- Şimdiyle başlayalım; sadece şu anda Filistin’e reva görülen dehşet anlamında değil, şimdinin hâlâ süregiden Filistin geçmişinin bir parçası oluşu anlamında. 1936-39 yıllarındaki büyük Arap Ayaklanması'nın Anglo-Siyonistler tarafından acımasızca bastırılışı, ardından 1948’deki Nakba, 1967’deki Altı Gün Savaşı, Ariel Şaron’un öncülük ettiği 1982 Beyrut kuşatması ve Sabra ile Şatilla katliamları, iki İntifada ve o zamandan beri İsrail’in aralıksız terör bombardımanı geldi. Yine de 7 Ekim sonrası yaşanan soykırım, tüm bunlardan daha büyük bir küresel etki yaratmış gibi görünüyor.
Evet, küresel düzeyde bir şey değişti. Bu tarihsel olayların neden anlatıyı –özellikle de halkın zihnindeki anlatıyı– bütünüyle değiştirmediğini ben de tam olarak bilmiyorum. Sosyal medya gibi etkenler üzerine spekülasyon yapmak istemem. Ama bu, bir neslin gerçek zamanlı olarak, doğrudan cihazları üzerinden tanıklık ettiği ilk soykırım oldu. Sudan ya da Myanmar’daki gibi değil de, ABD, Britanya ve Batılı güçlerin doğrudan taraf olduğu yakın dönemdeki ilk soykırımı bu mu? Filistin yanlısı savunucuların onlarca yıldır yürüttüğü çalışmalar, insanları buna hazırlamış olabilir mi? Bilmiyorum. Ama şu açık ki, Gazze’ye sekiz ay boyunca aralıksız biçimde uygulanan ve hâlâ süren dehşetin bir sonucu olarak yeni bir durum ortaya çıktı. 1948’de 750 binden fazla insanın yerinden edilmesi aynı etkiyi yaratmamıştı. 1936-39 Arap Ayaklanması ise neredeyse tümüyle unutulmuş durumda. Bu son yaşananların etkisiyle kıyaslanabilecek düzeyde bir sonuç yaratmadı geçmişteki olaylar.
Rashid Khalidi
- Arap Ayaklanması her zaman beni büyülemiştir; sömürgecilik karşıtı büyük mücadeleler arasında yer almasına rağmen, hak ettiği ilgiyi pek görmemiştir. Başlangıçta bir grev olarak başlayıp, sonra bir dizi grev halini alması ve nihayetinde Britanya güçlerini üç yılı aşkın süre boyunca meşgul eden büyük bir ulusal başkaldırıya dönüşmesi olağanüstüdür. Ayaklanmanın kökenleri, gelişimi ve sonuçlarını bizim için açıklayabilir misiniz?
Arap Ayaklanması esasen büyük ölçekli bir halk ayaklanmasıydı. Geleneksel Filistin liderliği bu gelişmeye hazırlıksız yakalandı; tıpkı Arafat ve FKÖ liderliğinin 1987’deki Birinci İntifada karşısında hazırlıksız yakalanması gibi. Her iki başkaldırı da görece küçük olaylarla ateşlendi. Arap Ayaklanması söz konusu olduğunda, bu kıvılcım, Kasım 1935’te Şeyh İzeddin el-Kassam’ın Britanya güçlerince çatışmada öldürülmesiydi. 1882’de Suriye kıyısındaki Ceble’de doğan el-Kassam, El-Ezher’de eğitim görmüş bir din âlimi ve militan bir anti-emperyalistti. 1911’de Libya’da İtalyanlara, ardından 1919-20’de Suriye’deki Fransız Mandası kuvvetlerine karşı savaştı. Sonunda Britanya Mandası altındaki Filistin’e yerleşti; burada çoğunlukla köylüler ve kent yoksulları arasında yaşadı ve çalıştı. El-Kassam’ın öldürülmesi büyük bir etki yarattı; öyle ki, birkaç ay içinde sömürgeci dönemin en uzun genel grevlerinden birinin fitilini ateşledi. Bu sürecin en iyi anlatımı, 1972’de İsrail tarafından öldürülen büyük Filistinli yazar Gassan Kanafani’ye aittir. Söz konusu metin, onun Filistin direnişi tarihinin ilk bölümü olarak planladığı ama ölümünden ötürü yarım kalan çalışmasının bir parçasıydı.
Kanafani’nin çözümlemesi hâlâ geçerliliğini korur. Öne çıkardığı noktalardan biri de, 1930’larda –Hitler’in iktidara gelişinin ardından– Filistin’e artan Yahudi göçünün halk sınıfları üzerindeki ekonomik etkisidir. Ben-Gurion’un “Yalnızca Yahudi İşgücü” politikası uyarınca Arap işçilerin fabrikalardan ve inşaatlardan atılması; uzaktaki mülk sahiplerinin topraklarını Siyonist yerleşimcilere satmaları sonucu 20 bin köylü ailesinin toprak ve bahçelerinden sürülmesi; derinleşen yoksulluk... Bu tür halk isyanları, insanlar artık eskisi gibi devam edemeyecek noktaya geldiğinde patlak verir. Bu örnekte ise toplumsal öfke, güçlü ulusal ve dinsel duygularla birleşmişti. Filistinliler, o dönemin en güçlü imparatorluğu olan Britanya’ya karşı ayaklandılar – ki Britanya, 150 yıllık sömürge tarihi boyunca yalnızca İrlanda’ya (1921) bağımsızlık vermişti. Arap Ayaklanması, dönemin en büyük emperyal gücü tarafından bastırıldı ama Filistinliler üç yılı aşkın bir süre boyunca direndi. Yetişkin erkek nüfusun yaklaşık altıda biri ya öldü, ya sakat kaldı, ya tutuklandı ya da sürgüne gönderildi. İki savaş arası dönemin tarihine bakıldığında, bu çapta bir sömürge yönetimini devirme girişimi başka yerde görülmemiştir. Bastırılması ancak 100 bin asker ve Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin (RAF) konuşlandırılmasıyla mümkün olabildi. Bu, Filistin tarihinin unutulmuş bir sayfasıdır.
- Bu yenilgi, Filistin halkı içinde bir yılgınlık yaratmadı mı? Öyle ki, 1947’de Nakba başladığında, 1936–39 dehşetinin etkisinden hâlâ kurtulamamışlardı.
Arap Ayaklanması’nın bastırılması, Filistin halkı üzerinde onlarca yıl sürecek ağır bir miras bıraktı. Kanafani’nin yazdığı gibi, 1947 sonundan 1948 ortasına kadar süren Nakba, yani “Filistin yenilgisinin ikinci bölümü,” şaşırtıcı biçimde kısa sürmüştü; çünkü bu dönem, aslında 1936 Nisanı ile 1939 Eylül’ü arasında süren uzun ve kanlı ilk bölümün nihai sonucu sayılabilir. Britanyalıların yaptığı şey, daha sonra Siyonist liderler –başta Ben-Gurion olmak üzere– tarafından neredeyse birebir kopyalandı. Bu yönüyle bile, Filistin toplumunun ödediği bedelin hatırlanması gerekir. En az 2 bin ev havaya uçuruldu, tarım ürünleri imha edildi, yalnızca silah bulundurdukları için yüzü aşkın direnişçi idam edildi. Bunlara ek olarak sokağa çıkma yasakları, yargısız tutuklamalar, iç sürgünler, işkence ve özgürlük savaşçılarının saldırılarına karşı siper olarak köylülerin tren lokomotiflerinin önüne bağlanması gibi uygulamalar vardı. Yaklaşık bir milyonluk Arap nüfus içinde 5 bin kişi öldürüldü, 10 binden fazlası yaralandı ve binin üzerinde siyasi tutuklu sömürge hapishanelerine kapatıldı.
- Arap Ayaklanması’nı bastırma sürecinde Britanya, birlikte çalıştığı Siyonist güçlere karşı-ayaklanma konusunda değerli bir eğitim de vermiş oldu.
Evet. Siyonistler, Orde Wingate gibi karşı-ayaklanma uzmanlarından ve işkence ile suikast konusunda deneyimli kişilerden her türlü sömürgeci yöntemi öğrendiler. Britanyalılar Hindistan’dan, örneğin Kalküta’nın kötü şöhretli Emniyet Müdürü Charles Tegart gibi isimleri ithal ettiler; Tegart’a Hindistan’daki milliyetçiler tarafından altı kez suikast düzenlenmişti. Tegart’ın inşa ettirdiği kaleler ve hapishane kampları bugün hâlâ İsrail tarafından kullanılmaktadır. Britanya, Orde Wingate’in görev yaptığı Sudan gibi imparatorluğun başka bölgelerinden de adamlar getirdi. Wingate’in kuzeni Reginald Wingate, Sudan’da önce istihbaratçı, sonra da Genel Vali olarak görev yapmıştı.
- Orde Wingate — unutulmuş bir isim. Eminim çoğu okuyucu bu deli figürü hiç duymamıştır. Montgomery onun için, “Yaptığı en iyi şey, 1944’te Burma’da içinde bulunduğu uçağın düşmesi ve ölmesiydi,” demişti. Bu adam kimdi ve Siyonist güçlerle özel bir bağı var mıydı? 1976’da BBC’de onun hakkında yapılmış bir dizi hatırlıyorum, orada kahraman gibi gösteriliyordu.
- Wingate, soğukkanlı bir sömürgeci katildi. General rütbesine kadar yükseldi ama Montgomery’nin sözlerinden de anlaşılacağı üzere kendi tarafındaki birçok kişi onu nefretle anardı. Montgomery, Wingate için “zihinsel olarak dengesiz” demişti. Churchill bile –ki boyunduruk altındaki halklara acı çektirme konusunda hiç de geri kalmazdı– onu “komuta için fazla deli” olarak tanımlamıştı. Britanya Hindistanı’nda, dindar bir Plymouth Brethren ailesinde doğmuştu. Hristiyan bir fundamentalist ve Eski Ahit literalisti olan Wingate, Yahudi kurtuluşunu Eski Ahit’e dayanan biçimiyle savunuyordu. Filistin’e, 1936’daki ayaklanma başlarken, askeri istihbaratta yüzbaşı olarak geldi. Arapça biliyordu, İbranice öğrendi ve Haganah savaşçılarını “Özel Gece Timi” olarak eğitmede kilit bir rol oynadı – yani, bugünkü İsrail ordusunun ve yerleşimcilerin yaptığı gibi dağ köylerine baskın düzenleyen ölüm timleri. Öylesine kötü bir şöhreti vardı ki, 1939’da Avrupa’da savaş başlayınca Arap ileri gelenler onun bölgeden sınır dışı edilmesini talep etti. Talep yerine getirildi, pasaportuna geri dönüş yasağı damgası vuruldu. Görevi tamamlanmıştı. Palmach’ın ve sonrasında İsrail ordusunun komutanı olacak birçok kişiyi, örneğin Moşe Dayan ve Yigal Allon’u eğitmişti. İsrail’de onun adını taşıyan birçok yer var ve İsrail askeri doktrininin kurucusu sayılıyor; bu da gayet yerinde bir niteleme.
- Onlara iyi bir eğitim verdi.
Evet. Bir zamanlar Britanya sömürgeciliğine özgü olan her şey artık İsrail sömürgeciliğine özgü hale geldi. İsrailliler ne yaptıysa Britanyalılardan öğrendiler – buna kanunlar da dahil. Örneğin, Britanya’nın Irgun’a karşı kullandığı 1945 tarihli Olağanüstü Savunma Mevzuatı. Bu yasalar hâlâ yürürlükte; artık Filistinlilere karşı uygulanıyor. Her şey Britanya sömürgeci el kitabından alınma.
- Arap Ayaklanması bir zaferle –ya da en azından bir beraberlikle– sonuçlansaydı, Filistin ulusal kimliğinin temelleri atılmış olurdu ve ilerideki savaşlar için halkın gücü artardı. Kanafani gibi siz de, bu yenilgide Filistin geleneksel liderliğinin bocalamasının –örneğin St James Konferansı’nda olduğu gibi Britanyalıların tahta oturttuğu işbirlikçi Arap krallarına boyun eğmeleriyle– belirleyici bir rol oynadığını savundunuz, değil mi?
Şimdi de o zaman da Filistin liderliği bölünmüş durumdaydı. Uygun bir strateji konusunda anlaşamama, halkı seferber edememe ve bu meselelerin tartışılabileceği temsili bir ulusal platform –bir halk meclisi– kuramama gibi nedenlerle kilitlendiler. Britanyalılar, Hindistan, Irak veya Afrika’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi, Filistinlilere sömürgeci devlete herhangi bir siyasal erişim hakkı tanımamıştı. Bu yüzden, sömürge denetiminin kurumsal yapılarıyla köklü bir kopuşu ifade edecek bir halk meclisi önerisi oldukça önemliydi.
- Ayaklanmanın diğer arka plan unsuru ise Avrupa’da faşizmin yükselişiydi.
Naziler iktidara geldiği andan itibaren Yahudiler için dünyayla ve Siyonizmle ilişkilerinde her şey değişti. Bu son derece anlaşılabilir bir durum. Filistin’de de değişim yarattı: 1932 ile 1939 arasında Yahudilerin nüfus içindeki oranı %16-17 civarından %31’e çıktı. Siyonistler, 1932’de sahip olmadıkları türden bir demografik temele birdenbire kavuşmuş oldular; artık Filistin’in kontrolünü ele geçirebilirlerdi.
- Filistinliler, Avrupa’daki Yahudi Soykırımı’nın dolaylı kurbanları haline geldi.
Kesinlikle. Filistinliler, Ortaçağ’dan bu yana Avrupa’daki Yahudi düşmanlığının tüm tarihinin bedelini ödüyor. 1290’da I. Edward’ın Yahudileri İngiltere’den sürmesi, ardından gelen yüzyılda Fransa’daki sürgünler, 1490’larda İspanya ve Portekiz’in çıkardığı sürgün fermanları, 1880’lerden itibaren Rus pogromları ve nihayetinde Nazi soykırımı. Tüm bu tarihsel süreç, esasen Avrupa’ya özgü Hıristiyan bir olgudur.
- Peki ya Avrupa’da hiç Yahudi soykırımı yaşanmasaydı ve Alman faşistleri, Yahudileri yok etme takıntısı olmayan “sıradan” faşistler olsaydı?
Bu da tarihin “olabilirdi”lerinden biri. Ama 1939’daki duruma bakalım: Ortada zaten Britanya’nın güçlü emperyal desteğiyle ilerleyen bir Siyonist proje vardı; bu desteğin Yahudilerle ya da Siyonizmle doğrudan ilgisi yoktu. Stratejik çıkarlarla ilgiliydi. Balfour Deklarasyonu’nu hazırlayan kişi, Britanya parlamento tarihinin en antisemitik yasalarından biri olan 1905 Yabancılar Yasası’nı geçiren kişiydi. Britanya egemen sınıfı Yahudilerle bizzat ilgilenmiyordu. Belki kutsal kitap yorumlarına önem veriyorlardı ama en çok önemsedikleri şey, Filistin’in ve Ortadoğu’nun Hindistan’a açılan kapı olarak taşıdığı stratejik değerdi – bu da 1917’den çok önce önemsenen bir konuydu. Başından sonuna kadar esas mesele buydu. 1948’de Filistin’den çekilmeyi göze alabildiler, çünkü 1947’de Hindistan’dan zaten çıkmışlardı ve Filistin onlar için artık aynı önemde değildi. Hitler suikasta uğramış olsaydı bile, Britanya’nın desteğiyle ilerleyen bir Siyonist proje yine var olurdu. Siyonizm, başından beri olduğu gibi, ülkenin tamamını ele geçirme ve etnik temizlik ile göç yoluyla Yahudi çoğunluğu oluşturma hedefini sürdürürdü. Bunun ötesine dair spekülasyon yapamam.
- Ama Yahudi toplulukları içinde Siyonizm karşıtı akımlar da yok muydu?
Elbette vardı. Yahudi komünistler, asimilasyon yanlısı Yahudiler... Doğu Avrupa’da zulüm altındaki Yahudi nüfusun büyük çoğunluğu göç etmeyi tercih etti ve başta ABD olmak üzere Güney Afrika, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda gibi beyaz yerleşimci kolonilerine yerleşti. Arjantin ve Latin Amerika’nın diğer ülkelerine gidenler de oldu. Dünya Yahudi nüfusunun önemli kısmı ya buralara göç etti ya da Avrupa’da kaldı. Hitler’den önce Siyonizm karşıtlığı bizzat Yahudiler tarafından yürütülen bir projeydi. O dönemde Siyonistler azınlıktaydı ve programları Yahudi toplulukları içinde yoğun biçimde tartışılıyordu. Ancak Holokost, Siyonizm lehine anlaşılabilir bir yekparelik duygusu yarattı.
- Yenilgiler genellikle her şeyi bir süreliğine durdurur; ama sonra direniş başka biçimlerde yeniden doğar. 1936-39 örneğinde bu yenilgi hemen ardından İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle örtüştü – ki bu savaş Çin’de başlamıştı, ama çoğu kişi onu Avrupa savaşı olarak görür. Peki o dönemde Filistin liderliği nasıl bir tutum benimsedi? Endonezya, Malezya, Hindistan ve Ortadoğu’nun bazı yerlerinde, milliyetçi hareketlerin bazı kesimleri “düşmanımın düşmanı geçici de olsa dostumdur” anlayışıyla hareket etti. Eğer düşman Britanya İmparatorluğu ise, dost Almanya ya da Japonya oluyordu. Anouar Abdel-Malek, Mısır üzerine yazdığı kitabında, Rommel’in Mısır’ı ele geçirme ihtimali doğduğunda, İskenderiye’de kalabalıkların “Yürü, Rommel, ileri!” diye bağırdığını aktarır. Onlar Britanya’dan başka herkesi istiyordu. Peki Filistin’deki tutum neydi?
Filistin’deki tutum derin biçimde bölünmüştü. Liderliğin azınlıkta kalan bir kanadı, Müftü’nün peşinden giderek kendini Almanlarla aynı hizada konumlandırdı. Müftü’nün savaş dönemi oldukça sıra dışıdır: Fransızlar onu Beyrut’tan kovdu, Britanyalılar 1941’de Irak’ı yeniden işgal ettiklerinde oradan da sürüldü; ardından İran’a geçti ama oradan da çıkarıldı. Türkiye’ye gitmeye çalıştı ama kalmasına izin verilmedi. Sonunda Roma’ya, oradan da Berlin’e geçti. Ancak Filistinlilerin çoğu bu çizgiyi benimsemedi. Birçokları Britanya Ordusu’na katıldı ve Müttefiklerle birlikte savaştı. Elbette, pek çok lider Britanyalılar tarafından ya savaş alanında öldürüldü ya da idam edildi. Diğerleri sürgüne gönderildi. Britanyalılar, milliyetçi muhaliflerini ada kolonilerine sürgün etmeyi severdi: Malta, Seyşeller, Sri Lanka, Andaman Adaları... Benim amcam da Seyşeller’e birkaç yıl gönderildi, ardından Beyrut’a sürüldü ve orada birkaç yıl daha yaşadı. Dolayısıyla liderliğin büyük kısmı, Britanya’nın asla gerçek bir dost olamayacağını anlamıştı. Amcamın anılarını okuyabilirsiniz – Britanya karşıtlığının ne dereceye vardığını görürsünüz. Zaten hep milliyetçiydi ama Ayaklanma sonrası Britanya’ya duyduğu öfke çok daha derinleşti. Öncesinde, liderlik tıpkı pek çok işbirlikçi sömürge seçkini gibi Britanya’yla uzlaşmaya çalışırdı. Ayaklanmanın bastırılmasıyla bu yaklaşım değişti.
Sonuçta, Ayaklanma’nın yenilgisi ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşı, Filistinlileri sonrasına hazırlıksız bıraktı. Yeni süper güçler –ABD ve Sovyetler Birliği– Siyonizmi destekledi; sahada ise Britanyalılar, Siyonistler ve Ürdünlülerle işbirliği yaparak bir Filistin devleti kurulmasını engelledi. Filistinliler, 15 Mayıs 1948’de manda yönetimi sona ermeden aylar önce, Kasım 1947’de başlayan Siyonist askeri saldırılara karşı koyabilecek kadar örgütlü değildi. O tarihe dek Siyonist güçler Yafa, Hayfa, Taberiye, Safed ve onlarca köyü ele geçirmiş, yaklaşık 350 bin Filistinliyi sürmüş ve BM Paylaşım Planı uyarınca Arap devletine ayrılması gereken toprakların büyük kısmını çoktan işgal etmişti. Dolayısıyla, İsrail Devleti ilan edilmeden ve sözde Arap-İsrail Savaşı başlamadan önce Filistinliler zaten yenilmişti.
- Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçteki rolüne ayrıca geleceğiz. Ama Sovyetler Birliği’nin Siyonistleri desteklemesini –onlara Çek silahları temin etmesini– nasıl açıklıyorsunuz?
Stalin bir anda yön değiştirdi, biliyorsunuz. Sovyetler Birliği öncesinde tam anlamıyla milliyetçilik ve Siyonizm karşıtı bir güçken, bir anda Yahudi devletinin savunucusu hâline geldi. Bu, Arap dünyasındaki komünist partiler için büyük bir şoktu. Bu tutum değişikliğinin birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, ABD’ye karşı bir hamleydi; bir tür açık artırmada daha fazla veren olmak gibi. Ayrıca Siyonistlerin kuracağı devletin sosyalist olabileceği ve Sovyetler’le ittifak kurabileceği düşünülüyordu. Stalin aynı zamanda Britanya’yı Ortadoğu’da zayıflatmak istiyordu. Unutmayın, gençliğinde Rus İç Savaşı sırasında Sovyetler’in güneyinde çarpışırken Britanyalılar, Beyaz Ordu’nun baş destekçisiydi – onlara para, silah, eğitim ve asker desteği veriyorlardı. Baltık’tan Hazar’a, Karadeniz’e kadar filolarla desteklediler. Stalin, daha o zamanlardan itibaren Britanya’ya büyük bir öfke beslemeye başlamış ve Sovyetler’in güneyindeki Britanya tehdidi konusunda saplantılı hale gelmişti. Bu nedenle, artık Sovyetler Birliği’nin Britanya’nın Arap kukla rejimlerini zayıflatabileceği bir anın geldiğini düşünüyordu.
- Bu, felaketle sonuçlanan bir siyasi müdahaleydi. Ama çok uzun sürmedi.
Bir-iki yıl kadar. Ama evet, kesinlikle öyleydi. BM Genel Kurulu’ndaki oylamaya bakarsanız –Sovyetler Birliği ile onun Beyaz Rusya ve Ukrayna gibi bağlıları ve etkilediği ülkeler olmasaydı– Amerikalılar Paylaşım kararını geçirmek konusunda zorlanabilirdi. Belki yine de geçirebilirlerdi, ama sonuç farklı olabilirdi. Ayrıca Çeklerle yapılan silah anlaşması, İsrail’in Arap ordularına karşı savaş alanındaki zaferlerinde hayati öneme sahipti.
- Bu bizi Arap seçkinlerine getiriyor – Osmanlı’nın çöküşünden sonra Britanya tarafından tahta çıkarılmış monarşiler ve şeyhlikler; onların Britanya’yla işbirliği ve Britanya İmparatorluğu’nun yarattığı bu oluşumu yenme konusundaki yetersizlikleri.
Burada en önemli rolü Mısır, Ürdün ve Irak monarşileri oynadı. Üstten ve alttan gelen çelişkili baskılar altındaydılar. Bir yandan Britanyalıların Filistin devletinin kurulduğunu görmek gibi bir arzusu yoktu. Filistinlilere karşı hâlâ büyük bir düşmanlık besliyorlardı; aynı zamanda Irgun, Stern Çetesi ve Haganah’ın İkinci Dünya Savaşı sonunda Britanya’ya karşı yürüttüğü kanlı harekât nedeniyle Siyonistlere karşı da düşmanca bir tavır almışlardı. Britanya, BM Paylaşım kararında çekimser kaldı. Bir Yahudi devleti kurulacaktı, bunu engelleyecek hiçbir şey yoktu. Ama bu gücü dengelemek ve Filistin’in bir kısmı üzerindeki etkisini sürdürebilmek için, müşterisi olan rejimlere bel bağladı; özellikle de ordusu Britanyalı subaylar tarafından komuta edilen Transürdün Emiri Abdullah’a.
Öte yandan halk baskısı vardı. Arap dünyası uzun zamandır Siyonizmden endişe duyuyordu. Bu konuda araştırma yaparken İstanbul, Şam, Kahire ve Beyrut gazetelerinde erken dönemlerden Filistin’le ilgili yüzlerce haber buldum. 1936-39 Arap Ayaklanması sırasında Suriye ve Mısır’dan gelen gönüllüler Filistin’de savaşıyordu. Dolayısıyla Siyonistler üstünlük sağladıkça ve yoksul mülteciler Arap başkentlerine ulaşmaya başladıkça bu komşu rejimler, 1947-48’de Filistin’de hızla gelişen felaket karşısında bir şey yapmaları yönünde halktan gelen bir baskıya maruz kaldılar. Britanyalılar Ürdünlülerin içeri girmesini –Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ilhak etmelerini– zaten istiyordu. Mısır ve diğer Arap ülkeleri ise kendi halkları tarafından müdahaleye zorlandı. Ama bu müdahale yarım yamalak yapıldı ve ancak Britanyalılar çekildikten sonra gerçekleşti.
Bu savaş, Mısır’da Cemal Abdülnasır dâhil olmak üzere, savaşta yer alan Arap genç subayları radikalleştiren çok büyük bir etki yarattı. Nasır anılarında şöyle yazar: Bize savaşmak için gereken olanaklar verilmedi ve biz İsraillilere karşı savaşırken aklımızda hep içimizdeki yolsuzluğa batmış, Britanya güdümlü monarşi vardı. Milliyetçi Özgür Subaylar grubundan yakın arkadaşları Abdülhakim Amr ve Zekeriya Muhyiddin ile birlikte Nasır, Gazze ve Refah’a gönderildi ve burada, Kahire’deki Yüksek Komuta’ya karşı sıradan askerler arasındaki öfkeye doğrudan tanık oldu. Oradaki bir askerin her anlamsız emirden sonra alaycı bir Mısır köylüsü ağzıyla “Yazıklar olsun bize” deyip durduğunu aktarır. Bu savaş, Özgür Subaylar’ın popülaritesini artırdı ve sonunda 1952’de monarşinin devrilmesine yol açtı. Irak ve Suriye için de bu geçerliydi. Savaş biter bitmez Suriye’de bir dizi darbe geldi, ardından 1952 Mısır devrimi ve sonra 1958 Irak devrimi. Bu devrimlerde yer alan subayların hepsi Filistin’de savaşmıştı.
- Böylece Filistin paylaşıldı, ama BM’nin kabul ettiği plana göre değil.
Ben-Gurion ve Siyonist liderlik her şeyi almak istiyordu ama o sırada buna yetecek güçleri yoktu. O yüzden %78 ile yetindiler.
- O günden bu yana ise yarı kesintisiz bir savaş süregeldi. Nakba sonrası, 1948’deki ilk mülteci dalgası Gazze’ye ulaştı – aralarında pek çok tanıdığımız da vardı. Daha önce Gazze’de hiç yaşamamışlardı.
Bugün Gazze Şeridi olarak bildiğimiz bölgenin nüfusunun %80’i mülteci kökenlidir; çoğu 1948’de gelmiştir. Negev ve başka bölgelerden daha sonra sürülen topluluklar da var. Ama Gazze nüfusunun %80’i aslında başka yerlerden gelmiştir.
- Benim kuşağımda birçok kişi gibi ben de Filistin Nakba’sının –bu felaketin– boyutlarını ilk kez 1967’de, Altı Gün Savaşı’ndan sonra öğrendim. Bertrand Russell Barış Vakfı beni mültecileri ziyaret etmeye gönderdi, tıpkı Vietnam’da Russell ve Sartre’ın kurduğu Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi için hazırladığımız araştırma raporu gibi bir rapor hazırlamamızı istiyorlardı. O gezide senin kuzenin Walid Halidi ile Beyrut’taki evinde tanıştım, o günü asla unutamam. Beni oturttu ve dedi ki: “Ne olduğunu biliyor musun?” 1948 Nisanı’ndaki Deyr Yasin katliamını anlattı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Bunu daha önce hiç duymamış olmama inanamıyordum.
Bu ne zamandı hatırlıyor musun?
- Sanırım Temmuz olmalıydı, 1967 savaşından bir ay sonra. Ürdün, Şam dışında, Mısır’daki mülteci kamplarında siyasetçiler ve entelektüellerle görüştük. İşin ironik yanı, tercümanımız Müslüman bir İngiliz olan Faris Glubb’tu – babası General Sir John Glubb, Transürdün Ordusu’nun başkomutanıydı. Faris, Filistin davasının sarsılmaz bir destekçisiydi. Walid bu duruma çok gülmüştü. Filistin tarihi üzerine bana ilk ciddi dersi o verdi.
Bu konuda gerçekten çok iyidir. İnşallah Temmuz’da 99. yaşını kutlayacak.
- Beyrut’taki o öğleden sonrayı asla unutmayacağım. Ve ben bile –solcu, Arap yanlısı, Nasır yanlısı bir ailede büyümüş biri olarak– o dönemde Nakba’yı bilmiyorsam, demek ki büyük bir kesim hiçbir şey bilmiyordu.
Kesinlikle. Filistinlilerin 1917’den başlayıp 1967 sonrasında da devam eden bir dönemde kendi davalarını dünyaya anlatma konusunda ne kadar kötü bir iş çıkardıklarını düşünmeden edemiyorum. Ancak bugünkü kuşakla birlikte bir tür kırılma yaşandı. Ve bu, siyasal liderlikten değil, sivil toplumdan kaynaklandı – PACBI gibi Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırım çağrısı yapan gruplar ya da Walid’in kurduğu ve on yıllardır faal olan Filistin Araştırmaları Enstitüsü gibi kuruluşlardan. Sonunda bazı sonuçlar görmeye başlıyoruz. Ama bu, herhangi bir yetkin resmî çabanın yokluğuna rağmen gerçekleşti. FKÖ 1970’ler ve 80’lerin başında bilgi ve diplomasi alanında bazı adımlar attı, ama bu da yetersizdi. Bunun dışında sicil gerçekten berbattı.
- Çağdaş Filistin liderliğinin bu sürekli zayıflığını nasıl açıklıyorsun? En iyi insanların öldürüldüğünü biliyorum.
Bu ilk önemli husus. Filistinli liderleri suikastla ortadan kaldırmak İsrail’in özel uzmanlık alanı haline geldi. İsrailli yazar Ronen Bergman’ın bu konuda tüyler ürpertici bir kitabı var: Kalk ve Öldür (Rise and Kill First). Başlığı her şeyi anlatıyor. Ortadan kaldırmak istedikleri isimleri dikkatle seçtiler. Ve birkaç Arap rejimiyle birlikte hareket ettikleri de söylenmeli: İsrail bu işte Libya, Irak ve Suriye’deki suikastçılardan da yardım gördü. Ve hedeflerini çok iyi biliyorlardı. Abu Cihad’ı Tunus’ta öldürmeye geldiklerinde Mahmud Abbas’ın evinin önünden geçtiler. Onu tehlike olarak görmediler –tam tersine– o yüzden hayatta bıraktılar ve o günden beri onu kullanıyorlar. Bu da Britanyalıların bir başka uzmanlık alanıydı.
Ama Filistin liderliğinin sorunları daha derin. 1930’larda liderlik, kısmen Filistin’in sınıfsal yapısının bir ürünüydü – halktan kopuk, toprak sahibi seçkin bir sınıf; Britanya’yla nasıl baş edileceğine dair dar görüşlü ya da saf beklentilere sahipti. 1960’lardan bu yana ise Filistin liderlerinin kuşaklar boyunca küresel bakıştan yoksun oluşu büyük bir sorun oldu. Diğer sömürgecilik karşıtı hareketlere bakın –İrlandalılar, Cezayirliler, Vietnamlılar ya da Hindistan’dakiler– bu hareketleri yönetenler, küresel güç dengeleri hakkında, emperyal güçlerin nasıl faaliyet gösterdiği ve metropollerde kamuoyuna nasıl ulaşılacağı konusunda sofistike bir kavrayışa sahipti. Nehru, Michael Collins, de Valera bu meseleyi anlıyordu. Cezayir liderliği Fransa’yı çok iyi tanıyordu. FLN’nin “yedinci vilayeti” dedikleri şey Fransa’ydı. İrlandalılar 1921’de kazandı, çünkü Britanya ve ABD siyasetini anlamışlardı, bu ülkelerde siyasi ve istihbarî çalışmalar yürütmüşlerdi. Filistin liderliğinin hiçbir zaman böyle bir bilgi birikimi ya da becerisi olmadı. Bunu söylemekten nefret ediyorum, kendini küçümsemek gibi geliyor ama gerçek bu.
- O dönemdeki Filistin seçkinlerini nasıl tanımlarsınız? Filistin: Yüz Yıllık Savaş kitabınızda Halidiler ve Hüseyniler gibi Filistinli aileleri çok güzel betimliyorsunuz. Sizin aileniz daha entelektüel ve akademik; Hüseyniler ise daha çok pratik liderlik rolleri üstlenmiş görünüyor. Bu tür bir sınıfsal yapı Filistin’e mi özgüydü, yoksa Arap dünyasının başka yerlerinde de benzer biçimleri var mıydı?
Hocam Albert Hourani’nin kullandığı terim “eşraf”tı – eşraf siyaseti. Ailelerden söz ederdi, aşiretlerden değil; çünkü bunlar kabile toplulukları değildi. Aynı toplumsal yapı Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap eyaletlerinin tamamında hâkimdi; bu kişiler şehirli elitlerdi, din, hukuk ve idareyle ilgilenirlerdi; çoğu zaman toprak sahibi olup ticaretle de uğraşırlardı. Bu sınıf halk sınıflarından hayli kopuktu; el emeğine ve çoğu zaman ticaretin kendisine de küçümseyerek bakarlardı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı siyasetinin içine yerleşmişlerdi; ondan önce de Memlükler döneminde aynı şekilde. Ailemin bazı üyeleri 14. ve 15. yüzyıllarda Memlük yargı sisteminde görev almıştı. Bu seçkinler, Babürler, Safevîler ve Osmanlılar gibi imparatorluklarda faaliyet gösteren bürokrasiye çok uygundu. Bazıları modern çağa uyum sağladı. Dinsel eğitim yerine Malta’ya, İstanbul’a ya da Amerikan misyoner okullarına gittiler. Modern bir eğitim aldılar; sarık ya da fes yerine silindir şapka takmaya başladılar. Ama Britanyalılarla başa çıkmak için hiç de uygun insanlar değillerdi.
Bu toplumsal yapı 1948’de tamamen yıkıldı. Yüzyıllar boyunca Filistin toplumuna egemen olan sınıfın maddi temeli ortadan kalktı. Toprak sahipleri topraklarını, tüccarlar işlerini kaybetti, vesaire. Ve birkaç istisna dışında, bu elitlerden hiçbiri 1948 sonrasında yeniden ortaya çıkmadı. Filistin toplumu esasen devrimci biçimde dönüştü, tıpkı 1950’lerde Irak, Suriye ve Mısır gibi birçok Arap toplumunun sosyal devrimle dönüştüğü gibi. Şam’daki Azm ailesi gibi hanedanlar siyasetten silindi. Aynı şey Filistin’de de Nakba yüzünden oldu. Bu durum, eğitimli orta sınıfa kapı araladı bir anlamda. FKÖ’nün liderliği eski eşraf ailelerinden çıkmamıştı. Aklıma gelen tek istisna, 1948’den sonra ortaya çıkan seçkin sınıftan gelen yegâne önemli Filistinli lider olan Feysal Hüseyni’dir. O da, 1948’de çatışmada öldürülen çok önemli bir askerî liderin oğluydu.
- Peki sizin ailenize ne oldu o noktada?
Aile dağıldı. Kimileri bu deneyimden derinden sarsıldı, kimileri ise göç etti. Büyükannemle büyükbabam Yafa yakınlarındaki Tel el-Riş’teki evlerini kaybetti ve mülteci oldular. Amcalarım, teyzelerim ve kuzenlerim Kudüs, Nablus, Beyrut, Amman, Şam ve İskenderiye arasında dağıldı. Bu nedenle bugün Arap dünyasının dört bir yanında kuzenlerim var; Avrupa ve ABD’de de öyle. Yine de ailemdeki bireyler, büyükbabam sayesinde iyi bir eğitim aldıkları için, şanslı ve ayrıcalıklı olanlar arasındaydı. Kuzenlerim Walid, Usama ve Tarif profesör oldular; halam Anbara ve kuzenim Randa ise yazar ve çevirmen. Annemle babam, babam Columbia’da doktorasını bitirdikten sonra Filistin’e dönmeyi planlamışlardı ama bu mümkün olmadı, ABD’de kalmak zorunda kaldılar. Bu yüzden 1948’de New York’ta doğdum. Babam daha sonra Birleşmiş Milletler’de çalıştı.
- Okulu nerede okudunuz?
New York’ta BM Uluslararası Okulu’na gittim, ayrıca Kore’de de okudum. Tarih eğitimimi Yale’de aldım, doktoramı ise Oxford’da Hourani ile yaptım. Yani üç farklı yerde eğitim gördüm.
- Ve bu yerlerin hiçbirinde Filistin yoktu.
Evet. Filistin’de toplamda sadece birkaç yıl yaşadım. Çok küçükken birkaç yıl Libya’da bulundum; 1970’ler ve 80’lerde ise on beş yılı aşkın süre Beyrut’ta Amerikan Üniversitesi’nde ders verdim. Başka yerlerde de yaşadım ama gençliğimin büyük kısmı ve hayatımın yarısından fazlası ABD’de geçti.
- 1940’ların o radikal altüst oluşlarına dönersek: sizin de dediğiniz gibi sınıfsal yapı bütün Arap dünyasında değişti.
Evet – ama bir temel istisna dışında: hâlâ varlığını sürdüren monarşiler. Fas’ta eski toplumsal düzen değişmedi. Ürdün’de ya da Suudi Arabistan’da da öyle. En azından aynı şekilde değişmedi.
- Britanyalılar, ellerinden geldiğince monarşileri ayakta tutmaya çalıştılar. Özellikle Churchill onları çok severdi; hatta Pencap eyaleti için bile bir krallık kurma ihtimalini tartışmıştı.
Britanya sömürgecileri kendi aristokrasilerini ve sistemlerini taklit etmeyi çok severdi. Daha önce böyle bir şeyin hiç var olmadığı yerlerde toprak sahibi bir aristokrasi yarattılar. Fransızlar ise sömürge cumhuriyetlerini tercih ettiler.
- Bu radikalleşmiş orta sınıf altüst oluşlarının bir başka sonucu da kentli küçük burjuvazinin orduya erişim kazanmasıydı – özellikle Mısır, Suriye ve Irak’ta. Bu durum devrimci milliyetçi hareketlerin temelini oluşturdu. Hindistan’da yerli subay sınıfı, genellikle toprak sahibi aristokrasinin ikinci oğullarıyla sınırlıydı. Bu dönüşümler Filistin topluluklarında –diasporada ve Filistin’de– nasıl karşılık buldu? Nasır, Nakba sonrası kuşağın büyük kahramanıydı. Hakkını vermek gerek, çaba gösterdi – denemedi diyemeyiz. Bunu bir Filistinliye söylediğimi hatırlıyorum; bana bir şakayla karşılık verdi: “Evet, Tarık, çabaladı ama bilirsin, o kötü bir saat gibi. Saat ‘tik tak’ der ve ileri gider. Nasır ‘tak tik’ diyor ve geri gidiyor.” Benim görüşüme göre, Filistinli yeni lider kuşağı gerçekten Altı Gün Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı; çünkü o noktada artık hiçbir Arap devletinin kendilerini savunmayacağını, kendi başlarına savaşmaları gerektiğini anladılar. Siz ne dersiniz?
Benim Nasır’a bakışım da aşağı yukarı böyle. Eski öğrencilerimden biri geçenlerde beni Nasır’ı eleştirdiğim için azarladı. Ama vurgulamak gereken şu ki, bence Filistin hiçbir zaman Nasır’ın önceliği olmadı – 1948’de bile. Hayalet yazarlar tarafından kaleme alınmış anılarını okursanız, takıntısının Mısır olduğu hemen anlaşılır. Milliyetçi bir Mısırlıydı, bu da anlaşılır. Filistin onun için önemliydi ama hiçbir zaman birinci önceliği olmadı. Diğer sorunuza gelirsek: bu yeni Filistin direniş liderleri kuşağı nasıl ortaya çıktı? Aslında 1967’den önce filizlenmeye başlamıştı ama Altı Gün Savaşı travması çok büyük bir etkide bulundu. Dediğiniz gibi, bu savaş Arap devletlerinin yardım etmeyeceği gerçeğini perçinledi. Birçok kişi hâlâ Nasır’ın yardıma geleceğini umuyordu – ama bu, son damla oldu. 1948, 1956 ve 1967’deki peş peşe yenilgiler, Arap devletlerinin İsrail’i yenmek için gereken imkânlara sahip olmadığını —bunu isteyip istememelerinden bağımsız olarak— açıkça gösterdi. Filistin toplumunda zaten mayalanmakta olan girişimler, Nasır’ın 1964’te ulusal coşkuyu denetim altına almak amacıyla kurduğu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ele geçirilmesine yol açtı. 1968’de, FKÖ, Mısır denetiminden memnun olmayan bağımsız Filistinli grupların eline geçti. Bu grupların en büyüğü Fatah’tı ve kısa sürede Arafat, FKÖ başkanı oldu. Bu da yine, aşağıdan yukarıya, eski işbirlikçi elitlere –Ahmet Şukeyri ve diğerlerine– karşı bir hareketti. Bu arada, Şukeyri de eski yönetici sınıfın bir üyesiydi. Ama bu noktadan itibaren, Filistinli yeni bir lider kuşağı ortaya çıktı: Arafat, Havvatmeh, Habaş, Ebu Cihad ve diğerleri – daha önce gelenlerden tamamen farklı bir sınıfa, farklı kimlik kümelerine ait insanlar.
Arafat’ın en önemli sloganlarından biri “al-qarar al-Filistini al-mustaqil”di – yani bağımsız Filistin’e karar yetkisi. Bu erken dönemdeki popülaritesinin temel nedeni, Filistinlilerin özerkliğini ve kendi kaderini tayin hakkını ısrarla savunmasıydı: “Arap rejimleri bizi yönetemez.” Bu, onun az sayıdaki başarısından biriydi ama çok önemliydi: FKÖ’nün, 1930’lardan beri Filistin hareketini kontrol etmeye çalışan Arap güçlerinden büyük ölçüde bağımsız kalmasını sağladı. 1939’daki St James Konferansı’nda, BM Paylaşım kararı tartışmalarında ya da FKÖ’nün kuruluşunda olduğu gibi Arap rejimleri sürekli olarak Filistin meselesini, kendi çıkarlarına göre ve birbirleriyle rekabet içinde kontrol altında tutmaya çalıştı. Bugün de aynı şeyi yapıyorlar; Gazze’de katliam yapılırken kayıtsızca seyrediyor, hiçbir şey yapmıyorlar.

- Bu kuşaktan bir diğer önemli figüre daha değindiniz: Gassan Kanafani. Filistin: Yüz Yıllık Savaş’ta onun hakkında çok dokunaklı şeyler yazıyorsunuz. 1966’da Kuveyt’teki bir konferansta onunla tanıştım ve büyülenmiştim.
O inanılmaz derecede karizmatikti. Bugün okuduğunuzda bile bu karizma kitaplarından taşıyor. Ama onu bizzat tanımışsanız... Ben sadece birkaç kez gördüm. Gerçekten olağanüstü biriydi.
- Tam olarak ne dediğini hatırlayamıyorum ama artık ünlü hale gelen sözlerinden birini o zaman söylemişti. Ona “Bu alçaklarla müzakere etmek mümkün mü?” diye sormuştum. Bana, sesini ve gülümsemesini hiç unutamayacağım şekilde şöyle dedi: “Tarık, bana anlat: boyun, kılıçla nasıl müzakere eder?” Çok gülmüştüm. “Gerçekten müthiş bir benzetme bu,” dedim. Hem büyük bir entelektüeldi hem de siyasi liderdi. Bütün bir kültürü temsil eder gibiydi. Ve işte bu yüzden onu öldürdüler. Mossad, yeğeniyle seyahat ederken onu havaya uçurdu.
Aynen öyle. Edebi eserleri hâlâ yankı buluyor. Oğlum İsmail, onun Hayfa’ya Dönüş adlı novellasını Naomi Wallace’la birlikte sahneye uyarladı. ABD’de büyük bir tiyatroda sahnelenmesi imkânsız, ama Londra’da Finborough Tiyatrosu’nda prömiyer yaptı. New York’taki Public Theatre uyarlamayı sipariş etmişti ama yönetim kurulu sahnelenmesine izin vermedi; “Kanafani bir terörist” dediler. Ama resmî sansüre rağmen eserleri her yerde. Hâlâ novellaları, oyunları, şiirleri, diğer yazıları hem Arapça hem de çevirileriyle basılmakta. Mahmûd Derviş ve Edward Said ile birlikte bence 20. yüzyılın en önemli Filistinli entelektüelidir.
Gassan Kanafani
- İşte az önce dediğimiz gibi: kimi öldüreceklerini çok iyi biliyorlar.
Ve kimleri öldürmeyeceklerini de.
- Arafat ve çevresindeki ekip, 1993’te Oslo’da neden bu kadar tavizkâr bir anlaşmaya razı oldu? Ortak dostumuz Edward Said buna “Filistin’in Versailles’ı” demişti – cezalandırıcı bir barış.
Edward haklıydı, ama ne kadar haklı olduğunu bilmiyordu. Aslında Oslo, Versailles’dan bile çok daha kötüydü. Dönüm noktası 1988’di; o yıl Arafat’ın Filistin Ulusal Konseyi’ndeki ekibi, ABD’nin ikili müzakerelere başlama şartlarını fiilen kabul etti – Filistinliler şiddetten vazgeçmeliydi, oysa İsraillere böyle bir şart asla getirilmemişti; ayrıca bölünmeyi ve 1967 savaşının sonuçlarıyla sınırlı bir çözüm öneren BM 242 No’lu Kararı’nı kabul etmeliydiler. Bu karar Arthur Goldberg, Abba Eban ve Lord Caradon tarafından kaleme alınmıştı; yazarları, büyük emperyal güçler ve onların İsrailli müttefikleriydi – ama Sovyetler Birliği tarafından da Güvenlik Konseyi’nde onaylandı. O dönemde İsrailliler aslında FKÖ’nün teslim olmasını bile istemiyordu. Ne olursa olsun görüşmeye yanaşmıyorlardı. FKÖ, BM 242’yi kabul edebilir, iki devletli çözümü onaylayabilir, silahlı mücadeleden vazgeçebilirdi – İsrail yine de konuşmazdı. Ancak Rabin bu tabuyu 1992’de nihayet yıktı.
FKÖ’nün bu dönüşümünün arkasında 1973 Ekim Savaşı’nın sonucu yatıyordu. Bu savaşta Mısır ve Suriye rejimleri, çıkarlarının yalnızca 1967’de işgal edilen topraklarla –Sina ve Golan Tepeleri– sınırlı olduğunu açıkça gösterdi. Bu sınırın ötesi umurlarında değildi. Filistin liderliğine de bu net şekilde ifade edildi. O zamanlar Beyrut’ta yaşıyordum, bir Filistinli-Amerikalı heyet için tercümanlık yapıyordum. Kahire’den dönen bazılarıyla konuştum. Söz ettikleri görüşmede, Enver Sedat onlara açıkça şu mesajı vermişti: “Durum bu. Bizim yapabileceğimiz buraya kadar. Gerisini siz halledin.” Bu kelimelerle söylememiştir belki ama…
- Ama kastettiği buydu ve yapılan da tam olarak buydu.
Aynen öyle. FKÖ liderliği durumu böyle anladı. Ve o noktadan itibaren silahlı mücadele ve tüm Filistin’in kurtuluşu fikrinden uzaklaşıp, sözde “iki devletli çözüm” için müzakere yoluna girdiler. 1974’te Filistin Ulusal Konseyi’nde yapılan toplantıda, söylemin içeriği ilk kez değiştirildi. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Fatah içindeki büyük bir kesim, bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu ve buna karşı çıktı. Liderliğin, FKÖ’yü açıkça bu programa yöneltmesi, yani Filistin’in tamamında laik-demokratik, Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin eşit olduğu bir devlet hedefinden; ABD destekli, çoklu bölgelere (Bantustan tipi) bölünmüş bir sözde “devlet” formülüne geçişi açıkça kabul ettirmesi yıllar aldı. Çünkü ABD’nin desteklediği iki devletli çözümün uygulamada her zaman anlamı bu oldu: İsrail’in inşa ettiği yasadışı yerleşimlerle bölünmüş küçük, kopuk parçalar. Arafat liderliği bu ilkeyi 1974’te prensipte benimsedi ve sonra yavaş ama kararlı biçimde Filistin kamuoyunu buna ikna etmeye çalıştı.
- Geçenlerde Hillary Clinton “barış süreci” etrafında örülen yalanlar yığınına küçük bir taş daha ekledi. Özetle şunu dedi: “1979’da Camp David’de Filistinlilere her şeyi teklif ettik, ama onlar reddetti. Şimdiye kadar kendi devletleri olabilirdi.” Bu dönemi çok iyi biliyorsunuz.
Öğrencilerimden biri, Seth Anziska adlı bir akademisyen, Camp David’in uzun vadeli etkisi üzerine en iyi kitabı yazdı. Ben ise Brokers of Deceit adlı kitabımda Madrid ve Washington görüşmelerine odaklandım. Temel mesele şuydu: Filistin’in devlet olması, egemenlik ve işgalin ya da yerleşimlerin sona erdirilmesi gibi konular hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir aşamada – ne ABD, ne İsrail ne de başka bir aktör tarafından– müzakere masasına kondu. 1979’da Camp David’de teklif edilen “özerklik”ti; 1991’de Madrid ve Washington’da da yalnızca “özerklik” ya da İsrail egemenliği altında “öz-yönetim” müzakereleri yürütüldü. Bize sadece “nihai statü meseleleri” çerçevesinde bu konuların da konuşulacağı söylendi. Ama asıl niyet açıktı. Bunu bize Rabin söyledi. 1995’te, suikasta uğramadan hemen önce yaptığı son konuşmasında, Filistinlilere sunulan şeyin bir devlet bile olmadığını; Ürdün Vadisi’nin güvenlik kontrolünün İsrail’de kalacağını açıkladı. Yani: ne öz-yönetim, ne egemenlik, ne devlet, ne de işgalin sona ermesi vardı ortada. Teklif edilen, çoklu Bantu bölgelerine bölünmüş bir tek-devlet sistemiydi.
İsrail’in teklifi buydu. Ve hiç değişmedi. Rabin öldürüldü – belki değişebilirdi, ama bu spekülasyon olur. Ama Knesset’te yaptığı son konuşmasında söyledikleri bunlardı. Bu çizgi, 2000’de FKÖ ile görüşen Ehud Barak için de geçerliydi. Rabin, Barak ve daha sonra Olmert, diğer İsrailli liderlerden farklı olarak müzakere yapmaya hazır olan isimlerdi. Kanafani’nin o unutulmaz ifadesiyle, “kılıcı boyna dayamaya” gönüllüydüler. Ama ne teklif ediyorlardı? Devlet mi? Hayır. Egemenlik mi? Hayır. Kendi kaderini tayin hakkı mı? Hayır. İşgalin sona ermesi mi? Hayır. Yerleşimlerin kaldırılması mı? Asla. Clinton’a gelince: Amerikan siyasetinin en büyük yalancılarından biri; birçok savaş suçuna da bulaşmış biri. “Öğrenciler tarihi bilmiyor” dedi. Ama onun yaydığı şey tarih değil. Her yönüyle çarpıtılmış, tamamen uydurma bir anlatı.
- Hamas’a dönelim. FKÖ içindeki birçok muhalifin iddia ettiği gibi Hamas’ın İsrail tarafından kurulduğunu söylemek doğru olur mu?
Hayır. Bu konuda çok net olayım: Hamas 1987-88 yıllarında, az önce konuştuğumuz koşullarda ortaya çıktı. Gazze’deki İslamcı hareketin, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in ayrı bir Filistin kolu olarak gelişmesinden doğdu. Bu, tam da El Fetih ve FKÖ’nün tüm Filistin’i laik-demokratik bir devlet olarak özgürleştirme hedefinden uzaklaşıp, BMGK 242 No’lu Kararı’nda belirlenen Amerikan-İsrail şartlarını –silah bırakmak, İsrail’le yan yana bölünmüş bir Filistin devletçiğine razı olmak– kabul ettikleri ana denk düşer. FKÖ bu koşulları 1987-88 yıllarında resmen kabul etti ve Hamas tam da bu süreçte İslamcı hareketten koparak ortaya çıktı.
Peki İsrailliler tarafından cesaretlendirildiler mi? Evet, elbette cesaretlendirildiler. İsrail, FKÖ’yü başlıca ulusalcı rakibi ve birincil tehdit olarak görüyordu. FKÖ’ye yönelik Filistinlilerden gelen yekpare desteği sarsabilecek herhangi bir muhalif hareket İsrail istihbaratı tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Elbette öyleydi. Shaul Mishal ve Avraham Sela adında iki İsrailli uzmanın Hamas üzerine yazdığı iyi bir kitap bu durumu anlatır. Ayrıca, Reuters tarafından yayımlanan mükemmel bir makale, İsrail istihbarat servislerinin Gazze’deki İslamcı hareketi nasıl manipüle edip desteklediğine dair ayrıntılı bilgiler sunar. Filistin kimliğinin tüm dışavurumları yasaklanıp Filistin Kızılayı dahil olmak üzere her şey kapatılırken, İslamcılar serbestçe faaliyet gösterebiliyordu. İsraillilerin, Batı Şeria’daki Birzeit kampüsünde FKÖ yanlısı göstericileri dövdürmek için Gazze’den İslamcıları lastik sopalar ve demir çubuklarla otobüslerle getirttiği oldu. Arkadaşlarım, bu adamlar tarafından kolları kırılan gençlerden bahsetti. İslamcılar, diğer hiçbir Filistinli sivil toplum kuruluşuna tanınmayan bir özgürlükle çalışabiliyordu – tutuklanmadan, rahatsız edilmeden.
Hamas ortaya çıktığında, İsrail işgal otoriteleri başlangıçta ikiye bölünmüştü. Çünkü Hamas, kötü şöhretli antisemitik tüzüğünü yayımlamış ve 1987 Aralığında başlayan İntifada’nın ardından, Gazze’deki İsrail askerleri ve yerleşimcilere yönelik eylemlere başlamıştı. İsrail istihbaratı ve ordusunda şu tartışma yapılıyordu: Bu insanlara destek vermeye devam etmeli miyiz? Ama farklı zamanlarda, Gazze Şeridi’ni kontrol eden İsrail istihbarat servisleri tarafından, desteklenmese bile, en azından böl-yönet taktiği doğrultusunda faaliyet göstermelerine izin verildi. Joan Mandell’in 1984’te çektiği Gaza Ghetto adlı harika filmi izledim – o döneme kadar İsrail işgali altındaki Gazze Şeridi’nin nasıl bir yer olduğunu anlatıyor. Mandell o zamanlar Filistin’de yaşıyordu. İşgalci İsrail her şeyi kontrol ediyordu, tıpkı bugün Batı Şeria’da olduğu gibi. Elbette direniş girişimleri vardı; bazıları başarılı, bazıları başarısız oldu. Ancak zamanla Hamas bir direniş hareketine dönüştü ve İsrailliler bundan hoşlanmamaya başladı. Yine de son yıllarda, özellikle Netanyahu döneminde, Hamas’a yeniden destek verdiler çünkü Hamas’ı, Körfez ülkelerinden –özellikle Katar’dan– gelen paralarla Gazze Şeridi’ni pasifleştirmek için bir araç olarak kullanabileceklerini düşündüler.
- Ama öyle olmadı.
Evet, pek de istedikleri gibi gitmedi.
- Bugün elimizdeki trajik ironi şu ki sözde laik-demokratik olan FKÖ artık %100 –ya da %99.9– oranında İsrail’le işbirliği içindeyken, ortada bir "Filistin Yönetimi" bile kalmamışken, fiilen emirleri IDF (İsrail Savunma Kuvvetleri) verip, Fetih’in yönettiği Filistin Yönetimi bu emirleri uygularken; Müslüman Kardeşler çizgisindeki Hamas, bugünkü Filistin direnişinin lideri konumuna gelmiş durumda.
Bu gerçekten korkunç bir ironi. Arafat ve çevresindekilerin Oslo Anlaşmaları’nı kabul etmesiyle, neredeyse tüm ulusal hareketi İsrail kontrolündeki bir hapishaneye sokmaları sonucunda ilk önce FKÖ’nün içi boşaltıldı. Bugün FKÖ, sadece bir kabuktan ibaret. Bu liderlik şimdi, işgalin taşeronu olan, kukla bir işbirlikçi yapı olan Filistin Yönetimi aracılığıyla faaliyet gösteriyor. Bağımsız bir varlığı yok. Yetkisi yok, yargı gücü yok, egemenliği yok. Sadece işgalin birkaç kolundan biri. Arafat-Abbas liderliği, bir zamanlar ulusal hareketin özü olan FKÖ’nün içini böyle boşalttı. Artık ortada söz edilebilecek bir FKÖ yok. Filistin Yönetimi adında bir bürokrasi var; Batı Şeria’nın yalnızca küçük bir bölümünde, Filistinlilerin sivil yaşamına dair (eğitim, sağlık vb.) yönetsel yetkisi olan bir yapı. Batı Şeria’nın büyük kısmı, yani sözde “C Bölgesi”, doğrudan İsrail ordusu tarafından kontrol ediliyor. Filistin Yönetimi, Batı Şeria’nın en fazla %20-30’unda kamu hizmetlerinden sorumlu. Ancak işgal altındaki Batı Şeria ve Arap Doğu Kudüs’ünün tamamı üzerinde egemen olan İsrail. Nüfus kayıtları, giriş-çıkış, finansman gibi her şey İsrail’in kontrolünde. PA’nın [Filistin Yönetimi] güvenlik güçleri bile İsrail’in istediğini yapıyor. Filistin halkı işgal ve yerleşimcilerden korunmak istiyor ama PA görevlileri işgalin ajanları olarak çalışıyor. Düşmana hizmet ediyorlar. Evet, bu durum Filistin ulusal hareketinin laik-demokratik, Müslüman Kardeşler dışı unsurları açısından bir trajedidir.
- Oslo’dan sonra, New Left Review dergisi, Fetih’in rotasını “fantezi dolu maksimalizmden utanç verici minimalizme savruluş” olarak tanımladı; bu ikisi arasında adil bir çözüm belirlemeye ve bunu savunmaya dair hiçbir çaba gösterilmediğini söyledi. FKÖ içinde hâlâ direnen bazı kişiler var. Hanan Aşravi diğerlerinden daha güçlü durdu. Başka alternatifler arayanların da olduğunu sanıyorum.
Evet, FKÖ/Fetih içinde ve hatta Filistin Yönetimi içinde (her ne kadar çok olmasa da) hâlâ bağımsız bir duruşa sahip, PA’nın iş birlikçi doğasına karşı çıkan insanlar var. Bir dizi kamuoyu yoklamasından çok açıkça görülüyor ki, Ebu Mazen (Mahmud Abbas) son derece nefret ediliyor, PA ise halkın büyük bir çoğunluğu tarafından küçümseniyor. Üstelik işgal altındaki topraklardaki nüfusun önemli bir kısmı maaşlarını bu PA’dan alıyor olmasına rağmen. Güvenlik personelinden öğretmenlere, sağlık çalışanlarına kadar on binlerce insan PA maaşıyla geçiniyor. Buna rağmen halk PA’dan nefret ediyor, bu çok net.
İlginç olan şu ki, Hamas’ın popülaritesi ne Gazze’de (7 Ekim öncesinde popülaritesi gitgide düşüyordu), ne de Batı Şeria’da (burada daha popüler görünmesi yönetimde olmamalarından kaynaklı) bazı kişilerin sandığı kadar yüksek olmamıştır. Gazze Şeridi’nde onların yönetimi altında yaşayan pek çok kişi Hamas’a kuşkuyla bakıyordu. Tabii görüşler, ankete, kimin sorduğuna ve kime sorulduğuna göre değişir. Kamuoyu sabit değildir; zamanla değişir, dalgalanır. Ama Hamas’ın halk desteği meselesi, göründüğünden çok daha dikkatle ele alınmalı. İnsanlar, 7 Ekim’de çok sayıda gencin heyecanla harekete geçtiğini görünce, bugün hâlâ çoğunluğun bu görüşte olduğunu varsayıyor. Ama ben böyle olduğunu sanmıyorum. Hamas, İsrail’e tarihindeki en büyük askerî yenilgiyi tattırdığı için belirli bir kesim tarafından takdir ediliyor. İsrail 1948’de bazı cephelerde ağır yenilgiler almıştı ve 1973 savaşının başında Amerikan müdahalesi öncesinde ciddi bir darbe yemişti. Ama 1948’den bu yana İsrail hiçbir zaman günlerce kendi topraklarında savaşmak zorunda kalmamıştı. 7 Ekim’de Hamas ve müttefikleri tarafından ele geçirilen askerî üsleri ve toplulukları geri almak İsrail’in dört gününü aldı. Bu daha önce hiç olmamıştı. 1948’den bu yana siviller arasında en yüksek ölüm oranı bu saldırıyla yaşandı. (İsrail propagandası “Holokost’tan bu yana en yüksek sayı” dese de bu doğru değil; 1948’de 2000 sivil, 4000 asker ölmüştü.) Ancak İsrail, istihbarat açısından bu büyüklükte bir çöküşü daha önce hiç yaşamamıştı – 1973’te bile.
- 1973’te İsrailliler ne olup bittiğini biliyordu. Amerikalılar onları uyarıyordu.
Biliyorlardı ya da biraz geç fark ettiler ama kibir ya da aşırı özgüvenden dolayı yeterince hızlı tepki vermediler. Mısır’da casusları vardı. Her yerde casusları vardı. “Bekleyin, sadece tatbikat yapıyorlar” diyenler vardı. 1973’te Suriye Golan Tepeleri’ni alsa da, İsrail’de sivil kayıp yaşanmamıştı. 7 Ekim’in yeniden altı çizilmeli: Gerçekten de katliamlar yaşandı, evet; ama aynı zamanda İsrail’in 1948’den bu yana yaşadığı en yüksek sivil kaybı da o dört gün boyunca gerçekleşti. Filistinliler, İsrail’in Gazze’ye yönelik toplu cezalandırmasının neden bu denli vahşi olduğunu anlamak istiyorlarsa, bunu da dikkate almak zorundalar. Bu sadece askerî yenilgi ya da istihbarat zaafı değil. Bu sadece ordunun zedelenmiş onurunu ve “caydırıcılığını” onarma meselesi de değil. Bu, çok sayıda İsrailli sivilin travmatik acısına karşı duyulan içgüdüsel bir intikam arzusudur. Öldürülen ya da kaçırılanlarla sınırlı değil bu; sınırdaki tüm yerleşimler boşaltıldı ve sekiz ay geçmesine rağmen hâlâ geri dönmediler. İsrail’in bu vahşetini anlamak istiyorsak, temel güdülerinden biri budur. Siyonist projenin başlangıcına dek uzanan içkin bir mantığa dayanır bu. Her sömürgeci-yerleşimci proje, yerli halkı yok etmek pahasına kendini kabul ettirmek için vahşice davranmak zorundadır. Ama son sekiz aydır tanıklık ettiğimiz şey, 1948’te bile görülmemiş büyüklükte bir yıkımdır.
7 Ekim’den bu yana, en az 25 kat daha fazla Filistinlinin öldürüldüğünü çok iyi biliyoruz; bunların büyük bölümü siviller, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, sağlık çalışanları, gazeteciler ve akademisyenlerdi. Dünya artık bu travmanın yarattığı etkilerin tamamen farkında. Ama bazıları, İsrail toplumunun o ilk dört günün etkisiyle ne kadar derinden sarsıldığını hâlâ tam olarak kavrayabilmiş değil. İsrail ordusunun Gazze Tugayı karargâhını kuşatmadan kurtarması, Erez geçiş noktasını ve ele geçirilen birçok askeri üs ile Gazze sınırındaki onlarca topluluğu geri alması dört gün sürdü; geri alma harekâtı ancak 10 Ekim’de tamamlandı. İsrail’de yaşanan bu şok çok uzun sürecek, tıpkı Gazze’de yaşananların Filistinlilerde açtığı travmanın da uzun yıllar süreceği gibi. Yalnızca Gazzeliler değil; benim gibi ailesi, öğrencileri, dostları Gazze’de olanlar değil, her Filistinli bu travmadan etkileniyor.
- Daha önce konuştuğumuz gibi, Filistin tarihindeki hiçbir trajedi, küresel kamuoyunda –hele ki ABD’de – bu kadar büyük etki yaratmamıştı. Ama şimdi 100’den fazla Amerikan kampüsünde kurulan direniş kamplarına tanık olmak gerçekten şaşırtıcı. Geçenlerde Columbia Üniversitesi’ndeki protestocu öğrencilere yaptığınız konuşmayı dinledim. 7 Ekim, İsrail-Filistin meselesinde kuşaklar arası bir kopuş yaratmış gibi görünüyor. New York’taki Grand Central İstasyonu’nu işgal eden genç Yahudiler gibi binlerce genç, keyfince insan öldüren bu canavara dönüşmüş yapıyla hiçbir şekilde ilişki kurmak istemiyor. İnsanlar İsrail’in yaptıklarını görüyor ve “Bu kadarı fazla, bu kabul edilemez, bu bir soykırımdır” diyor. Bu da anaakım medyayı ve siyasetçileri fazlasıyla rahatsız ediyor. Bu sürer mi? Ve bununla bağlantılı olarak, Washington’un bu kadar kolay teslim olmasını nasıl açıklarsınız? Brokers of Deceit (Aldatma Simsarları) adlı kitabınızda, özellikle Clinton ve Obama dönemlerinde ABD’nin Ortadoğu’daki rolünü net ve keskin bir biçimde analiz ediyorsunuz. ABD, kendisini tarafsız bir arabulucu, dengeli bir “barış süreci”nin destekçisi olarak gösterse de, aslında son derece taraflı, “İsrail’in avukatı” ve en büyük destekçisidir. Ama yine de daha önceki yönetimler, Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda İsrail’e baskı uygulamaktan çekinmezdi. Truman 1948’de savaşan tüm taraflara silah ambargosu uyguladı; Süveyş Krizi’nde Eisenhower, Ben-Gurion’a “İki hafta içinde Gazze ve Sina’dan çık, yoksa yaptırım uygularım” dedi; 1982’de Reagan, Begin’e “Beyrut’u bombalamayı kes” diye bağırdı; Baba Bush, İsrail’i müzakere masasına oturtmak için 50 milyar dolarlık yardımı kesmekle tehdit etti. Bugünkü kuşak –ister Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun– İsrail’e en ufak bir baskı uygulama niyeti taşımıyor. Öğrencilerin ona taktığı adla “Soykırım Joe” olan Biden, hepsinin en kötüsü. Trump da farklı olmayacak. Dışişleri Bakanı Blinken, Netanyahu’nun her dediğini yapan evcilleştirilmiş bir maymun gibi. Ama artık “maymun” orgcunun kendisi mi oldu? Nasıl bu noktaya gelindi?
Bunun bir nedeni senin de bahsettiğin kuşak farkıyla ilgili. Bugün ABD, 1960’larda ve 70’lerde Holokost ile İsrail’in kuruluşu arasında bağ kuran mitle yoğrulmuş yaşlı bir klik –bir tür gerontokrasi– tarafından yönetiliyor. Schumer, Pelosi, Biden, Trump… Bunların hepsi yaşlı insanlar. Bilinçleri 1967 Savaşı sırasında şekillendi. O günden bu yana da zihinlerini hiç açmadılar, hep zehirli bir anlatının içinde kaldılar: İsrail’in parıl parıl parlayan, Filistinlilerinse zifiri karanlıkta gösterildiği bir anlatı. İsrail’in sürekli varoluşsal bir tehdit altında olduğu, Kazak süvarilerinin kapıda beklediği, Holokost’un her an tekrarlanabileceği ve İsrail’in Arap barbarlığı çölünde Batı uygarlığının bir çiçeği olduğu gibi ırkçı klişeler… Bunlar İsrail tarafından ve ondan önce de Siyonist hareket tarafından Batı’ya başarıyla empoze edildi. Biden, ABD bombalarıyla öldürülen 14 bin Filistinli çocuk için en küçük bir sempati dahi göstermedi. Ne utanma hissi var, ne de kendisinin ve yönetiminin parçası olduğu bu korkunç soykırımın boyutlarına dair bir farkındalığı. Çevresindekiler de aynı şekilde hissiz ve yalıtılmış durumda.
Bu ne kadar sürebilir? Bilmiyorum. Durdurulacağına dair bir işaret de göremiyorum. Artık yavaş yavaş İsrail’in hem kendi çıkarlarına hem de ABD’nin çıkarlarına zarar verdiğini sezmeye başladılar ve süreci biraz yavaşlatmaya çalışıyorlar. Ama şu ana kadar İsrailliler nezdinde hiçbir etkileri yok. Eğer ben Netanyahu olsaydım ve siyasi hayatta kalmam bu savaşın sürmesine bağlı olsaydı, Amerikalıların birkaç silah sevkiyatını geciktirme tehdidiyle mızmızlanmaları savaşı durdurmam için yeterli sebep olmazdı. Netanyahu savaşı istediği kadar sürdürecektir, çünkü Amerikalıların lafı çok ama yaptırım gücü yok; olsa bile şu koşullarda etkisiz olur. Oysa ABD şunu diyebilir: “Burns’un (CIA direktörü) hazırladığı ateşkes planını İsrail kabul etmezse tüm silah sevkiyatını durdururuz.” Veya BM Güvenlik Konseyi’ne, BM Şartı’nın belirli hükümleri uyarınca ateşkesi zorunlu kılan bir karar tasarısı sunabilir, bu da İsrail’i ertesi gün savaşı durdurmak zorunda bırakır. Ama bunu yapmayacaklar. Dönüp senin sözlerine gelirsek: Bunu Reagan bile yapmıştı, 1982 Ağustosu’nda. İsrailliler yalnızca Reagan, Başbakan Begin’e bağırdığı için Beyrut’u bombalamayı durdurdu; yarım saat içinde saldırıyı kestiler. Biz orada, Beyrut’ta İsrail bombardımanı altındaydık ve birdenbire her şey durdu; çünkü ABD başkanından İsrail başbakanına bir telefon gelmişti. Biden bunu yapmadı.
- Mearsheimer ve Walt, The Israel Lobby kitabı yüzünden Yahudi düşmanlığıyla suçlandılar, karalandılar. Ama Amerikan dış politikasının nasıl şekillendiğine dair ileri sürdükleri argüman, bugün son derece geçerli görünüyor.
İşin ilginç yanı, tüm bu karalama ve iftiralara rağmen The Israel Lobby and US Foreign Policy çok kısa sürede bir bestseller’a dönüştü ve hâlâ çok iyi satıyor. Yazarlarını tanıyorum, ikisi de arkadaşım. Bu son savaşla birlikte, yayımlanmasının üzerinden on beş yıl geçmesine rağmen, satışlarda yeniden bir artış oldu. Bence sağlam bir analizdi. Ama yeterince kapsamlı değildi. Çünkü sadece Kongre’deki lobi gruplarını, Hıristiyan Siyonistleri, neo-conları ve medyada/akademideki tetikçileri ele alıyordu. Oysa bu işin Amerikan ordusu, teknoloji ve biyomedikal sektörlerine kadar uzanan ve İsrail’in bu alanlardaki karşılıklarıyla iç içe geçmiş bir ekosistemi var. ABD ekonomisinin son derece önemli kesimleri İsrail’deki bu sektörlere bağlı. Ve bu güçler, Amerikan toplumunda oldukça etkili. Kongre’yi de bu anlamda “sahipleniyorlar”; yani bağışlarıyla siyasetçileri koltukta tutuyorlar – özellikle Silikon Vadisi, biyoteknoloji, finans ve askeri sektör. ABD’nin güvenlik-askeri-endüstriyel kompleksiyle İsrail’inki arasındaki iç içelik tamamen kesintisiz. İsrail’in savunma ve istihbarat ağları da Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve başka birkaç ülkeyle aynı şekilde bütünleşmiş durumda. Bunların hiçbiri o kitapta tam anlamıyla yer almıyor; çünkü bir kısmı kitabın yayımlanmasından sonra gelişti.
- Gelelim bugünkü Arap elitlerine; Nakba’dan sonra bile bu kadar açıkça İsrail’le işbirliği yapmıyorlardı. 7 Ekim’den önce Suudiler, İsrail’i tanımanın eşiğindeydi.
Hâlâ öyleler.
- Evet, hâlâ öyleler. Körfez ülkeleri devasa birer emperyal benzin istasyonu olarak kaldı. Üstelik tonla paraları var. Ürdün uzun zamandır ABD-İsrail himayesinde. Mısır halkı ise ordu tarafından vahşice bastırıldı. Arap dünyasında daha fazla protesto olur sanmıştım – ve oradaki havayı değiştirecek tek şey kitlesel ayaklanmalar olur. Ama Yemen dışında pek bir şey olmadı. Filistin lehine gösteriler oldu, ama şimdiye kadar İngiltere ve ABD’deki öfke düzeyine ulaşmadılar.
Burada en az iki şeyden söz edebiliriz. Birincisi: Arap halklarının Filistin’e duyduğu derin sempati hâlâ yerli yerinde duruyor; öteden beri vardı, bugün de var. Belki iniş çıkışlar yaşandı ama kaybolmadı. Ama bu halklar başka temel sorunlarla boğuşuyor. Libya, Suriye, Irak, Yemen, Sudan, Lübnan gibi ülkeler ya iç savaş ya da emperyal müdahaleler yüzünden mahvolmuş durumda. Böyle yerlerde yaşarken başka endişelerin oluyor. Irak hâlâ, ABD işgalinden 21 yıl sonra, günde 24 saat elektrik veremiyor – ki bu ülke, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri. Filistin elbette önemli ama elektrik ve kendi rejimince ya da ordu fraksiyonlarınca öldürülmemek de önemli. Bugün yarım düzine Arap ülkesinde durum bu: iç savaş ya da vekâlet savaşı, büyük güçlerin hepsinin dahil olduğu bir cehennem.
İkincisi: Körfez’den Atlantik’e neredeyse hiçbir ülkede halkın görüşlerini ifade etmesine izin veren bir rejim yok. Cezayir’deki iktidar bloku (le pouvoir) gibi otoriter yapılar, ya da mutlakiyetçilikte XIV. Louis’yi bile aratmayacak Körfez monarşileriyle karşı karşıyayız. Bu rejimlerde muhalefet için bırakılan alan son derece dar; o sınırı aşarsanız işkenceye uğrar, tutuklanır, ailenizle birlikte bedel ödersiniz. Bu yüzden senin de dediğin gibi, Arap dünyasındaki protestolar, Londra ve New York’takilere ya da Endonezya ve Pakistan gibi Küresel Güney’deki bazı örneklere yaklaşamıyor. Bunun önemli bir nedeni, Arap halklarının Arap Baharı’ndan bu yana sistematik biçimde sindirilmiş olması. Bu sindirme, özellikle Suudiler ve Emirlikler gibi ABD müttefiklerinin bol para ve baskıcı güvenlik politikalarıyla gerçekleştirildi. Bu yüzden halkı da tümüyle suçlayamayız; başlarını bu denli tehlikeli bir ortamda kaldırmamalarını anlayabiliriz.
Ama bazı yerlerde durum kritik – mesela Ürdün’de ve başka birkaç ülkede, yüzeyin altında birikim var. Fakat bunların, söz konusu ülkelerin aktif, olumlu bir rol oynayabilmesi için gereken demokratik dönüşümlere yol açacağını sanmıyorum. Bu ülkelerin yöneticileri halklarının ne düşündüğünden çok, Washington ve Tel Aviv’in ne diyeceğini önemsiyor. Halklarını hiçbir şekilde temsil etmiyorlar. İsrail’le görünür ve görünmez sayısız bağları var. Emirliklerin füze savunma sistemleri, Raytheon’un İsrail şubesi tarafından sağlanıyor. Yani İran’a karşı İsrail’in füze savunma gözetimi işlevi, Golan Tepeleri’ndeki Cebel eş-Şeyh’te değil, Abu Dabi’deki Cebel Ali’de yürütülüyor. BAE, füze saldırılarına karşı güvenliğini tamamen İsrail’e bağlı hale getirmiş durumda. Benzer anlaşmalar Ürdün, Mısır ve başka Arap ülkelerinde de mevcut. Fas’ta, kralın muhafız birliği elli-altmış yıldır Mossad tarafından eğitiliyor, hem de ta II. Hasan döneminden beri. İsrail’le askeri ilişkiler Ürdün, Fas ve Mısır’da nesillerdir sürüyor; Körfez’deki birkaç ülkede ve başka bazı yerlerde de köklü bir yapı kurulmuş durumda.
- Geleceğe dönersek, İsrail’in Gazze için planı nedir? Yeni bir Nakba mı yaratmak istiyorlar? Yani Gazze Şeridi’ni yok etmek, kendi halklarına satmak ve daha fazla Filistinliyi mülteci hâline getirmek mi? Görünüşe göre amaç bu. Yoksa birileri buna dur diyecek mi? ABD’nin buna karşı çıkmayacağı artık çok açık.
İsrail, tarihinin diğer kritik dönemlerinden farklı olarak, şu anda birleşik bir seçkinler yapısına sahip değil ve bu konularda net bir görüş yok. 1948’de Ben-Gurion İsrail siyasetinde baskın figürdü; 1956’da bile Şaret’e karşı üstün geldi ve Süveyş Savaşı’nı başlattı. O dönemlerde, başarılı ya da başarısız olsalar da en azından ne yapmak istediklerini biliyorlardı. İsrail’in çıkarları hakkında birleşik bir görüşleri vardı. 1967 Savaşı’ndan sonra bile –“her şeyi elimizde mi tutalım?” tartışmaları yaşanırken– liderlik uyumluydu. Askerî ve siyasî liderlik çoğu zaman senkronizeydi. Bugün böyle bir durum yok. Netanyahu’nun stratejik olarak ne istediğine dair net bir fikri olduğunu sanmıyorum. Kendi kişisel hedefi, savaşın net bir çıkış stratejisi olmadan sürmesidir. Bu, dar siyasi çıkarlarına hizmet ediyor: görevde kalmak, seçim yapılmasını engellemek ve yargılanmamak.
Hükümet içindeki diğer grupların farklı görüşleri var. Askerîye ve istihbarat bir bütünlük sergilemiyor. Kısa süre önce eski bir Genelkurmay Başkanı, savaşın bitmesi gerektiğini söyledi. Savaş zamanında eski Genelkurmay Başkanlarının böyle konuştuğu görülmemiştir; ama Aviv Kohavi bunu söyledi. Diğer bazı eski generaller ve istihbarat başkanları da benzer açıklamalarda bulundu. İsrail seçkinleri, savaşın nasıl sona ereceği ve eğer bir “ertesi gün” gelirse Gazze’de ne yapılacağı konusunda haklı sebeplerle bölünmüş durumda. Savaşın başında, çok sayıda insanı –Mısır’a ve belki Batı Şeria’dan da Ürdün’e– sürerek Nakba’yı tamamlamayı umdukları açıktı. Blinken’ı, bu kirli işi halletmek için Mısır’a, Ürdün’e ve Suudilere gönderdiler – rica minnet bu planın uygulanmasına izin vermelerini istediler. ABD hükümetinin, Filistin’in daha da etnik temizliğe uğratılması yönündeki bir İsrail planına aktif katılımı, Amerikan tarihinin en iğrenç sayfalarından biridir. Blinken ve Biden için bu, sonsuza dek utanç verici bir leke olacaktır. 1948’de Washington etnik temizlik yapılmasını istemedi, her ne kadar Truman yaşananları görmezden gelip, zorla çıkardığı BM Bölünme Planı kararına sahip çıkmamış olsa da. Ama bu sefer durum farklı ve çok daha kötü. Bu, Washington’un aktif olarak İsrail’in soykırımına destek vermesi ve Filistin’in bir bölümünde yapılan etnik temizliği pazarlamaya çalışmasıdır.
Ama savaşın başında İsrail liderliği gerçekten Gazze’yi mahvetmek ve Nakba’yı tamamlamak istediyse bile, şu an için net bir görüşleri olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen olacak olan şey, İsrail’in Gazze’yi işgalidir – ki bu, İsrailliler de dâhil olmak üzere hiç kimsenin istememesi gereken bir sonuç. Onların yerinde olsam Gazze’yi işgal etmek istemezdim. 2005’e kadar süren son işgalleri çok da başarılı olmamıştı. O dönem Hamas’ın ve diğer grupların bugünkü kapasitelerinin sadece bir kısmına sahip olmalarına rağmen yaşananları düşünün. Açık konuşmak gerekirse, İsrail açısından iyi bir seçenek görünmüyor. Net bir liderlik kararı da verilmiş değil. Yanılıyor olabilirim ama İsrail basınını takip ederek dışarıdan edindiğim izlenim bu. Ellerindeki ezici güce rağmen, kendilerini stratejik olarak umutsuz bir konuma soktular.
- Korkunç bir tarihsel ironi var bunda. 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra Isaac Deutscher, New Left Review'e bir röportaj verdi. İsrail’le ilişkisini tamamen kesmişti ve tanıdığı Ben-Gurion’a işgalin sona erdirilmezse felakete yol açacağına dair bir mesaj göndermişti. İsraillileri, Ortadoğu’nun Prusyalıları olarak tanımlıyordu – zaferlerin ardı ardına gelmesiyle doğan kör bir silah gücü güveni, şovenist kibir ve diğer halklara karşı küçümseme. Almanların yaşadıklarından çıkardığı dersleri hatırlatıyordu: "Man kann sich totseigen!" – Zaferle kendini öldürebilirsin.
Ben-Gurion bu dersi almıştı. 1967 savaşından sonra İsrail’in zafer sarhoşluğuna kapılıp savaşın sunduğu uzlaşma fırsatını kaçırmasından endişe ediyordu. Haklıydı da. Ne yazık ki, bu liderlerin çoğu çok geç öğreniyor. Ehud Olmert, başbakanken hiç dile getirmediği şeyleri görevden ayrıldıktan sonra konuşuyor. Ben-Gurion da yaşlılık döneminde daha önce hiç söylemediği şeyleri söylemeye başladı. Mossad ve Şin Bet’in eski başkanları da emekli olduktan sonra bilge kesiliyorlar. 1950’lerde İsrail askerî istihbarat başkanı olan Yehoshafat Harkabi ile tanışmıştım. FKÖ’nün şeytanlaştırılması için yol haritası niteliğinde iki temel kitap yazmıştı. Sadece istihbarat başkanı değil, Batı’da FKÖ’ye yönelik olumsuz bir vizyonun başlıca propagandistiydi. Onu yaşlılığında tanıdığımda ise tamamen değişmişti ve İsrail’i eleştiren bir dizi kitap yazmıştı. Bu insanlarda değişim genellikle çok geç yaşanıyor. Jimmy Carter da öyleydi. “Neden başkanken bunları söylemedin?” dedirtiyor insana.
- Kesinlikle. Son kitabınızı torunlarınıza adadınız, ki biz yaşlılar bunu yaparız. Torunlarınızın daha iyi bir dünya göreceğine dair umudunuzu ifade ettiniz. Sizin büyüdüğünüz dünya ile onların büyüdüğü dünya arasındaki en büyük fark nedir?
Ben, Filistinlilere ait bir sesin olmadığı bir dünyada büyüdüm – Arap dünyasında da, Batı kamuoyunda da. Hiç yoktu, var olmuyordu. Filistinliler yoktu. Torunlarım ise, dünyanın her yerinde Filistin için güçlü seslerin yükseldiği bir zamanda büyüyorlar. Bu, olumlu yönde bir değişim. Ben, Siyonist anlatının tamamen baskın olduğu, İsrail’in abartılı bir şekilde “uluslara ışık” olarak tanımlandığı bir dünyada büyüdüm. Artık durum böyle değil. Bugün İsrail, soykırımcı eylemleri yüzünden geniş kesimlerce –ve haklı olarak– dışlanmış bir devlet olarak görülüyor. Bu çok kötü zamanlarda yaşanan az sayıdaki iyi gelişmelerden biri de bu.
* New Left Review'un Mayıs-Haziran 2024 sayısında yayımlanmıştır.





