işini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabilir. İşyerinde yaşadığı duygusal veya zihinsel zorluklar, çalışanın profesyonel hayatında genellikle göz ardı edilir, hatta bu zorluklar hakkında konuşması bile bir zayıflık göstergesi olarak algılanabilir. Çalışanların kişisel sorunlarını işlerinden uzak tutmaları beklenir; zira işyerindeki verimlilik, performans ve uyum, işçinin kişisel durumundan bağımsız olarak değerlendirilir. Öte yandan, bir yönetici ya da üst düzey bir pozisyondaki kişi, bu tür psikolojik takıntılarını ya da kişisel kaygılarını iş yerine yansıtma konusunda çok daha fazla özgürlüğe sahip olabilir. Bu durum, yalnızca bireysel bir sorun olmaktan çok, işyerindeki hiyerarşik yapıların ve güç dinamiklerinin bir sonucudur.

Günlük yaşamın içinde, asansörde selam veremeyen bir adamdan trafikte bağıran kişiye, eşine şiddet uygulayan bireyden işyerinde mobbing yapan bir yöneticiye kadar birçok farklı şeyle karşılaşmak oldukça güç bir durum. Bu tür etkileşimler, toplumsal yapının her katmanında var olan, çoğu zaman güç ve otoriteyle donanmış süreçlerdir. Bunlarla karşılaştığımızda, genellikle psikolojik baş etme yöntemlerine başvurmamız gerektiği öğütlenir. Ancak, bu yaklaşım, sorunun yalnızca bireysel bir düzeyde ele alınmasına yol açar ve çoğu zaman yapısal nedenler göz ardı edilir.

Eşine şiddet uygulayan bir bireyin davranışları, aile içi şiddet olarak tanımlanan bir psikolojik sorun olarak ele alınabilir, ancak bu sorunu sadece psikolojik bir perspektiften ele almak yetersizdir. Oysa aile içi şiddet, patriyarkal toplumsal yapının, cinsiyet eşitsizliğinin ve erkek egemenliğinin bir yansımasıdır. Bu tür şiddet, bireysel bir sorundan ziyade, toplumsal bir sorun olarak ele alınmalıdır. Aynı şekilde, işyerinde mobbing uygulayan bir yönetici, bireysel bir zorba olarak tanımlanabilir, ancak bu zorbalığın arkasındaki yapısal faktörler –güç dengesizlikleri, hiyerarşik yapılanmalar, kapitalist sistemin yarattığı rekabet ortamı– göz ardı edilemez.

Bu noktada, François Lelord ve Christophe André’nin “Zor Kişilikler”le Yaşamak (2022) adlı kitabında sundukları psikiyatrik baş etme yöntemlerinin sınırlılıkları belirginleşiyor. Kitap, zorlu kişiliklerle bireysel olarak nasıl başa çıkılabileceğine dair değerli öneriler sunmakla birlikte bu öneriler, sorunu bireysel düzeyde ele alıyor ve toplumsal yapının etkilerini göz ardı ediyor. Bir yöneticiye karşı dikkatli davranmak, onun paranoyak eğilimlerine uygun stratejiler geliştirmek, bireysel bakımdan etkili olabilir; ancak bu, sorunun yapısal nedenlerini ortadan kaldırmaz.

Örneğin, size idam cezası veren bir molla karşısında psikiyatrik bir baş etme yöntemi aramak, bu tür bir zorbalığın toplumsal, politik ve ideolojik kökenlerini göz ardı etmektir. İran gibi otoriter rejimlerin egemen olduğu bir ülkede, baskıcı bir yönetim altında yaşayan bireylerin karşılaştığı zorlu kişiliklerle başa çıkma yöntemleri, sadece psikolojik stratejilere dayanamaz. Bu tür bir durumda, bireyin karşı karşıya kaldığı baskı, sadece bireysel bir sorun değil, toplumsal bir sorunun bir yansımasıdır. Zira otoriter yapılar, bireylerin özgürlüğünü kısıtlayan, insan haklarını ihlal eden ve toplumsal baskıyı artıran sistemlerdir.

Diğer yandan başarılı toplumsal etkileşim örnekleri, olumlu değişimlerin mümkün olduğunu ve ilham verici çözümler sunabileceğini gösteriyor. Örneğin, Portland’daki "City Repair Project," komşuları bir araya getirerek mahallelerindeki suç oranlarını düşürmüş ve toplumsal bağları güçlendirmiştir. İspanya’daki Mondragon Kooperatifi, çalışanlarının şirketin yönetiminde söz sahibi olduğu bir modelle, ekonomik zorluklara karşı daha dirençli ve memnuniyet oranı yüksek bir yapı oluşturmuştur. Almanya’daki "Stadtteilmütter" projesi, göçmen kadınları eğiterek yerel topluma entegre etmeyi ve kültürlerarası anlayışı artırmayı başarmıştır. İzlanda’daki gençlik programı, gençlerin madde kullanımını azaltırken boş zamanlarını spor ve sanata yönlendirmelerine yardımcı olmuştur. Hindistan’ın Rajasthan eyaletinde "Tarun Bharat Sangh," geleneksel su toplama yöntemlerini yeniden canlandırarak kurak bölgelerde su kıtlığını çözmüştür. Hollanda’daki "Humanitas" programı, öğrencilere yaşlı bakım evlerinde gönüllü çalışma fırsatı sunarak kuşaklar arası etkileşimi artırmıştır. Ruanda ise, parlamentodaki kadın temsilci oranını dünya çapında en yüksek seviyeye çıkararak toplumsal cinsiyet eşitliğinde önemli bir adım atmıştır. Bu örnekler, birlikte çalışarak, yaratıcı çözümler geliştirerek ve karşılıklı anlayış göstererek zor kişiliklerle başa çıkmanın ve toplumsal sorunları çözmenin mümkün olduğunu kanıtlıyor.

Sonuç olarak, günlük yaşamda karşılaştığımız zorlu kişiliklerle etkili bir şekilde başa çıkabilmek için, bu kişiliklerin toplumsal yapı içindeki rollerini ve güç dinamiklerini anlamak önemlidir. Toplumsal normların, güç ilişkilerinin ve hiyerarşik yapıların, bireylerin davranışlarını nasıl şekillendirdiğini kavramak, bu tür kişiliklerle başa çıkmada daha bütünsel ve etkili bir yaklaşım sunar. Bu nedenle, bireysel baş etme stratejilerinin yanı sıra, toplumsal dönüşümü hedefleyen yaklaşımlar da benimsenmelidir. Zorlu kişiliklerle başa çıkmak, sadece bireysel bir mücadele değil, aynı zamanda toplumsal adalet ve eşitlik için verilen bir mücadeledir.


Kaynakça

Bourdieu, P. (2015). Pratik Nedenler / Eylem Kuramı Üzerine (H. U. Tanrıöver, Çev.). Hil Yayınları.

Garfinkel, H. (2015). Etnometodolojide Araştırmalar. Heretik Yayıncılık. http://heretik.com.tr/kitap/etnometodolojide-arastirmalar/

Goffman, E. (2016). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (B. Cezar, Çev.). Metis Yayınları.

Goffman, E. (2017). Kamusal Alanda İlişkiler (M. F. Karakaya, Çev.). Heretik Yayıncılık.

Lelord, F., & Andre, C. (2022). Zor Kişilikler’le Yaşamak (R. Madenci, Çev.). İletişim Yayınları.

Silke, C., Davitt, E., Flynn, N., Shaw, A., Brady, B., Murray, C., & Dolan, P. (2024). Activating Social Empathy: An evaluation of a school-based social and emotional learning programme. Social and Emotional Learning: Research, Practice, and Policy, 3, 100021. https://doi.org/10.1016/j.sel.2023.100021