“Nasıl da birbirimize göreyiz göreceliyiz…”
Elif Sofya
Başkalarının yarasına bir turist gibi girilip çıkıldığı yerde eşiklerin acısı duyulur mu? Ya da şöyle soralım: sınır kavramını kendi kapısının eşiğinden hareketle başlatan birisi için karşı kıyıdakilerin anlamı nedir? Böyle birinin başkalarının çığlığını kendi şahsi deneyim sahası dışına itekleyip durdukça huzura ermesi mümkün müdür? Eşiğin acısı, aidiyete zafiyetten beslenir, kim olduğumuz inancının özgürleştirici reddinden şifalanır. O nedenledir ki, kendi kültürel veya siyasi cemaatimizle tesis ettiğimiz bağın esnekliğidir bizi ötekinin hakikatine açılmaya zorlayan. Tam da bu noktada Byung-Chul Han’ın sözünü müstehzi biçimde tersine çevirerek diyebiliriz ki; “Kopuşlar acı vermiyorsa, bağlar hakiki değil demektir” [1]. Kuşkusuz bu sonuncusu, ülkece tecrübe ettiğimiz ifratın nedenlerini kavrayabilmek açısından daha doğru bir izahat olur. Zira yalnızca bize benzemeyenle değil, benzeyenle kurduğumuz bağların mahiyeti de, bırakın zayıflamayı, çözülmenin, hatta kopuşun eşiğinde can çekişmekte şu sıralar. Toplumsal şiddet ve cinnet halinin inkişaf ettiği mertebeye bakılırsa, sosyal yahut münferit, her türlü çürüyoruz…
Mevzuyu Foucault, Bhabha, Levinas, Derrida, Said, Bauman, Badiou gibi filozofların bıraktığı yerden devralan zamane düşünürü Han’ın “eşiklerin acısı” dediği şey, kendi kimliksel konumlanışını belli süreliğine terk etmeyi göze almayı, olup bitenleri muarızın gözünden, karşıt bir açıdan bakabilme yetisini veya becerisini anlatır. Böyle bir tasavvur olmadan, körler ve sağırlar diyaloğunun mesaisi ebedîdir. Toplumsal bağların kurtarılışına bağlanacak umudun yitirilişi de. “Hoşgörü azaldıkça yükler ağırlaşır” demiş Horatius. Benzer biçimde, aidiyetler pekiştikçe sınırlar daha da katılaşır. Hele de ertesi günlerin güvencesizliği ve belirsizliğiyle başa çıkmaya çalışan, gitgide boş vermişlik, bezginlik ve umursamazlık denizinde yalpalayıp duran yığınlar için, sınır duygusu çok geçmeden aşılmaz setlere, yükselen duvarlara dönüşür. Benzer tavırların zamanla yaygınlaşarak yerleşik bir eğilime dönüşmesiyle birlikte de, an gelir, hepten bir “medetsizlik çağı”na girilir. Şimdilerde o noktada mıyız bilinmez ama, hoşgörü, izan ve empati yoksunluğundan mustarip, süreğen bir bedbinlik ve apati kuşağında olduğumuz da muhakkak. Sosyolojik bir tabirle, anomi koşullarında… Karşılıklı bir duygudaşlık ve muhabbetin olmadığı yerde artık kimse kimseden bir şey beklemez olur. Herkes birbirinin hasmı veya karşıtı, klasik terkiple, “kurdudur.” İş artık bu aşamaya gelmişse, durum gerçekten de vahim demektir. Dekadan, çözülme, çöküş başlamıştır.
Bundan yaklaşık bir asır kadar önce Amerikan pragmatistleri (Herbert Mead, John Dewey, Robert Ezra Park, Edward Ross, vd.) Chicago Üniversitesi çatısı altında genel bir fikir ve anlayış birliğine vararak, bir toplumda suç ve suçluluğun artmasının toplumsal çözülmeyle sonuçlanacağı yorumunu yapmışlardı. Kuşkusuz bunda, Polonyalı göçmenler tarafından düzeni alt üst edilmiş Chicago’nun kriminal bir şehir oluşunun da payı vardı. Özellikle Dewey, “anlamada başarısız olmanın, eylem içinde fikir birliğine varmada başarısız olmak” [2] anlamına geldiğini ikrar ederek, toplumsal iletişimi asgari ölçekte kolektif deneyimlerin paylaşılması süreci olarak nitelemişti. Anlamada başarısızlığın kaçınılmaz sonucu tam anlamıyla bir kakofoniydi, toplumsal çözülmenin ilk evresi de burada başlıyordu zaten, dilin simgesel ve bağlamsal işlev kaybında… Dewey’in teşhis ettiği çözülmenin ilk iki düzeyini çatışma ve parçalanmanın izlemesi mukadderdi. Dahası, tablo sonul evresinde iyiden iyiye “şizmogenetik” [3] bir haletiruhiyenin belirişiyle birlikte daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Söz konusu çatışmalı sürecin farklı veçheleri üzerine kafa yoran sosyologlar, tahmin edilebileceği gibi, çözüm olarak entegrasyon veya bir tür “ırklar birliği politikası” mealinde asimilasyona odaklanmayı tercih etti. Çağdaş felsefe kulvarlarında ise, bütünleşmeci olduğu kadar varoluşun biricikliğini tescilleyen, “rizomatik” ve çok kültürlü paradigmaların yanı sıra, benzerliğin tiranlığına karşı “farklı olan” lehine cepheyi genişleten bir entelektüel eğilimin varlığından söz edilebilir: Deleuze, Badiou, Gadamer, Kristeva, vb. Özellikle tartışmaya cins kimliği üzerinden dahil olarak her tür tekilliğin eşitlik kavramı altında takatten düşürülmesine karşı çıkan Kristeva’ya göre, ihtilaf yoluyla var olmaktan veya daha başka “militanca angajmanlardan değil, özgül yaşam çizgileriyle çoğalmayı esas alan” [4] iyileştirici bir çabaya girişmek gerekir. Zira indirgenemez farkı koruyan ve bütünlüğü bir arada tutacak olan sıva ancak bu yolla sağlanabilir. Gelgelelim, eğer sınır varsa, her zaman iki farklı kutup, cephe veya taraf da vardır ve bütünün parçalarıyla kurduğu ilişkinin mahiyeti, hâkim siyasi fikriyatın umumi hissiyatla kurduğu ünsiyetten ayrı düşünülemez. Bu nedenledir ki, parçalanmış toplumsal bilincin onarımı işini bizatihi mevcut tablonun müsebbibi olan hâkim bir zihniyetten beklemek, ihyaya değil, olsa olsa çözülüşe hizmet eder…
İkinci olarak, Han’ın sözünü ettiği eşiğin acısını duymak, öncelikle eşlik etmeyi gerektirir. Yani feneri yalnızca burnunun ucundakine tutmayı değil, uzunları yakmayı... Zira göz, kısa farlarla aydınlatılmış yolun yalnızca küçük bir kesitini görür. Dahası, o kısacık mesafe görmeyi değil, körlüğü arttırır daha çok, çerçevenin dışında kalan fazlayı, sapmayı büyütür. Neyi ne kadar algılıyorsak o kadarını fark eder ve görürüz, buna şüphe yok, fakat hissetmek daha rikkatli ve derinlikli bir bakışı, incelikli bir izanı gerektirir. Sıklıkla telaffuz edildiği gibi, toplumsal/ kültürel mozaikte farklı bir renk veya motif olabiliriz, bazı bakımlardan daha renkli veya mat da; fakat aynı bütünün parçası olmanın bizi farazi yakınlığın şiddetinden koruyacağını da kim söyledi? Ezelî din ve millet kardeşliği terennümlerinin ortalıkta kol gezen nefret, şiddet ve kötülüğü dizginlemeye yetmediği, aynı meşrep, mahalle veya muhitten olmanın samimi bir ünsiyete aracılık etmediği, aynı fikrî sabite biat etmenin yalnızca fanatizmin yatağını genişletip fanatiklerin sayısını çoğalttığı yerde hangi toplumsallık formunun kurtarıcı ipine abanılabilir? Yakınlık demişken, hem farazi hem de marazi yakınlık, sözünü ettiğim. Nitekim neredeyse santimantal veya romantik ilişki cezbesinin tazyikine kapıldığımız her seferinde, malum yakınlığın her an cinai bir eyleme dönüşme ihtimali kaynaştırıcı potansiyelinden daha fazla. Üstelik, şiddetle ehlîleştirilmiş sevgilerin, sevileni kara toprağın altına yolculadığı psişik buhran başka hiçbir yerde olmadığı kadar yalnızca bizde tesadüf edilebilecek türden bir garabet. Başka bir deyişle, aşk yüzünden öldürenin maktule duyduğu canavarca sadakat, sevgisine karşılık bulamayanın meylettiği cinnet, kol kırılır yen içinde kalır ketumluğunun yarattığı fasit rehavet ve daha başka anormalliklerin kolektif şuurda normali tanımladığı bir tekâmül eğrisi asıl felaket. Hülasa, asıl vahamet, makul bir uzaklığın da farazi bir yakınlığın da düpedüz cinai bir kategoriye dönüşmüş olması…
“Kederde ve tasada birlik” ikrarının da belli bir mühleti ve ömrü var, malum. Şair Kutay Onaylı, “türkolmak çok uzun bir yolun sonunda/ birbirini parçalayan otuz kuş” [5] derken, aynı nesep tekinsizliğinin altını çizer. Zira “biz bize benzeriz”in mütemmim cüzü biricik ve eşsiz mevcudiyetimizin, tarih aşırı maşeri şuurumuzun, kültür dışı kültürel ve beşerî mefkuremizin, kendi etrafımıza afaki bir şüphecilik ve paranoyakça bir hissiyatla ördüğümüz duvarların, her sıkışık dönemde veya “varlık yokluk berzahında”, sızısıyla çoğaldığımız değerli ve kederli yalnızlığımız, vb. duyumsamaların günün sonunda dönüp dolaşıp dirlik ve düzenliğimize içeriden tasallut eden bir yanı var… Bu da demek oluyor ki, hiçbir maddi ve manevi harç yetmiyor bütünü bir arada tutmaya. Milli birlik ve beka söylemlerinin yarattığı kenetlenme, sımsıkı bir inançla bağladığını feci bir küfürle çözüyor yeniden.
Sosyolog Norbert Elias, “şiddetten arınmış toplumsal yaşam” diye tarif etmişti medeniyeti. Yani asgari ölçüt buydu medeniyet için. Bir toplumda nezaket yoksa şiddet vardır kabilinden bir sonuca da varılabilir bu saptamadan hareketle. Zira İngilizce “civility” sözcüğünün Türkçedeki bir karşılığı da nezaket. Eski tabirle, adabımuaşeret. Peki ya elim manzarada şiddetten daha fazlası varsa? İnsana, hayvana, bitkiye, toprağa, suya sistematik eziyet? 2024 Türkiye’sinde tüm bu ürkütücü alametlerin neredeyse tamamı mevcut. Üstelik münferit de değil, süreğen ve yapısal bir gerçeklik olarak. Daha da önemlisi yaygın bir toplumsal cinnet, çözülme ve çürümeyle birlikte… Gazetelerin üçüncü sayfalarına yansıyan haberlere, televizyon bültenlerinin aktarmakla bitiremediği vahametlere bir göz atmak yeterli bunun için.
Bilindiği üzere, sosyal çürümenin birçok veçhesi var, ama belki de en vahimi, artık birbirimizden ümidi kesmiş olmamız. Yolda, sokakta, otobüste, okulda, çarşıda, pazarda, iş yerinde sanki birbirimizin yüzünde vahşi bir dağa bakıyoruz. Aynı mahallede kapı komşuyuz, ama sanki birbirine çok uzak diyarların sakinleri gibiyiz. Yolun bizi götürdüğü yeri çok iyi biliyoruz; rutin kayboluşlara, binaların ve göçük altında kalanların ihmale boğulmuş hayatlarına, birkaç yıl öncesindeki pandeminin yol açtığı ruhsal ve iletişimsel tahribata, “Sıla” bebeklerin, “Narin” yaşamların erkenden ve el birliğiyle söndürülmüş ışıklarına, yasayla güvence altına alınmış kedi-köpek katliamlarına [6], adaletsiz hukuk garabetlerine, toksik erkekliğin maruz kaldığı kimliksel daralmayı ve hissettiği acziyeti bertaraf etmenin bir aracı olarak başvurduğu, artık neredeyse alelade bir maço sporu haline gelmiş olan kadın cinayetlerine, daha başka bahtsızlıkların ölümcül suskunluklarına da aşinayız. Manzarada hüküm süren gamsızlığın ivmesi o kadar hızlanmış durumda ki, uyuşmuş hücrelerin verdiği hazzı mutluluğun çıldırtıcı rüzgârı sanıyoruz!
Yine aynı haletiruhiyeyle ve tedricen öylesine gaddar ve kıyıcı eylemlerin melanet dolu anlarına tanıklık etmekteyiz ki son birkaç yıldır, başkalarının yaşamında lüzumsuz bir fazlalık olarak bulunuşumuzun insanlığımızdan eksilttiği şeyleri teşhis edebilecek hiçbir tartı veya ölçü birimi kalmadı elimizde. Tepkisizlik bakımından o denli birbirine benzer kılınmış kimseleriz ki, her gün onca haksızlığa, kötülüğe, tacize, tecavüze, şiddete, ölüm ve cinayete seyirci kala kala, sonunda el birliğiyle var ettiğimiz bu kusursuz aymazlığın ürünü bu musibet esere bakıp, ortalama bir gayret veya hissiyatla önleyebilecekken mutat sinikliğimize yenik düşmekle yol açtığımız canilikler yüzünden kendimizden gitgide daha çok nefret ediyoruz… Birbirimize sahip çıkamayışımızın, ölümcül ilgisizlik, sindirilmişlik ve pıstırılmışlığımızın utancıyla abat olup, birbirimiz için birer dingin ufuk veya sığınak olacak yerde, bir suç mahalli haline gelişimizi eşsiz çoraklıkta “terra incognita”larla taçlandırıyoruz. Genç bir kadın güpegündüz Taksim’in göbeğinde yere yatırılıp tacize uğrarken [7] veya bilmem kaç suç kaydı olup da [8] habis varlığı hayatımıza hibe edilmeden önce kim bilir daha kaç meçhul vukuata faillik etmiş canileri ıslaha yeltenmeyen bir hukuk sisteminin gelecekteki muhtemel kurbanları olarak uzaktan seyrediyoruz gencecik insanların çalınan hayatlarını… Aynı şekilde, her üç beş günde bir, körpecik bedenler, uyuşturucu müptelaları, tacizciler, tecavüzcüler, pedofiller, banal mizojinik istemsiz bekârlar, gösteriş müptelası “ponçik” fenomenler, vicdansızlıkta kan donduran yenidoğancılar ve daha başka mizantrop ucubeler ve hilkat garibesi tipler tarafından parçalara ayrılıp yüksek surlardan aşağıya, annelerinin dizleri dibine fırlatılırken de [9] sessizce ve çaresizce izliyorduk... Şedit kükreyişleriyle meşhur, kıymeti kendinden menkul siyaset başbuğları alenen ve tek tek isim vererek, mesleğini harimi ismeti bilmiş kimi az sayıdaki cesur ve gayretli gazeteciyi hedef gösterip dergâhındaki zevatı azmettirici sözlerle menfur işlerden birine daha vazifelendirirken de oradaydık. ‘Seçkin’ mekânlarda avro tomarlarından rengârenk bukleler yapılıp, bin bir şatafatla sulandırılmış ‘aşko’ nidalarıyla, ekranlarda bıktırıcı pespayelikte serenatlar çekilirken yahut gül yaprağı ambiyanslı jakuzilerde elde şampanya kadehleri, burunlarda pudra şekerleriyle keyfedilip cümle aleme göstere göstere asrın şovları yapılırken de yine oradaydık. İçişleri ve adalet sistemimizin yetkilileri de oradaydı, aile saadetinden sorumlu ahlak bakanlığı da…
Hâlâ da oradayız, ama salt bir hayalet, kopkoyu bir gölge veya korkuluk olarak. İtiraz parmağımız birkaç yerinden kırık, çekingen bir buruklukla savuşup gitmeyi öğreniyoruz olay mahallinden. Herkesin bildiği ama kimsenin itiraf etme gereği duymadığı bir lüksten yararlanıyoruz: ebedî cürümlerin, netameli işlerin küçük esnafıyız. Ece Ayhan’ın deyişiyle, “uzaktaki her büyük suçun yakındaki küçük ortağı…” [10]. Birbirimizin kütüğünü yuvarlaya yuvarlaya geldik buralara, karşılıklı horgörü ve nefretle; başkasını suçlamayla kendini aklama çizgisine aynı anda varmak için belki de. Birinin eksiği diğerinin kamburunda fazlaca göze batmasın diye… Evet, hâlâ oradayız. Bol rötuşlu belleğimiz, sabah karanlığına alıştırılmış gözlerimiz ve asılacağı çarmıha zamanla tahammül gücü kazanmış bilincimiz ve morarmış yüreğimizle… Buz dağının görünmeyen yüzünde ise, sosyal medya aynasında adeta ikinci bir suret keşfetmiş görünen necip milletimizin “çıldırmaya az kalmış” hâletiruhiyesinin başka türden bir edeple şifalanmış, pek kreatif mahiyetli salvoları var. Kendisiyle evlenip boşananlardan, “sadece ota, kütüğe cinsel çekim duyuyorum” diyerek ağaçlara sarılıp duranlara; yetişkinler arasında at başlı değnek biniciliği yarışı düzenleyenlerden son “2024 Türkiye Güzeli” hadisesine; Tiktoklaşmış zihinlerden photolurking müptelalarına varıncaya dek saymakla bitmez envaı çeşit numune… Genç-yaşlı neredeyse herkes, her dakika adeta kendine yeni bir kimlik aramakta. Hemen her yerde hep aynı dürtüsel ergenlik ve klişe abidesi bir tepkisellik pompalanmakta, mankurtlaştırma gazı verilmekte hortumla. Bir de yeni nesil varoluş denmekte bu amaçsız ve eğreti savrulmaya. Milletçe bir kez daha idrak etmekteyiz ki, kitle ruhu tekinsizin yasasına eklemli, ilkel, sakil, infantil bir müptezellik. Yaşam bir kez daha mesele… İzah edilmeyi bekleyen bir çapraşık hengâme. Utanç evet, fakat bu kez hiç olmadık bir kılıkta ve bağlamda.
Narin olayı mesela... Hiyerarşik feodal erkekliğin politik dümeninde ketum bir köyün büyük bir sebatla suç ortaklığı edişinin korkunç hikayesi! Herkesin her şeyi başından beri bilip gizlediği, yalandan yana ağız birliği etmişlerin çalkantılı yalpası! Ve silahlı, kolektif bir güç olarak aile... Çevre/cemaat kutsaması desen zaten aileleri kendi vicdanlarının yükünden kurtarmak için var. Yeni doğan vahşeti var bir de… Vaziyet burada da öyle. Tartışmasız, organize kötülükte sınır aşımı! Mevzuyla ilgili olarak, “Biz toplum değiliz. Yığınız.” diye yazmış yazar Sema Kaygusuz [11]. Yan yana istiflenmiş, tepkisiz nesneler stoğu... Olası tüm insanî itkilerden ve bağlardan arınmış. Günde sekiz bin TL kazanmak için insanlığı küvözlere gömenler, yetmeyip ölüm talimatının ardından bir de alem yapanlar, yetersiz insanlık bakiyesinin yoğun bakım numuneleri... Çete liderinin iktidarın birçok ismiyle çekilmiş fotoğraflarının oluşuysa, bizler için son derece alışıldık bir referans çerçevesi artık… Tüm bunlar da gösteriyor ki, bu ülkede sanki her şey yaşama hakkına, şayet mucize eseri ve kazaen hayatta kalınmışsa, kendi olma bilincinin himayesine esastan bir komplo. Göz göre göre heba olan hayatları gördükçe, şimdi artık en uzun tünellerin karanlığına doğru kanat çırpıp hep birlikte kapatabiliriz farları… Zira geceyi kaygısız cümlelerle uyandırmamız dünyada geçen günler için bağışlanma sebebimiz...
Siyaset kurumunun meseledeki dahline gelince… Siyasetin dilindeki simgeselin gücünü hafife almamak gerek kesinlikle. Hele de en üst mercileri mesken tutmuşların pek dehşetengiz söylemlerinin tebaaya yukarıdan aşağıya dik bir açıyla sirayet eden bir ivmesi varsa… En klasikleşmiş örnekleri hatırlayalım: “Kızlı erkekli el ele dolaşmalar”, “bir kadın olarak sus!” nidaları, “bekâr kadınları sahiplendireceğiz!” ilkelliği, vs. Aynı mutat söylemin yeni sürüm bir versiyonunun apaçık dini bir atıfla, bir tarih profesörünün ağzından gündeme gelmesi ve “İslam ahlakıyla edeplenmeyenin başına gelebilecek muhtemel musibetlere” [12] işaret etmesi ise, furyanın el yükselterek devam ettiğinin bir göstergesi. Bu ve benzeri cinsiyetçi ve faşizan çıkışların kendi tabanında bulduğu geniş teveccühün de etkisiyle, bundan sonra da hız kesmeden dolaşıma sokulacağı varsayılabilir. Yalınkat bir gücü iktidar olmanın yegâne koşulu sayanların her köşe bucağa diktikleri hoşgörüsüzlük anıtları görünüşte kilden simgelerle örülmüş gibidir hep. Fakat söz konusu simgesel, günü geldiğinde en dehşetli kuvvelerin fiiline yataklık edecek söylemlerin melanet tohumudur da aynı zamanda. Tüm bu had ve hiza bildirici lafızlar öbeğinin ardında nefretin türlü öldürme biçimleri, yaşamaya ve yaşatmaya yeteneksiz muktedirliğin zerrece sevgi ve izan barındırmayan hıncı vardır. Söylenecek söz belli: “Dilleri var bizim dile benzemez”, kalpleri var hiçbir duygu çarpıntısının mızrabından bile geçmemiş… Varsa yoksa hamaset, husumet, tehdit, nefret, parmak sallama. Eh, kültürel hegemonyada isabet kaydedemeyince sözcüklere kaba kuvvetle irtifa kazandırmak en muteber seçenek olabiliyor gerektiğinde demek ki... Zorbalığın hazımsızlığını bir şarkı sözüyle sınama gayretkeşliği de şimdilik en eşsiz maharetlerden biri…
Biz duygusu olmayanın kimlik duygusu olur mu? Varlığı öbür yarının yokluğuna bağlı olan bir gelecek tahayyülü, hayatı nasıl bir dile döker? [13] Bu sakil ve müsamahasız bakışta, korku ve paniğin kenetlediği biz’den, kaskatı bir tahammülsüzlükle damgalı “onlar”a, aradaki müsavat ve uhuvvet makası ne tür bir tavizle kapanır? Ne tür düşünsek müşkülü kökten çözeriz mesela, en fazla nereye kadar? Ve neden mi ezeli bir iyiler ve kötüler savaşının uğursuz şeceresine kayıtlı bu sorular? Çünkü bildiklerinden çok anladıkları var, düşünebildiklerinden fazla unuttukları… Azalışı seviyorlar, hiçi, insansız yerleri. Bu yüzden ışığı kıyıdan koparıp karanlık sulara katan dalgaları sevmeleri… Temas ettikleri her şeye, her yüzeye, tıpkı kör ve sağır taşların kuşlara yaptığı gibi, ezgili bir hınçla eğim vermeleri… Bu yüzden işte, sarp dağların gerçeğinin düzlüklerden, soruların cümle hazır inançlardan önce gelmesi…
Bu hüzünlü tablo, fiyakası gitgide bozulmaya yüz tutmuş bir ulusal birlik ve aidiyet durumunu eşiklerin acısını duyma kabiliyetini çoktan yitirmiş karakterler üzerinden ve yakıcı bir ironiyle anlatan Corneliu Porumboiu imzalı Bükreş’in Doğusu (2006) filmini getirdi aklıma, şu hâlde onunla bitirelim. Politik hicvin televizüel bir parodisi niteliğindeki filmde, Romanya devrimine tanıklık ettiği iddiasındaki -birbirinden meczup- üç kafadarın göz açıp kapayıncaya dek ağız dil değiştiren kaypaklığı konu edilir. Üç sahtekâr konuk, yerel televizyon yapımcısı Virjil’in davetlisi olarak çıktıkları sohbet programında tüm yayını utanç verici bir ifşaata boğarak, birbirlerinin foyasını açığa çıkardıktan sonra, nihayet dımdızlak ortada kalırlar. Hepsi de aynı ortak yalanın parçasıdır, aynı gizli hakikatin… Gerçekte hiçbiri Romanya devrimi sırasında olaylara ucundan kıyısından dahil olmadığı gibi, tanıklık da etmemiştir. Dolayısıyla muhayyel bir devrimin birbirine kenetleyeceği bir toplumsal birlik de yoktur aralarında. Zincirleme gerçekleşen ifşaat ve birbirini yalanlamalar ve yayına telefonla bağlanan görgü şahitlerinin maske düşüren beyanları neticesinde, tartışma, tuhaf bir biçimde konukların kendi hakikat süreçlerine yakalanmalarıyla sonuçlanır. Ekranı görülmemiş bir ölüm sessizliği kaplar. Sunucu dahil, stüdyodaki herkes, hep birlikte susarlar. Destanın millî olanı kan ve gözyaşı ister zira, sözle kahramanlık, hele de sahte kahramanlıklar sergilemek hiçbir surette sorunu çözmez, hamasetlerin en ucuzunu üretir yalnız. Yönetmen, sonunda tüm ulusun gözü önünde çöken menkıbeyi kamerasını pencereden dışarıya çevirerek, yalancı yüzlerden, riyadan uzaklaştırarak kurtarmaya çalışır. Etkili de olur bunda. Sonunda izleyici kendini Bükreş’in sokaklarına, evlerin çatılarına tatlı tatlı yağan karın iç rahatlatan ritmine bırakır. Gerçekten de filmin finalinde kadraja giren bu sıra dışı dinginlikteki kar yağışı sekansı, ortalıkta dönen tüm yalan dolanı ve dolayısıyla birlik yanılsamasını bir anda silip atar zihinlerden. Bu, aynı zamanda kültürün doğaya teslim olduğu andır. Seyirci tam da bu noktada şöyle düşünür: Keşke gerçek hayatta da böyle olsaydı… Gündüz tanık olduğum her şey, akşamüzeri tatlı tatlı yağan bir karın masumiyetine yenik düşseydi...
[1] Cümlenin aslı şöyledir: “Kopuşlar acı veriyorsa bağlar hakiki demektir.” Byung-Chul Han, Palyatif Toplum, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s.41.
[2] John Dewey, “Experience and Nature”, In The Later Works of John Dewey 1925-1953, c. 1, Southern Illinois University Press, Carbondale and Edwardsville, 2008, s. 141.
[3] Sosyolog Gregory Bateson’a ait olan kavram, “ayrılarak, bölünerek var olma” eğilimini ifade eder.
[4] Nilgün Tutal, Kristeva: Adlandırılamayanla Yüzleşmek, Beyoğlu Kitabevi, İstanbul 2023, s. 49.
[5] Kutay Onaylı, Türkolmak, Metis Yayınları, İstanbul, Mayıs 2024, s.33.
[6] Kısa sürede yasa gücünü fiiliyata dökme yarışına giren kimi kurumsal uygulamaların en infial uyandıranı için bkz. “Gebze'de katliam! Kedi ve köpek ölümleriyle ilgili soruşturma başlatıldı,” https://www.ntv.com.tr/video/turkiye/gebzede-katliam-kedi-ve-kopek-olumleriyle-ilgili-sorusturma-baslatildi,_7FiTsMpwEy1bvMKBIN9Zg, erişim:15.10.2024.
[7] “Beyoğlu'nda bir kadını taciz eden iki kişi tutuklandı”, https://anlatilaninotesi.com.tr/20241005/beyoglunda-bir-kadini-taciz-ettigi-belirlenen-iki-supheli-tutuklandi-1088842746.html, erişim: 12.10.2024.
[8] “26 suç kaydı olan zanlının polis Şeyda Yılmaz'ı şehit etmesine tepki: 10 yılda 20 tane af çıkartanlar sayesinde bu tipler dışarıda cirit atıyor”, https://t24.com.tr/foto-haber/26-suc-kaydi-olan-zanlinin-polis-seyda-yilmaz-i-sehit-etmesine-tepki-10-yilda-20-tane-af-cikartanlar-sayesinde-bu-tipler-disarida-cirit-atiyor,36495, erişim: 15.10.2024.
[9] “İstanbul'da vahşet! Yarım saat içinde iki kadını öldürdü: Başını kesip surdan atladı”, https://www.milliyet.com.tr/gundem/fatihte-dehset-kadinin-basini-kesip-surlardan-atti-ardindan-intihar-etti-7203038, erişim: 20.10.2024.
[10] Ece Ayhan'ın “Ala Ala Hey” isimli şiirinden. Bütün Yort Savullar içinde, YKY, İstanbul, 32-33.
[11] https://x.com/KaygusuzSema/status/1847396148798951449, 19 Ekim 2019.
[12] Ebubekir Sofuoğlu adlı ahlak vaizinin bahse konu olan sözleri için bkz. “Ebubekir Sofuoğlu’ndan tepki çeken İkbal Uzuner yorumu: İslam hassasiyetiyle yetiştirilseydi…”, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ebubekir-sofuoglundan-tepki-ceken-ikbal-uzuner-yorumu-islam-2255097#google_vignette, erişim: 07.10.2024
[13] Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Hüseyin Köse, “Biz Duygusu, Adabımuaşeret ve ‘Üveyleşmiş Halk’”, https://birikimdergisi.com/guncel/11642/biz-duygusu-adabimuaseret-ve-uveylesmis-halk, 24.02.2024.