Gazze’de Süregiden Soykırım ve İsrail-Filistin İlişkileri üzerine

Birkaç ön açıklama ile başlamalıyım.

Öncelikle, “tarihi Filistin”deki gelişmeler konusunda son derece karamsar olduğumu itiraf etmeliyim. Geçen yıl 21 Ekim'de yayınlanan bir yazıda, İsrail'in 7 Ekim'de Hamas'ın kanlı saldırısının intikamını almak için Gazze'ye karşı başlattığı imha savaşının, ülkenin ve sakinlerinin tamamen yok olmasına yol açacağı korkusunu dile getirmiştim. Filistin’in ölümüne. Soykırım niteliği apaçık ortada olan, aylarca süren katliamın ardından, durumun böyle olduğu kanıtlanıyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin defalarca yaptığı çağrılara rağmen, uluslararası toplumun aktif ya da pasif suç ortaklığı, başta Gazze'yi yerle bir eden bombaları İsrail'e tedarik eden ve etkili bir ateşkes çağrısında bulunan her türlü kararı veto eden ABD olmak üzere, sorunu daha da büyüttü. Körfez'deki Arap devletleri ve Avrupa Birliği de bu durumdan sorumludur. Filistin halkının hayatta kalma ve haklarını savunma becerisini defalarca gösterdiğine şüphe yok, ancak karamsarlığa kapılmamak da zor. Elbette bu, imkânsızı hayal etmeyi denememek için bir neden değildir. Hatta bunu düşünmeye çalışmak bir zorunluluktur.

İkinci olarak, burada bir entelektüel, bir komünist ve bir Yahudi olarak konuşuyorum (diğer başka kimliklerin de yanı sıra, bunların hiçbiri diğerlerini dışlayıcı, münhasır değildir). İsrail kendisini her zaman anti-semitizm tehdidi altındaki dünya Yahudilerinin ihtiyaç duyduğu bir ‘sığınak' olarak sunuyor ve bu da ona ne pahasına olursa olsun kendisini 'savunma' hakkı veriyor. Ancak Auschwitz'te ölen bir Vel'd'Hiv [Paris’te eskiden kapalı alan bisiklet yarışlarının yapıldığı ve Yahudilerin 1942’de toplama kamplarına gönderilmeden önce toplatıldığı bina] sürgününün torunu, Shoah anısının “Yahudi halkını korumak” bahanesiyle sömürgeciliği, apartheid'ı, baskıyı ve hatta imhayı meşrulaştırmak için sürekli olarak kullanılmasını kabul edemez. Bu görüşümün, yargılamamın tarafsızlığı konusunda şüphe yaratacağını kabul ediyorum, ancak bu konuda kimse tarafsız değildir.

Üçüncü olarak, başlarına gelenlerden sorumlu oldukları söylenebilecek olanlar da dahil olmak üzere, mevcut çatışmanın tüm kurbanları için yas tutuyorum. Bu geçmiş için de, bugün için de, ama aynı zamanda gelecek için de geçerlidir. Çünkü ne yazık ki bu savaşın yol açtığı felaketin daha da yayılacağına ve bölgenin tüm sakinlerini tehdit edeceğine inanıyorum. Başka kurbanlar da olacak, bazıları “masum”, diğerleri “suçlu”. Eylemleri eşit değildir, ancak ölümleri aynı trajedinin bir parçasıdır.

(…)

Şimdi üç noktadaki görüşlerimi özetleyeceğim.

7 Ekim ve sonrası. Hamas'ın köylere, askeri mevzilere ve binlerce festival katılımcısının katıldığı bir partiye yönelik canice saldırısı, sivillerin öldürülmesi, tecavüz ve diğer vahşetler ile rehinelerin kaçırılması, İsrail'in Gazze Şeridi ve halkına yönelik yıllardır süren baskı ve terör operasyonlarının arka planında gerçekleşti. Askeri açıdan bakıldığında bunu mümkün kılan, İsrail ordusunun emperyalizmi ve Yahudi devletinin uzun süredir Hamas örgütüne karşı kayıtsız kalması ve bu örgütü geliştirmek için ideal bir düşman olarak görmesiydi. Bugünkü intikam duygusunun insanların unutmasını ya da telafi etmesini sağlaması beklenen şey de budur. Ancak bu hiçbir şeyi haklı çıkarmaz. Hamas saldırısı, insanların söylemeye eğilimli olduğu gibi bir “pogrom” değildi (şu anda Batı Şeria'da pogromlar Filistin köylerine karşı yapılıyor). Ancak bu tartışmasız bir şekilde terörist bir eylemdi. Tarihsel olarak terörizm ve direniş birbiriyle bağdaşmayan kavramlar değildir, ancak birincisi ikincisinin meşruiyetini lekeleyebilir. Ben hâlâ Hamas'ın düzenlediği kanlı saldırının yıkıcı bir intikamla sonuçlanacağını öngördüğüne inanıyorum. Bu nedenle düşmana “stratejik” bir yenilgi tattırmak için kendi halkını feda etme sorumluluğunu bilerek üstlendi ve ödenecek bedel uzun ve korkunç olacak.

Peki ya diğer taraf? Ordusuyla birlikte, yerleşimcilerin partisinin (ki bu faşist bir partidir) etkisi altına giderek daha fazla giren, ancak aynı zamanda haklarından emin olan ve milliyetçilikleri onları Filistinlilerin kaderine kayıtsız kılan Yahudi vatandaşların büyük çoğunluğunun anlayışına güvenebilen İsrail hükümeti (giderek daha fazla bastırıldıkları için daha da takdire şayan olan istisnalar hariç), halkın hissettiği travmayı alaycı bir şekilde istismar etti ve “işi bitirmek” için bu “mucizevi fırsatı” yakaladı (David Ben Gourion'un 1948'de söylediği gibi): Nakba'yı yeniden canlandırmak, Filistinlileri sürerek ve yok ederek Batı Şeria'daki yerleşimleri genişletmek, Filistinlilerin tarihlerine ve kültürlerine tanıklık eden anıtları yerle bir etmek. Hepsinden önemlisi, bugün hâlâ devam etmekte olan, yakın tarihin en büyük sivil katliamlarından birini planladı ve gerçekleştirdi. Burada soykırımdan söz etmemek mümkün değil. Geçtiğimiz Ocak ayında Uluslararası Adalet Divanı, Güney Afrika'nın talebi üzerine verdiği bir kararda “ciddi ve yakın bir riskten” bahsetti. Bu risk o zamandan beri gerçekleşmiş durumda, yani soykırım devam ediyor. Yasak bölge olan Gazze'den bize ulaşan ve her zaman kısmi olan haberler dayanılacak gibi değil. Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin İsrail ve Hamas liderleri hakkında tutuklama emri çıkarılmasını talep eden kararının (ki bu liderlerden biri o zamandan beri suikasta kurban gitti) da gösterdiği gibi, bunların hiçbiri 7 Ekim'de işlenen suçları ortadan kaldırmıyor. Ancak İsrail'in yürüttüğü imha savaşı, şiddet düzeyinde niteliksel bir değişime yol açtı ve çatışmanın doğasına ilişkin algımızı geri dönülmez bir şekilde etkiledi.

İsrail-Filistin “çatışmasından” bahsetmek aslında yetersiz bir ifadedir. Bu benim ikinci noktam. Çünkü bu çatışma hem güç dengesi hem de ahlaki açıdan her zaman son derece asimetrik olmuştur. Düşmanları birbirinden ayıran bir uçurum var. Filistinliler, 1948 öncesinden itibaren ve özellikle de sonrasında sömürgeleştirme, kamulaştırma (sistematik bir toprak satın alma ve ardından el koyma politikası yoluyla), etnik temizlik, ırk ayrımcılığı ve ikinci sınıf vatandaş statüsüne indirgenmeye maruz kaldılar. Bunların hepsi bir arada ele alındığında, bu yapılanlar, kendi topraklarında, kendi tarihi ve medeniyeti olan bütün bir halkın silinmesine yol açtı. Filistinlilerin bu davanın başlatılma ve gelişme biçiminde hiçbir sorumluluk taşımadığını söylemiyorum. Ancak hiçbir zaman bir simetri söz konusu olmadı ve bugün ulaşılan vahşet seviyesinin eşi benzeri yok. Bu nedenle Filistinlilerin, silahlı zora başvurma dahil olmak üzere, yok edilmelerine karşı direnme hakkına itiraz edemeyiz, ancak bu her stratejinin doğru olduğu ya da her karşı şiddet biçiminin adil olduğu anlamına gelmez. Ancak diğer tarafta meşruiyet sorunu tamamen farklı terimlerle ortaya konuyor.

Dramatik bir tersine dönüş meydana gelmiş durumda. Birleşmiş Milletler tarafından 1948'de tanınan İsrail varlığının (Arap ülkelerinin muhalefetine rağmen) gayrimeşru olduğunu düşünmüyorum. Ancak İsrail Devleti'nin meşruiyetinin şarta bağlı olduğunu ve o tarihten bu yana bu şartların ortadan kalktığını düşünüyorum. Neden böyle oldu? İsrail'e siyasi ve ahlaki meşruiyetini veren şey, sürgündeki Yahudilerin Vaat Edilmiş Topraklarına (Golda Meir'in “topraksız bir halk için halksız bir toprak” olarak tanımlayabileceğini düşündüğü) “geri dönüş” efsanesi değildi. Siyonist hareket tarafından 19. yüzyılın ortalarından beri teşvik edilen Filistin'deki Yahudi yerleşimlerinin uzun tarihi de değildi. İsrailli tarihçi Shlomo Sand, yakın zamanda yaptığı bir açıklamada bunu çok iyi ifade etmiştir: Avrupa ulusları, bazen şiddetli Yahudi karşıtlıkları ve zulümleriyle, “biz Yahudileri kustular” (ve Siyonistlerin kendilerini Avrupa medeniyetini ve modernliğini Doğu'ya getirmekten sorumlu olarak sunmaları bu nedenle daha da ironiktir!). Yerlilerin onlara kollarını açma zorunluluğu yoktu (ideal olarak, Filistin'de Yahudi kolonilerinin kurulması, her zaman çok kültürlü ve kozmopolit bir karaktere sahip olan bir topluma dahil olmalarına yol açabilecek olsa bile). Bu meşruiyetin tek ve yegane dayanağı -ama çok ağır bir dayanaktı- İsrail Devleti'nin, tüm dünyanın reddettiği Shoah'dan kurtulanlara sığınak ve ortak bir gelecek sunabilmesiydi. En azından zımnen ve Siyonist ideolojinin köklü eğilimlerinin aksine (ki bu açıdan bakınca bu katıksız ve basit bir Avrupa milliyetçiliğidir), bu temele uzun vadede yerine getirilmesi gereken iki koşul eşlik ediyordu: 1) Yahudi yerleşimcilerin yerleşimi, Filistinlilerin tarihi toprakları üzerinde “ezeli bir hakka” sahip olduğuna inanan ya da iddia eden yeni gelenler tarafından tekelleştirilmek yerine, halklar arasında bir ittifaka yol açan müzakereler yoluyla komşuları tarafından kabul edilmeliydi; 2) İsrail Devleti, tüm vatandaşlarına eşit haklar ve eşit haysiyet tanıyan demokratik ve laik bir devlet olarak inşa edilmeliydi. Bunun yerine (iç çatışmalar pahasına ve Arap devletleri tarafından yürütülen veya planlanan savaşlar da dahil olmak üzere, çeşitli uluslararası koşullardan yararlanarak) etnik ayrımcılık kurumsallaştırıldı, devlet terörü sistematik hale getirildi ve İsrail Devleti, sanki Mesihçi çağrısı onu hukukun üstünde tutuyormuş gibi, sürekli olarak uluslararası hukuktan kaçındı. Bu süreç 2018 yılında İsrail'in “Yahudi halkının ulus devleti” olarak ilan edilmesiyle, başka bir deyişle ırkçılığı meşrulaştıran ve insanlığa karşı işlenen suçların habercisi olan ırkçı bir öz tanımlamanın kabul edilmesiyle doruğa vardı. İsrail tarihsel meşruiyetini kaybetmiştir - bunu üzülerek ve sonuçlarından endişe duyarak söylüyorum. Herhangi bir Schadenfreude [başkasının uğradığı zarardan sevinme] duygusu hissetmiyorum.

Üçüncü noktam ise şudur: her halkın var olma hakkı vardır. Her halkı kastediyorum ve bu nedenle onları bu haktan mahrum etmek ya da yoksun bırakmak insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Bu hak güvenlik, korunma ve kendini savunmayı da içerir. Ancak bu, var olma hakkının herhangi bir anayasal biçimde, herhangi bir isim altında, herhangi bir sınır içinde kullanılabileceği anlamına gelmez ve sanki herkes Tanrı'nın ya da Tarihin bakışları altında tek başınaymış gibi, diğer halkların haklarından habersiz bir mutlak egemenlik iddiasına sahiptir demek değildir. Filistin'in bütün meselesi, son yüzyılda trajik bir şiddet ve çatışma zinciri yoluyla iki halkın toprağı, iki farklı soydan ve iki farklı kültürden gelen kadın ve erkeklerin ölülerini gömdüğü ve çocuklarını yan yana büyüttüğü bir toprak haline gelmiş olmasıdır. Barış içinde bir arada yaşayabilmeleri, kaynakları ve kendilerine ait olan var olma hakkını paylaşabilmeleri için koşulların yeniden yaratılması gerekirdi: ancak mevcut savaş bunu neredeyse imkânsız kılıyor.

Tekrar ediyorum, Filistinlilerin hiçbir sorumluluğu olmadığını söylemiyorum, özellikle de cihat siyasetine bel bağlıyorlarsa. Ancak Yahudi devletinin “demokratik kurumlarının” neredeyse hiçbir iç engel sunmadığı İsrail emperyalizmi bu olasılığı mahvetti. Bu kaderi kırmak, federalizmin şu ya da bu biçimini icat etmek ve uluslararası toplumun desteği ve kurumlarının gözetimi altında bunun her iki halk tarafından kabul edilmesine giden yolu tasarlamak anlamına gelecektir. Edward Said'in Oslo'dan sonra [1993’de Oslo’da ve 1995’te Mısır’da İsrail ve FKÖ arasında imzalanan iki anlaşma] açıkça ifade ettiği gibi, çözümün vazgeçilmez koşulu “eşitlik ya da hiçbir şey”dir. Bu açıdan bakıldığında, “tek devletli çözüm” ya da “iki devletli çözüm” kavramları bu koşulu yerine getirmediği sürece, kendi etrafında dönüp duran soyut formüller olarak kalmaya mahkûmdurlar. Bu aynı zamanda uğranılan haksızlıkları onararak ve gidişatı tersine çevirerek işe başlamamız gerektiği anlamına geliyor. Ama bundan her zamankinden daha uzaktayız. Ne var ki bu ilkeyi yeniden ve yeniden hatırlatmaktan bıkmamalıyız.

Bu yönde ilerlediğimizi varsayarsak, acil talepleri formüle etmek zor değildir. Uygulanmaları çok daha zordur.

Gazze'de koşulsuz bir ateşkes sağlanmalı, ardından hayatta kalan rehineler siyasi tutuklularla takas edilmeli, bugün Gazze'de işgalcilerden geriye kalanlar tamamen boşaltılmalı ve Gazze'nin yönetimi geçici olarak Birleşmiş Milletler otoritesi altındaki bir grup insani yardım kuruluşuna devredilmelidir. Hamas ve diğer Filistinli güçlerle yapılacak açık müzakereler bunu kolaylaştırabilir.

Batı Şeria ve Doğu Kudüs'teki Yahudi yerleşimcilerin uyguladıkları şiddet bastırılmalı ve uluslararası hukuka aykırı olan yerleşimlerin, İsrail'de rejim değişikliği ve Filistin Yönetiminin yeniden inşası anlamına gelse bile, aşamalı olarak tasfiyesi gerçekleştirilmelidir.

Güney Afrika'nın talebi üzerine kurulan ve kararlı rolü takdir edilmesi gereken Uluslararası Adalet Divanı da dahil olmak üzere, uluslararası mahkemelerin kararları titizlikle ve tam olarak uygulanmalıdır. Bu elbette cezai yaptırımları ve sivilleri katleden bir orduya silah sağlanmasının yasaklanmasını da içermektedir.

Son olarak, ABD ve müttefiklerinin baskısı altında, Filistin Devleti'nin tanınması ve BM'ye tam üye olarak kabul edilmesine ilişkin engel kaldırılmalıdır. Bu, barış müzakereleri için temel bir başlangıç noktasıdır.

Halihazırda gerçekleştirilebilir olmasa da, yaygın olarak kabul gören bu “çatışmanın çözümü” koşullarına, öznel görünebilecek ancak bir o kadar da siyasi olan bir koşul daha eklemek istiyorum: dünyanın her yerinde kendilerini Yahudi olarak görenler, “Yahudi halkının korunmasının” cani ve kendi kendini yok eden İsrail sömürgeciliğine destekle aynı anlama geldiği fikrinden topluca uzaklaşmalıdırlar. Ve bazı devletlerin akılsızca resmileştirdiği gibi, Siyonizm eleştirisinin antisemitizmle eş tutulmasını reddetmelidirler. Evet, İsrail Devleti'nin kaderi Yahudiler için önemlidir ve bu devletin politikalarının sonuçları onları da ilgilendirir, çünkü Yahudilerin kolektif tutumu bu devletin davranışları üzerinde etkisiz değildir. Ancak daha genel olarak söz konusu olan, 'Yahudi adının' tarihte nasıl bir anlam taşıyacağıdır. Onurla mı ya da onursuzlukla mı anılacaktır, işte mesele budur. Uzun zaman önce yazdığım gibi, Yahudilerin, davaları evrensel olan Filistinlilerin haklarını savunmak gibi bir ayrıcalıkları şüphesiz yoktur. Ancak şu anda şüphesiz yerine getirmeleri gereken bir misyonları vardır.


Çeviren: Ahmet İnsel

Kaynak: Les temps qui restent, sayı: 2, 19.9.2024

https://www.lestempsquirestent.org/fr/numeros/numero-2/memorandum-sur-le-genocide-en-cours-a-gaza-et-ses-implications-concernant-israel-et-la-palestine


18-20 Eylül 2024’te Johannesburg’da Afrika Küresel Diyalog toplantısında Etienne Balibar’ın sunduğu “memorandum”un gözden geçirilmiş ve biraz kısaltılmış çevirisidir.