Geçmişin Geleceğe Uzanan Tarihi: Yeni Karanlık Yüzyıl

Hem geçtiğimiz hem yaşadığımız yüzyılın oldukça gotik özellikler gösterdiğini ve bu nedenle yaşadığımız zamanın gotik bir havası olduğunu söyleyelim. Genel olarak gotik anlatı kasvetli bir dünya tasarımına sahip olduğu için ölüm gibi unsurları daha çok korku/gerilim temasıyla estetize ederek işlerken kimi zaman romantizm unsurlarını da yedeğine alarak hikâyeyi alacakaranlık bir atmosfere yerleştirerek vermeye çalışır. Bu tarz bir yazın daha çok edebiyat ve film alanında gözükse de geçtiğimiz yüzyılın ve yaşadığımız günlerin gotik bir tarafının olduğu reddedilemez. Çünkü büyük insani alt oluşların, kıyımların, şiddetin ve bütün bunların siyasal manevralar için milli, dini ve ekonomik anlamda romantize edildiğini geçmişte olduğu gibi bugün de görmekteyiz. Bu nedenle dünyada savaşla başlatılan siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin tarihinin de gotik özellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. İşte tam da buraya kadar söylediklerimi düşündürten bir çalışma Nuray Mert tarafından Yeni Karanlık Yüzyıl: Bitmeyen Savaş (Doğan Kitap, 2024. Kitaptan yapılan alıntılar parantez içinde belirtilmiştir) adıyla yayınlanmıştır. Mert kitabında, Rusya-Ukrayna Savaşı’nda ortaya çıkan taraflaşmanın tarihini ve taraflaşmanın dayatılmasına olan insani ve akademik itirazını ortaya koymak istemiştir. Bunu yaparken de Rusya-Ukrayna Savaşı ile genel olarak Batı’nın özel olarak da ABD ve AB’nin “savaşı zorunluluk, askeri harcama ve hazırlıkları ise tedbir olarak pazarladığının ve hatta bütün bunları demokrasi ve küresel barışı savunmak adı altında yücelterek yapmaya başladığının” kaydını düştükten sonra “yeni karanlık bir devrin önünün açıldığını” ve bu devrin “uzun geçecek yirmi birinci yüzyılın karanlık bir yüzyıl olma” (s. 12-13) ihtimalini yükselttiği uyarasında bulunmuştur. Bu uyarıyı dikkate almanın zaruretini vurgulama amacıyla bu kısa yazıda Yeni Karanlık Yüzyıl kitabının düşündürdüklerini ele almaya çalışacağım.

Anlatıların İdeolojik İkiyüzlülüğü

Mert “yeni karanlık yüzyılın” oluşumunda etkili olan anlatıların iki yüzlü olduğunu ve bunun geçtiğimiz yüzyıldan itibaren artan etkiye sahip olduğunu söyler. Bu iki yüzlülüğün temel belirleyicisi ise Rusya’da yaşanan 1917 Ekim Devrimi ve sonrasında gelişen Soğuk Savaş sürecidir. Bu süreç kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadele belirlemiştir. Genel olarak Soğuk Savaş’ın 1945 sonrası başladığına dair yaygın bir kabul olsa da bana göre asıl soğuk savaş, Karl Marx ve Friedrich Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’yu (İletişim Yayınları, 2021) yayınlamasıyla başlamıştır. Manifesto, açıkça o zamana değin siyasi ve ekonomik dünyayı belirleyen kapitalizm ve onunla yakın ilişkide olan liberalizmin yarattığı dünya için bir tehdit olarak görülmüştür. Manifesto’un “başka bir dünya mümkündür” anlayışı ile kapitalizme meydan okuması, genel olarak kapitalizm ve liberalizm taraftarlarınca ve bu yapılarla yakın işbirliği içindeki statüko yanlısı muhafazakarlarca da irkiltiyle karşılanmıştır. Bir de buna Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’ni eklediğimizde Soğuk Savaş ete kemiğe bürünmeye başlamıştır. Ancak bu sürecin adının konması ve bu yönde antikomünist politikaların üretilmesi ve dünyanın bu yönde hizaya çekilmesi ise 1945-1989 arasında gerçekleşmiştir. Soğuk Savaş’ın 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile bittiği ilan edilse de yaklaşık 150 yıllık oluşan antikomünist refleksin terkedilmesi mümkün olmamıştır.

Geçtiğimiz yüzyılın Batı merkezli liberal tarih anlayışı, 20. yüzyıl tarihini liberal kapitalizmin esenliği doğrultusunda inşa ederken, 1917 Bolşevik Devrimi’nden itibaren komünizme, bu arada önceleri örtük bir biçimde destekledikleri Hitler faşizmini düşman ilan ettikten ve bu düşmanı SSCB ile ittifak ederek saf dışı bıraktığı gerçeğini görünmezleştirdikten sonra 1945’ten itibaren faşizm yerine düşman olarak Sovyetler Birliği’ni ve komünizmi koymuştur. Bu nedenle Nuray Mert, “liberal Batı tarihçi ve kuramcıları, Soğuk Savaş süreci boyunca Sovyetler Birliği’ni Rus İmparatorluğu’nun kılık değiştirmiş biçimi olarak tanımlamıştır. Sovyet tarihçileri ve Marksist kuramcılar ise Lenin’in emperyalizm kuramı çerçevesinde, başta ABD olmak üzere Batı ittifakını emperyalizmin temsilcileri olarak görüyordu” (s. 109-110) sözleriyle Soğuk Savaş sürecinde aktif olan akademik ve entelektüel güzergahı ortaya koymuştur. Bu güzergaha Rusya ile olan ilişkilerinden edindiği “Moskof” mirasıyla Türkiye de dahil olmuştur. Özellikle Türkiye’deki Türkçü ve İslamcıların merkezde olduğu sağ çevreler ABD’nin ürettiği Soğuk Savaş paradigmasını içselleştirmişler ve bu uğurda komünizmle mücadeleyi antikomünist bir içerikle yürütmüşlerdir. Bu süreçte Türkiye’de 1948, 1956 ve 1963 yılında olmak üzere üç defa Komünizmle Mücadele Dernekleri adlı antikomünist paramiliter yapılar kurulmuştur. Bu derneklerin ürettiği failliğe ruhunu veren temel metinler ise ABD merkezli kuruluşlarca üretilmiş ve yapılan çeviriler bu derneklerdeki antikomünist mücahitler aracılığıyla rafineleştirilerek, toplumun Rusya ve komünizm aleyhine ve ABD lehine konumlanmasına katkı yapmıştır (Bkz. Komünizmle Mücadele Dernekleri, İletişim Yayınları, 2024). ABD antikomünist mücahitlerin kendisine katkısının ne kadar farkında olmuştur bilinmez ama Türkiye için bu sürecin oldukça renkli geçtiğini ilgili literatürden izlemek mümkündür.

ABD merkezli olarak liberalizmin ve kapitalizmin esenliği adına üretilen antikomünist söylemlerin yaygınlaştırılması adına yeri geldiğinde radikal İslamcılık ve Türkçü uç milliyetçilik Sovyetler Birliği ve komünizme karşı desteklenmiştir. Hatta bu dönemde liberal kapitalizmi koruma amacıyla üretilen antikomünist söylemin salahiyeti için, “ABD aleyhine eylemlerde bulunmanın dini ve milli hasletlere yakışmadığını” söyleyen Tekin Erer gibi sağ ajitatörlerin yanında, yine ABD’yi “ehveni şer” olarak gören Necip Fazıl Kısakürek gibi İslamcı ideologlar tarafından antikomünist safları sıkı tutma çağrıları yapılmıştır. Hatta o kadar ileri gidilmiştir ki Hasan Basri Erzurumi gibileri ise Amerika’yı, “sağcı (EHLİ KİTAP) ve büyük kurtarıcı” olarak görmüş ve “Amerika gibi yufka yürekli bir millete” şükranlarını sunduktan sonra “bizim gibi mümin ve müslim ve ahlaklı bir milletin, ebetteki onun safında olması icap eder, Allah da bunu emreder” sözlerini sarfetmekten imtina etmemiştir (Kur’an-ı Kerim’e Göre Sağcılık ve Solculuğun Manası ve Solcu Yazarlara Cevap-Türk Milliyetçilerinin El Kitabı, Garanti Matbaası, İstanbul, 1968). Bu satırlar dini merkezli antikomünist propagandanın bu topraklardaki ferasetinin genişliği hakkında bilgi verecek niteliktedir. Öyle ki bu dönemde hızını alamayan antikomünist zihniyet, ABD menşeili “Esir Milletler/Türkler Haftası” gibi etkinlikler üzerinden hem İslam dünyasını hem de Türk dünyasını kendi yanında hizalandırmıştır. Nuray Mert, buraya kadar vermeye çalıştığım bilgilerin İslam dünyasını merkeze alan tarihini ve yine Batı’nın ve özelde ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki çifte standardının nasıl işlediğini ve İslam dünyasının bu sürece gönüllü yatkınlığının tarihini daha önce Batı İslam’ı Çok Sevmişti (İletişim Yayınları, 2022) kitabında da ele almıştı. Bu nedenle Mert’in iki kitabı da konu hakkında karşılaştırmalı okuma yapmak isteyenler açısından oldukça verimli bir fikri takibi içerdiği gibi böylesi bir okuma, okuyana liberal kapitalizmin kendi esenliği adına dinle ve özellikle de İslam’la ve İslamcılarla olan rabıtası üzerine düşünülmesi gereken çıkarımlar yapma imkânı sunar.

Hem dünyadaki hem de Türkiye’deki ABD merkezli antikomünist mirası ve bu doğrultuda üretilen literatürü yakından tanıyan Mert, haklı olarak Soğuk Savaş sonrası liberal Batı tarih yazımı ve siyaset söyleminin, ABD ve Rusya arasında cereyan eden küresel çatışma hattını özgürlükçü demokrasiler ile totaliter/otoriter komünizm çatışması olarak tanımladığını ve bu anlatının en son “Rusya-Ukrayna Şavaşı’ndan sonra kalınan yerden devam ettiğini” söylemiştir. Öyle ki bu anlatı çerçevesinde Putin, Stalin’e Putin Rusyası da “Hitler Almanyası’na” benzetilmiştir. Buna karşı Putin ise Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşı “Nazilerle savaşa” benzeterek liberal tarih anlatısına, onların akıl yürütmeleriyle Stalin esinli bir cevap vermiştir. Mert bu benzetme savaşını, insanın hem Batı merkezli liberal tarih ve siyaset okumasının hem de ona mukabele eden Putin’in söyleminin “tarihi geri çağıran ve şimdinin tarihini geçmişin güçlü söylem ve sembolleri üzerinden” (s.20) okumaya zorlayan bir kıstırılmışlığa hapsettiğini söyleyerek, vicdanını kaybetmemiş eleştirel aklı uyarmaya çalışmıştır. Mert, vicdanını kaybetmeyen eleştirel akla yaptığı bu uyarısını hem vicdan sahibi bir insan hem de konu hakkında çalışan bir entelektüel olarak tanığı olduğu Soğuk Savaş pratiklerine bakarak yapmıştır.

Mert, Yeni Karanlık Yüzyıl kitabında, Soğuk Savaş döneminde özelde Batı ve ABD’nin ve yer yer de SSCB’nin bu dönemde sergilediği iki yüzlülüklere, çifte standartlara ve düşünme ve eyleme biçimlerini belirleyen siyasal söylemlerin düşmanlaştırıcı tarafgirliklilerine ve literatürün genel olarak neoliberal körleştirme pratiklerini nasıl işlettiğine vurgu yapmaktadır. Özellikle 1930’lardan itibaren Avrupa’da yaşanan Hitler ve Mussolini gibi diktatörlerin faşizm uygulamalarının liberal politikaları tehdit etmediğinde nasıl göz ardı edildiğini, iş kapitalizmin esenliğini tehdide vardığında, düşman olarak kodlanan SSCB’nin nasıl ittifak olarak görüldüğünü ve ardından Hitler’e yüklenen şeytanlaştırma siyasetinin nasıl Stalin’e çevrildiğini anlatır. Mert, Batı’nın bütün bunları yaparken kendisini “demokratik dünyanın temsilcisi”, Stalin’i ise “otoriter dünyanın şer merkezi” olarak kodladığını ortaya koyar. Ve bu arada Batı’nın bütün bunlar olurken liberal çıkarlarını tehdit etmeyen ve kapitalizmin esenliğine zeval getirmeyecek otoriter devletleri ve liderleri nasıl desteklediğini de ayrıntısıyla ortaya koyar. Bu nedenle geçtiğimiz yüzyıldan itibaren kapitalizmin esenliği adına hareket eden Batı, Soğuk Savaş’ın bitimiyle başlayan küreselleşme sürecinde kapitalizmin zaferini “tarihin sonu” gibi tezlerle ilan etse de “iddia edildiği gibi bu zafer demokrasinin zaferi olmamış” ve ABD ile temsil edilen Batı’nın ilişkide olduğu Ortadoğu, Uzakdoğu ve Güney Amerika gibi bölgelerde demokrasi rafa kaldırılmıştır. Bütün bunlar olurken birçok ülke dini, siyasi ve geleneksel rengi ne olursa olsun despotik rejimlerinden kurtulamamıştır. Çünkü en başta liberal siyasi söylemlerin ve tarih anlatılarının iddia ettiği gibi “kapitalizm demokrasi değildir” (s.20-21). Kapitalizmin demokrasi olmadığının dile getirilmesi oldukça yerinde bir tespittir.

Nuray Mert’in haklı olarak belirttiği gibi Soğuk Savaş’ın bitişiyle kapitalizmin liberal cenneti yaşanmadığı yetmezmiş gibi ABD ve Batı, 2001’den itibaren Irak ve Afganistan işgalleri ile başlayan ve devamında Arap Baharı denilen baharsızlığın eşsiz kışını çifte standartlar üzerinden işletmeye devam etmiştir. Kapitalizmin esenliği adına yerli işbirlikçiler üzerinden sürdürdüğü sömürü faaliyetlerini bu coğrafyalarda yaşanan haksızlıkları, adaletsizlikleri ve yıkımı meşrulaştırmak için demokrasi, özgürlük, çoğulculuk ve insan hakları gibi kavramları değersizleştirerek yapmıştır. Bu anlamda demokrasiye olan inancın yitirilmesinin en önemli aktörlerinden biri ABD ve Batı ise diğeri de onunla işbiliiği yapan yerel liderlerdir. Bunun dile getirilmesine karşı işletilen propaganda ile demokrasi, özgürlük, çoğulculuk ve insan hakları gibi kavramların değersizleştirilmesinin sorgulanmasını ise “demokrasi düşmanlığı” ya da “Putinseverlik” olarak nitelendirilmesi ise tam bir akıl tutulmasıdır. Öyle ki Rusya-Ukrayna Savaşı’nda hem Putin Rusyası’nda hem ABD/Batı ve Türkiye gibi bu savaşın ceremesini çeken ülkelerin medyasında ve entelektüel mahfillerinde yaşananları sorgulamak ve savaş karşıtı olmak “hainlikle”, otoriter rejimlerin onaylandığı iddiası üzerinden “demokrasi düşmanlığıyla” yaftalanmayı beraberinde getirmiştir. Ancak bu yaftalama siyasetinin verdiği güçle liberal kapitalizmin krize girmeden egemenliğini sürdürme amacına hizmet edildiği gibi militarizm meşrulaştırılıyor, küresel çifte standartlar görünmezleştiriliyor ve insani yıkımlar göz ardı ediliyor. Oysa hem Putin Rusyası’nı ve Zelenski Ukraynası’nı hem de ABD/Batı merkezli savaş ekonomisine indirgenerek militarize edilen dünyayı sorgulamak en başta entelektüel sorumluluktur. Bu sorumluluk duyulmadığı ve genişletilmediği müddetçe 7 Ekim 2023’ten beridir devam eden İsrail-Hamas çatışmasının derinleştirdiği insani dramlar göz ardı edildiği gibi bu sürecin savaşan aktörleriyle kimi zaman aleni kimi zaman da dolaylı olarak sürdürülen ekonomik ilişkiler de rahatlıkla sistemin takdiri ilahisine bırakılmış oluyor. Bu nedenle en başta Filistinlilerin ve savaştan etkilenen bütün halkların yaşadığı dramlar ve bu dramların yarınlara bıraktığı şedit miras ve doğanın tahribi ise karanlık yüzyılın karanlığını derinleştiriyor. Bütün bunlar ise doksanlı yıllarda neoliberal ekonominin ve liberal demokrasinin ilan edilen zaferinin tarihsel bayağılıklara kurban edildiğini gösteriyor. Ki bu durum neredeyse bıçak sırtında ilerleyen insan hakları, özgürlükleri ve daha yaşanılabilir bir dünya umudunu vaaz eden demokrasinin kırılganlığını artırdığı gibi en başta demokrasiye olan inancı da öldürüyor. Bu inanç yitiminden duyulan derin hoşnutsuzluğu ve bunun yarattığı basıncı yaşayan toplumlar, yaşananların telafisini, şimdilik ertelenmiş olsalar da aslında asıl telafiyi, yeni çatışma alanlarını yaratacak hınç tohumlarını geleceğe ekerek yapmaya çalışıyorlar.

Gelecek: “Başka Bir Dünya Mümkündür”

Nuray Mert Yeni Karanlık Yüzyıl kitabında, “kapitalist modernleşme ve milliyetçiliğin birlikte yükseldiği” tespitini yaptıktan ve “tarihsel olarak kapitalizmin savunulmasının öncelendiği her durumda aşırı milliyetçiliğin ve faşizmin önünün açıldığını” söyledikten sonra Batı’nın çıkarları ve kapitalizmin esenliği söz konusu olduğunda, kendileriyle uyumlu çalışan milliyetçiliklerin yükselişinin “bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi” ve Ortadoğu’da radikal İslamcılığın serpilmesinin ise “ılımlı İslam” olarak kodlandığını söyler (s. 152). Bu bağlamda Rusya-Ukrayna Savaşı başta olmak üzere günümüzde sürdürülen savaşların “kötülerle kötülerin savaşı” olduğunu ve hepsinin de ölümü yücelten, tarafları yıkıma ve öldürmeye mecbur eden bir içerikle işlediğini söylüyor. Mert, ayrıca savaşların hem ülkelerin hem de savaşan toplumun her kesimine aynı biçimde yansımadığı tespitini yaptıktan sonra savaş ekonomisine hükmedenlerin kendi skandallarını, vurgunculuklarını ve ölen-öldürenlerin üzerinden kendilerine kanlı kahramanlıklar üreterek kapattıklarını da ekliyor. Bu nedenle “iyi savaş”ın olmayacağını, hatta savaşın haklılaştırılamayacağını söyledikten sonra savaşın, “cinayetlerin liberal savunusunu” yaparak haklılaştırılmayacağını söylüyor (s. 188-196). Mert, bu nedenle günümüzde Soğuk Savaş’ı aratmayan bir kesinlik ve tarafgirlikle, her savaşta olduğu gibi hem Rusya-Ukrayna Savaşı’nda hem de şu an Ortadoğu’da yürütülen vekalet savaşlarında bir taraf seçmemizi, bir tarafı desteklerken savaşı da desteklememizi bize dikte eden propagandaya maruz kaldığımızı hatırlatıyor ve günümüzde savaşları meşrulaştırmak için yürütülen propaganda savaşlarının da en az silahlı çatışma alanı kadar yıkım ürettiğini söylüyor. O nedenle bugün dünyada yaşanan savaşların iyi tarafı olmadığı için insani maliyetinin tartışılmadığını vurguladığı gibi savaş durumlarının ürettiği yıkımı anlamak için “Geçmişi tekrar gözden geçirme ve her türden çatışmanın perde arkasını sorgulama gereğini” (s. 19) hatırlatıyor. Bu sorgulama yapıldığında savaşların taraftar kaybedeceğini, taraftarı olmayan savaşların ise sürdürülemeyeceğini belirtiyor. Ayrıca bu sorgulayıcı tutumun da “faydalı salaklar” olarak nitelendirilemeyeceğini eklemeyi de ihmal etmiyor.

Son olarak Nuray Mert Yeni Karanlık Yüzyıl kitabında, gelinen noktada sıcak/soğuk savaşların ve çatışmaların, militarizmin liberal savunusu çerçevesinde meşrulaştırılmasının eleştirel alanı daralttığını ve böylece “karanlık yüzyıl”ın önünü açtığını söylediği gibi insanları, günümüzde yaşanan savaşlara ve çatışmalara taraf olma dayatmasını reddetmenin erdemine ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünmeye çağırıyor.