G7, İsrail’in “kendini savunma hakkı” olduğunu ilan eden bir bildiri yayımlarken, aklınızı kaçırmakta olup olmadığınızı sorgulama hakkınız var. Çünkü İsrail, İran’a karşı hiçbir kışkırtma olmaksızın topyekûn bir saldırı başlattı. Gerekçesi –Tahran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimali– Birleşmiş Milletler Şartı’na göre bu saldırıyı açıkça yasadışı kılıyor; zira bu belge, yalnızca gelecekteki bir tehdide dayanarak savaş başlatılmasını yasaklar.
G7 bildirisi, “İran bölgesel istikrarsızlık ve terörün başlıca kaynağıdır,” diyor. Oysa bundan yalnızca üç ay önce, Donald Trump’ın istihbarat başkanı, Amerikan istihbarat topluluğunun hâlâ “İran’ın nükleer silah üretmediği” kanaatini taşıdığını açıkça ifade etmişti. Bölgede fiilen nükleer silahlara sahip olan ülke İsrail’dir; üstelik İsrail hem Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı imzalamayı reddediyor hem de Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun denetimlerini kabul etmiyor. İran ile ABD arasında yürütülen nükleer müzakerelerde ilerleme sağlandığı sırada, İsrail İran’ın başmüzakerecisini hedef almış ve onunla birlikte bilim insanlarını, ailelerini, sayısız sivili –aralarında çocukların, bir sporcunun, bir öğretmenin, bir pilates eğitmeninin de bulunduğu çok sayıda insanı– ortadan kaldırmıştır. İsrail başbakanı, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlediği gerekçesiyle hakkında tutuklama emri çıkarılmış bir kişidir. Ve İsrail, Gazze’yi soykırımcı bir öfke nöbetiyle yerle bir etmiş; işgal ve ilhak ettiği Batı Şeria’yı artan bir pogromla teslim almış; Güney Lübnan’a ve Beyrut’a saldırmış; Suriye’yi işgal edip topraklarında kalıcı biçimde yerleşmiştir. Ortadoğu’da, bölgesel istikrarsızlık ve terörün bu denli büyük bir kaynağı olan başka bir ülke yoktur – bu konuda İsrail’le kıyaslanabilecek hiçbir devlet yoktur.
Kamuoyu yoklamaları Britanya halkının bu apaçık suça hiçbir şekilde ortak olmak istemediğini gösterirken, biz hâlâ aynı ezgileri işitiyoruz: son katliama karşı çıkanları şeytanlaştırmak için söylenen aynı sözler tekrar ediliyor. Barış çağrısı yapan İskoçyalı siyasetçiler, “Ortaçağ’dan kalma teokratik bir diktatörlüğün safında yer almakla” suçlanıyor; bu suçlamayı dillendiren ise bir zamanların önde gelen BBC sunucusu Andrew Neil. Irak, Afganistan ve Libya felaketlerine karşı çıkanların nasıl Saddam Hüseyin’in, Taliban’ın ya da Muammer Kaddafi’nin uşakları gibi gösterildiğini hatırlayın. Şimdi soralım: Sayın Neil, o zaman kimler haklı çıktı ve bu haklılık hangi ağır bedelleri beraberinde getirdi, hatırlıyor musunuz? Bu trajedinin bedeli, Brown Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, 11 Eylül sonrası savaş bölgelerinde doğrudan ya da dolaylı olarak hayatını kaybeden 4,5 milyondan fazla insanla ödendi. Ve her bir felaketi alkışlayanların itibarı zerre zedelenmedi; her suç mahallinden ıslık çalarak uzaklaşmalarına, yeni bir şiddet çağrısı yapmalarına engel olunmadı.
Irak işgalinden yaklaşık altı ay önce, Afganistan’daki savaşın zaten büyük bir zafer olduğunu düşünen Andrew Neil, bir köşeyazısı kaleme almış ve “Bağdat’ın banliyölerinde artık gizli tesisler var, hastane ya da okul süsü verilmiş bu yerlerde kimyasal ve biyolojik silahlar geliştiriliyor; en korkuncu da yeniden nükleer silah üretimine girişilmiş olması” diye yazmıştı.
Barış savunucularına karşı kullandığı şu cümle ise, savaş çığırtkanlarının mezar taşına yazılacak bir vecize olmayı hak ediyor: “Bu insanların daha kaç kez yanılması gerekiyor ki artık onları ciddiye alma zorunluluğundan kurtulalım?”
Binyamin Netanyahu da aynı kibri taşıyordu elbette; 2002’de ABD Kongresi’nde şöyle demişti: “Eğer Saddam’ı –Saddam rejimini– devirecek olursanız, bunun bölge üzerinde muazzam ve olumlu yansımaları olacağına garanti veririm.” Nesnel gerçekliğin sürekli çökmesi bile onların fikrini değiştirmeye yetmiyor. Bu türden bir fanatizm, ancak gerçeğin kendisiyle alay edilerek sürdürülebilir.
Savaş suçu işlemekle suçlanan bir başbakan, İran rejiminin “sivilleri hedef aldığını” söyleyerek İsrail’in tutumunu meşrulaştırmaya çalışıyor. Aynı anda bir İsrail ordusu sözcüsü, Tahran’ı “terör rejimi” olarak damgalıyor. Bugün “terör” kavramı fiilen, Batı’ya düşman olan rejimlerin ve milislerin uyguladığı şiddet anlamına indirgenmiş durumda; bu sayede söz konusu eylemler gayrimeşru ve gayriahlaki olarak gösterilebiliyor – oysa çok daha yıkıcı olan füze ve kurşunlar Tel Aviv ve Washington’dan geliyor.
İsrail’in küstahlığı gerçekten ibret verici. Gazze’de –çoğu kadın ve çocuk olmak üzere– on binlerce Filistinliyi katletti; buna karşın İran’ın düzenlediği saldırılarda ölen 24 İsrailli, Tahran rejiminin ne denli “eşsiz bir kötülüğe” sahip olduğunu göstermeye yetiyor(!). Oysa sadece bir gecede, Gazze’de yiyecek arayan ve açlıkla boğuşan iki misli Filistinli, İsrail askerleri tarafından tek bir katliamda öldürüldü. Üstelik bu toplu kıyım, medyada neredeyse hiç yer bulmadı. Bu açık ölüm hiyerarşisini gizleme çabası bile gösterilmiyor. BBC’nin Gazze soykırımına ilişkin haberlerini ele alan kapsamlı bir yeni rapor, her bir İsrailli ölümünün medyada, bir Filistinli ölümüne kıyasla 33 kat daha fazla yer bulduğunu ortaya koyuyor. Batı’nın, İsrail’in vahşetlerine göz yumarak ortak olması, Arap ve İranlı hayatlarını değersiz görmesine dayanıyor.
Elbette İran’ın da, uluslararası hukuka göre, İsrailli sivillerin hayatını koruma yükümlülüğü var. Eski Human Rights Watch direktörü Kenneth Roth’un da belirttiği gibi, “İsrail’in askeri ve sivil hedefleri neredeyse iç içe geçmiş durumda; bu da İran’ın füzelerini tam olarak neye yönelttiğini belirlemeyi zorlaştırıyor.” Gazze’de bu durum, sivilleri “canlı kalkan” olarak kullanmak şeklinde tanımlanmıştı – ama aynı ölçütler İsrail’e uygulanmıyor. Gazze’nin yeryüzünden silinmesini meşrulaştırmak için bu anlatı kullanıldı; oysa bizzat İsrail, Filistinlileri endüstriyel ölçekte canlı kalkan olarak kullandı.
Gerçekten de insan, aklını kaçırıyormuş gibi hissedebilir. Çünkü İsrail ordusu, neredeyse akla gelebilecek her savaş suçunu işlemiş durumda. Hiçbir kanıt ya da kışkırtma olmaksızın İran’a saldırdı. Geçmişteki kanlı felaketleri hararetle desteklemiş olanlar bugün yine sahnede: yakın tarihte yaşananları sanki hiç olmamış gibi unuttururcasına, yeni katliamlar için destek veriyorlar. Bu arada, bombaların altında korkuyla yaşamaya çalışan sivillerin savunulması, bir kez daha “aşırılık” sayılıyor; barış yanlıları ise radikal olarak damgalanıyor. Buna karşın Batılı devletler, nükleer silahlara sahip, yayılmacı ve soykırımcı İsrail devletini mağdur gibi gösteren bildiriler yayımlıyor; bizim hükümetimiz de Tel Aviv’e askerî destek vermeyeceğini söylemekten dahi kaçınıyor.
Gerçek şu ki, aklınızı kaçırmıyorsunuz. Asıl delilik, muktedirlerde. Ve onlar hesap vermediği sürece, insanlığı bekleyen şey dipsiz bir uçurumdur.
İlk olarak Guardian'da yayımlanmıştır.
İngilizceden çeviren: Barış Özkul