Devlet Bahçeli’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada Kürt sorununun çözümü için açıkça doğrudan Abdullah Öcalan’ı işaret etmesi, umut hakkı kavramını, hatta DEM Parti aracılığıyla TBMM’de bir konuşma yapma olasılığını dillendirmesi pek çok insan gibi beni de 2013’e götürdü. Heyecanla bilgisayar ekranından takip ettiğimiz Newroz coşkusunu, Öcalan’ın mektubunun okunduğu anları hatırladım. Yurttaşı olduğum ülke için en umutlu hissettiğim gündü. İkinci sırada, büyük bir tedirginlik ve insanlığa dair pek çok iç çekişle karışık olsa da 2009’da Barış Grubu’nu izlediğimiz an geliyor sanırım. Yıllar alan, git-gelleriyle yüreğimizi kaldıran, onca emekle birlikte tepetaklak edilen “çözüm süreci”nin altında kaldı o umut anları. Sonrası zaten kıyamet... On yıla yakın bir zamanı yüz yıl gibi yaşadık. Aynı zaman, Cizre’de katledilen 10 yaşındaki Cemile’nin bedenini üç gün dondurucuda saklamak zorunda kalan annesi için nasıl aktı, bilmek imkansız. Derin bir yasla ya da bitmeyecek gibi görünen bekleyişle geçiyor zaman ülkenin çok sayıda hanesinde, hücresinde, koğuşunda. Yas ve bekleyiş yalnızca AKP’nin çözüm süreci sonrası faillikleriyle de sınırlı değil elbette Türkiye’de.
Şimdi tokalaşmayla başlayan, önünü ardını bilmediğimiz yeni bir sürec i(?) anlamaya çalışıyoruz. Bahçeli o tokalaşmaya “el uzatmak” dediğinde öfkelenmiştim. Bir Sebahat Tuncel bakışıyla karşılık alsa bu “yüce” konumlanmaya fırsatı olur muydu hiç? Sonra Sırrı Süreyya Önder yeni yasama yılı açılışında yaptığı konuşmada teşekkür ettiğinde içimden “çok gerekli miydi” diyen sesi şaşkınlığımla örtmüştüm. Çünkü Kürt meselesi söz konusu olduğunda Kürtlere, Kürt hareketine ve bu mesele uğruna elini taşın altına cesurca koymuş olanlara karşı had bilmek gerektiğini düşünüyorum. Biliyorum, politik olmak, muhalif olmak, solcu olmak, devrimci olmak ekseriyetle en doğruyu bilmekle ve çok söylemekle eş. Bunu hem ironik hem gerçek bir yerden söylüyorum. Bununla birlikte, Kürtlerin özneliğini sınır bilmek de kıymetli bir politik tavır. Kimi muhatap alacakları, neyi nasıl eyleyecekleri, neyi nasıl söyleyecekleri konusunda “ağabeylik” etmeye çalışmak yerine tam yanlarında sessizce konumlanmak da mümkün.
Tabii bu, Kürtlerle yan yana durabilecek Türkler için geçerli. Bir de her adımda yüksek Türk hassasiyetleriyle hemen incinen, acil bir açıklama yapmazsa Türklüğünden bir zerreyi kaybediverecek gibi hissedenler var. Örneğin Bahçeli’nin konuşması sonrası ilk rastladığım açıklama Mansur Yavaş’a aitti. Ülkenin başkentinin ana muhalefet partisinden, Kürtlerden de oy alarak seçilmiş belediye başkanı, ülkenin en büyük sorunlarından birinin çözümü konusunda şeffaf, somut adımlar talep etmek, iyi dileklerde bulunmak, çatışma çözümünde bir sorumluluk üstlenmeye ben de hazırım demek yerine Öcalan’ın bir gün TBMM’de bir konuşma yapması ihtimalinin onda yarattığı korku ve öfkeye tutunmayı tercih ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırlarında zaman, hassas Türkler için baş sağlığı diledikleri, idam cezasının dönmesi arzusuyla tweet attıkları, halkları ve direnişi “bitirilebilir bir şey” sanıp orduya, iktidarlara çağrılar yaptıkları bazı anları da barındıran ama hep tik-tak akan bir ritme sahiptir; bunun konforuna yaslanıyor. Ardından Özgür Özel’in konuşmasından bir kesit yaygınlaştı haber platformlarında. Selahattin Demirtaş’la hiç görüşmemiş, partisiyle bu konuyu hiç konuşmamış ya da üzerine düşünmemiş gibi “el artırmak”tan söz etti. Bahçeli’nin, Erdoğan’ın yüksek barış arzularıyla değil, rejimin ve iktidarlarının içinde bulunduğu çok veçheli krizlere çıkar yol arayışında bir şeyler yapmayı denedikleri malumsa da bu siyasi hamlelere ve yeni sürece(?) Kürtlerden iskambil kartı gibi bahseden bir dille mi iştirak edecek CHP? Her ne kadar konuşmayı hak ve özgürlüklere, eşit yurttaşlığa getirse de bu mefhumları özümsemiş bir dil ve siyaset için daha çok çalışmalı, Mansur Yavaş gibi heyecanlı ülkücüleri kontrol edebilmeliler.
Yalnızca CHP’liler değil, TBMM’de temsil edilen tüm partiler ve temsilcileri Türklüklerini her şeyin önüne koyup kendi köşelerinden bağırmaya devam edebilir, mafya dizisi karakterleri gibi racon kesebilirler, bu bir seçenek. Bir de Türk kimliğinin, yüz yıldır egemen ve fail olmanın yüküyle sorumluluk almayı, böylece Türklerin, Kürtlerin ve tüm yurttaşların barış ihtiyacını iktidar ortaklarının iki dudağı arasına bırakmamayı ya da buna yerleri yoksa susmayı deneyebilirler. Bu toplumun eşit, adil, barışçıl, onurlu yaşam hakkı Türklerin kimliklerinden, kutsallarından, varlık amacına hizmet edemez haldeki kurumlarından ve herhangi bir ötekinin varlığıyla, mücadelesiyle incinen hassasiyetlerinden daha değersiz değil.
Bir hafta sonra Cumhuriyet’in 101. yılı kutlanacak. Sol partiler dahil çokça kişi ve kurum kutlama yarışına girecek. Büyük bayraklar, süslü sözler, romantik ve coşkulu ziyaretler... Türk olmanın kendisi, bir biçimde bir ulus-devlete sahiplik ve bunların türlü yüceltmeleri dışında kutlanabilen bir şey göremiyorum. Yalnızca Cumhuriyet döneminden konuşursak Şark Islahat Planı’ndan Sur’a, Cizre’ye, keyfi siyasi tutsaklıklara uzanan politikalarla devletin tüm zor aygıtlarını işleterek yok etmeyi, olmayınca yoksaymayı denediği Kürtler, bugün ülke siyasetinde demokrasi, eşitlik, adalet, hak ve özgürlükler ve barış konularında en güçlü sözleri kuranlar. Tüm bu erkekliğin arasında DEM Parti adına resmi açıklamayı yapan eş başkanın Tülay Hatimoğulları olması, sonrasında erkeklerin yüksek sesli ve yukarıdan bir lütufla “el artırma” yarışını Gültan Kışanak’ın tüm sakinliğiyle “el vermek” gibi eşit bir noktaya taşıyan katkısı da bunun bir örneği. Kutlamaya değer siyasi ve toplumsal kazanımlar ve bunların benimsenmesi konusunda Türklerin Kürtlerden öğreneceği çok şey var. Devletin varmak istediği yer bir demokratik cumhuriyet olmayabilir ama Türkler belki bu defa “raconcu” adamlar yerine mücadeleci kadınların sesini duymayı tercih ederse kendi toplumsal umudunu onlarla birlikte kurabilir.