“Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi”ne Zeyl: Aybar’ın Hakkı Aybar’a…

18 Ağustos 1991’de Sovyetler Birliği’nin “sıkı komünistleri” Gorbaçov reformlarına karşı bir darbe düzenlediler. Darbe haberi üzerine Moskova’da halk sokaklara döküldü. Darbeciler tanklar ve askerî birliklerle kente hâkim olmaya çalıştı, yer yer çatışmalar çıktı. Gerilimli geçen üç günden sonra halktan destek bulamayan askerî birlikler geri çekilmeye başlayınca darbe de 21 Ağustos’ta çöktü. Darbeyi düzenleyenler komünist partisine mensup bir klik olduğu için parti büyük prestij kaybetti. Rusya Federasyonu Başkanı Yeltsin de 23 Ağustos’ta Rusya Komünist Partisi’ni yasaklayıp mallarına el koydu. Sovyetler Birliği’ndeki diğer cumhuriyetler de yerel komünist partileri kapatmakta gecikmediler.

Böylece, Ekim Devrimi’ne tanıklık eden Amerikalı gazeteci John Reed’in kitabının adıyla ifade edersek “Dünyayı Sarsan On Gün”de kurulan yeni rejim yetmiş yıl sonra “Dünyayı Sarsan Beş Gün”de yıkılıp gitti...

Bu yıkılış çok acıtıcı bir soruyu gündeme getirdi. Eğer Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimi’yle başlayan, emekçilerin “kendi vücutlarının doğal bir uzantısı olarak benimsedikleri, kendi var oluş nedenlerinden biri olarak gördükleri” yeni bir toplum düzeni ise, emekçiler ona neden sahip çıkmamışlar, yıkılmasına neden bigâne kalmışlardı? Yoksa Sovyetler Birliği’nde “emekçiler söz ve karar sahibi” haline gelememiş ve yeni rejimi sahiplenmemişler miydi? Eğer böyleyse, yumurtasız omlet yapılamayacağına göre, işçilerin sahiplenmediği bir rejimin adını sosyalizm olarak adlandırmamız bir yanılgı mıydı?

Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (1974-1990) Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz, Görüş dergisinin (Eylül 1990) tarihli 46. sayısında “Neden Yanıldım?” başlıklı bir yazı yayımlamış ve SSCB’nin sosyalist bir ülke haline gelemeyişinin nedenlerini sıralarken şunları belirtmişti:

Marx’tan anladığım kadarıyla... Sosyalizmde üretim araçlarının özel mülk olmaktan çıkarılıp devlet mülkiyetine geçirilmesi sadece ilk adımdır. Bu adımı izleyen süreç boyunca üreticilerin kolektif mülkü, en geniş anlamıyla elbirliğiyle oluşturulması gereken yeni toplum düzenini kendi vücutlarının bir uzantısı olarak benimsemeleri, onu kendi varlık nedenlerinden birisi olarak görmeleri, böylesi bir bilince doğru evrilmeleri gerekir. İşte Sovyetlerde bir türlü gerçekleşmemiş olan da budur. Bunun da başlıca sebebi, üretimde üreticilerin doğrudan söz ve karar sahibi haline gelmemiş olmalarıdır. Bu neden böyle olmuştur? ... Bana kalırsa belirleyici faktör sosyalist demokrasi eksikliğidir... üretimde olduğu kadar toplumsal hayatın her alanında, ülke yönetiminden her türlü sosyal, kültürel vb. problemlerin çözümüne değin, çalışan insanların söz ve karar sahibi haline gelmemiş olmalarıdır. Her alanda tek söz ve karar sahibi her zaman Parti olmuştur... İnanıyorum ki, Lenin dahil Bolşeviklerin ezici çoğunluğu tek başına Parti’nin değil, Sovyetlerde örgütlenmiş emekçilerin iktidarını istiyorlardı. Bu olmayınca sosyalizme ilerleyecek yol daha emekleme safhasında deformasyona uğradı. ... SSCB’yi sosyalist bir ülke olarak artık nitelemiyor olmamın hikâyesi kısaca böyle. Ama geçmişimi değerlendiriyor ve diyorum ki bu gerçeği vaktinde görebilmeliydim görebilirdim de. Ama olmadı. Bu benim eksikliğim.

Acaba görebilir miydi, acaba görebilir miydik?

Daha doğrusu soruyu şöyle sormak lazım: Sosyalist demokrasi eksikliğinin bir işçi-emekçi iktidarının yolunu kapayacağı söylendiği halde biz bunu niye duymak istemedik?

Ahmet Kaçmaz’ın “görebilirdim” dediği şeyi Mehmet Ali Aybar görmüştü. Hatta TİP Altındağ İlçesi Başkanı Ahmet Kaçmaz ile, Çankaya üyesi olan ben 1968 sonbaharında yapılan TİP Ankara İl Kongresi’ni izlemiş ve Aybar’ın konuşmasını dinlemiştik.

Geri kalmış bir toplumun kapitalist aşamayı atlayarak sosyalizme geçmesi halinde ekonomide, bilimde, teknik alanlarda kapitalist toplumun gerisinden işe başlamak gibi bir durum söz konusu oluyor. Ama teknik alanlardaki bu geçici geriliğin, insan sevgisi ve saygısına dayanan sosyalizmin asıl özünde de belirmesine, sosyalist demokrasiyi engellemesine müsaade edilemez, edilmemelidir. Bu zor koşullarda kurulan bir sosyalist düzende bile insanlar daha ilk günden itibaren kendilerini mutlu duymalıdırlar. Bu mutluluğa insanlar sömürülen, horlanan ikinci sınıf vatandaşlar olmaktan kurtulduklarını ve devlet yönetiminin vazgeçilmez unsurları haline geldiklerini, günlük yaşamları içinde gördükleri, kavradıkları ölçüde ulaşırlar. Emekçiler, sosyalist düzenin daha ilk gününde birer araç olmaktan çıktıklarını ve devleti kendilerinin yönettiğini duymalıdır. Bu alandaki boşluklar, hele bu halin yıllarca sürüp gitmesi, hiçbir gerekçe ile mazur gösterilemez. En geri koşullarda sosyalizmi kurmuş olmanın mutluluğunu, insanlar ilk günden itibaren içlerinde duymalı, inançlı şevklerini asla kaybetmemelidirler.

….

1917 devriminden bu yana 51 yıl geçmiş olduğu halde, Rusya’da hâlâ sosyalist demokrasi kurulamamıştır. Hâlâ emekçi sınıflar “yönetilen” durumdadır, yönetici durumuna yükselememiştir. Hâlâ yöneticileri gerçekten denetleyememektedirler; yöneticileri gerçekten seçememektedirler. Ve emekçi sınıflar devlet yönetimine gerçekten ağırlıklarını koyamamışlardır (Mehmet Ali Aybar’ın TİP Ankara İl Kongresinde yaptığı konuşmadan, 13 Ekim 1968, Mehmet Ali Aybar, TİP Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s. 534-535).

Mehmet Ali Aybar bu görüşlerini başka birçok vesileyle tekrarladı, Türkiye İşçi Partisi başkanlığından ayrıldıktan sonra da başka platformlarda dile getirdi. Peki de, neden bütün bunlar, birinci elden tanıkları olduğumuz halde “bir kulağımızdan girdi bir kulağımızdan çıktı?”

Sosyalizm düşüncesinin, Türkiye tarihinde ilk kez bir avuç insanın ötesine taşınıp anlamlı bir kitleye mal edilmesine ve aralarında benim de bulunduğum genç kuşak sosyalistlerin yetişmesine ortam hazırlamış olan Türkiye İşçi Partisi’nin (1961-1971) üç lideri arasında Sovyetler Birliği’ne ihtiyatla, hatta eleştirel bakan neden sadece Mehmet Ali Aybar’dı?

Onların TKP ile ilişkilerindeki farklılık bunun bir nedeni olabilir miydi?

Rusya Devlet Siyasi Sosyal Tarih Arşivi’nde Behice Boran’ın 1942’de TKP’ye katıldığına dair belge mevcut. Sadun Aren için böyle bir üyelik belgesi yok, ama Cogito dergisinin 2003 Güz tarihli 37. sayısında Neşet Kocabıyıkoğlu’nun onunla yaptığı söyleşide “Ankara’da TKP’li olarak Ömer Lütfü Tunçay isimli arkadaşa bağlanmıştım,” dedikten sonra 1951 Tevkifatı sırasında yurtdışında olduğunu belirtmiş ve “1955 Mayıs’ında yurda döndüm. Kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra 1956’da beraat ettim. O tarihten beri kendimi TKP’li saymadım,” demiştir. Ancak kanımca TKP’ye yakınlık duyduğu da bir gerçek. Nitekim Aren aynı söyleşide “… ikinci TİP kurulurken neden katılmadınız?” sorusuna bu yakınlığı teyit eden bir cevap veriyor: “… TKP de 1973'ten itibaren yurtiçinde örgütlenmek için bir ‘atılım’ başlatmıştı. Bu durumda ben dışarı çıkınca eski TİP’lilerin TKP’den bağımsız hareket etmemesi gerektiğini düşünüyordum.”

Aybar’ın TKP’ye bir hayli uzak olduğunun şahitlerinden biri de benim. 1986’da başlayan ve solda birliği hedefleyen Kuruçeşme Toplantıları nedeniyle kendisiyle Bebek’teki evinde görüştüğümde TKP’nin birlik içinde sayılmasına şiddetle itiraz etmişti. Sonraki süreçlerde de bu tutumunu sürdürdü ve Sosyalist Birlik Partisi kuruluşuna da bu nedenle katılmadı. Bu tutumunun temel nedeni, kanımca TKP’nin içinde bulunduğu bir birlik partisinde “bürokratik olmayan bir sosyalizm” anlayışının yeşeremeyeceğini düşünmesiydi.

Erden Akbulut, TKP üyesi Nâzım Hikmet ile TKP Politbüro üyesi İsmail Bilen’in 1951’de SBKP’ye verdiği raporda Mehmet Ali Aybar’ı parti üyesi olarak saydıklarını belirtiyor. Mehmet Perinçek’in “Nâzım Berlin’de” adlı makalesinde Rusya Devlet Siyasi Sosyal Tarih Arşivi’nden aktardığı bu raporda şöyle deniliyor: “Yukarıda belirtilen ülke dışındaki çalışmalara dair görevlerin yerine getirilmesi için Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin bazı faal üyelerinin ve ilerici aydınların parti sempatizanı temsilcilerinin Türkiye’den ayrılması gerekmektedir, Türkiye’den yasal yollardan çıkamayan kişilerin yasadışı şekilde çıkmasına yardım edilmelidir. Bizce ilk etapta şu kişiler kabul edilmelidir: Merkez Komitesi Politbüro üyelerinden Reşat Fuat Baraner; parti üyelerinden Mehmet Ali Aybar, Sabiha Zekeriya Sertel, Kemal Tahir; sempatizanlardan Zekeriya Sertel ve Yıldız Sertel; Sofya’daki siyasi mültecilerden Fahri Erdinç ve Ziya Yamaç.”

Akbulut, Aybar’ın TKP’den kopmasına bir yandan 1953 duruşmalarını izleyip partiyi ve yöneticilerini daha yakından tanımasının, öte yandan 1956’daki SBKP 20. Kongresi’nde Kruşçev’in Stalin’e karşı dile getirdiği sosyalist meşruiyetin çiğnenmesi ve kişi putlaştırması eleştirilerinin ve hemen sonra da Polonya ve Macaristan’da gelişen protesto hareketlerinin neden olmuş olabileceğini söylüyor. Nitekim Aybar TİP Tarihi adlı kitabında yazdığına göre, 1968’de kendisini evinde ziyaret eden Sadun Aren’e şöyle der: “Kruşçev raporundan sonra kafama takılan sorunlara, Çekoslovakya’nın işgali tüy dikti tabir caizse” (s. 549).

Sanırım bu bilgiler dönemin sosyalist önderlerinden üçünün de geçmişlerinde TKP ile bir üyelik ilişkisi içinde olduklarını ama bunlardan sadece Mehmet Ali Aybar’ın bu partiden duygusal bir kırılma sonucunda kopmuş olabileceğini gösteriyor.

Ama kanımca Aybar’ın TKP’den kopuşu Sovyetçi olmayan bir sosyalizm arayışı için –bunu kolaylaştırmış olsa da– yeterince açıklayıcı değil.

Bu konuda bir tez olarak ileri sürebilecek birkaç şey söylemek mümkün.

Mehmet Ali Aybar Galatasaray Lisesi mezunu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde devletler hukuku doktoru iken 1939’da Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’ne gidiyor. Mükemmel Fransızcasıyla bu dildeki neşriyatı takip edebiliyor, Fransız aydınlarıyla ilişki kurabiliyor.

Aybar’ın savaş nedeniyle Fransa’dan ayrıldığı 1939’dan bir iki yıl önce 1936-1938’de Sovyetler Birliği’nde Moskova Duruşmaları diye bilinen yargılamalar yapılıyor. Bu yargılamaların amacı Stalin’in tek adam yönetimini yerleştirmesinin önünde engel görülen Ekim Devrimi kahramanlarını ortadan kaldırmak. Nitekim Komintern’in eski başkanı ve Petrograd Sovyeti lideri Grigori Zinovyev, politbüro üyesi ve Moskova Sovyeti başkanı Lev Kamanev 1936’da; önde gelen Bolşeviklerden gazeteci Karl Radek ile Sanayi Komiseri Georgi Pyatakov, Kızıl Ordu’nun ünlü generali Mihail Tuhaçevski 1937’de; politbüronun eski üyesi ve Pravda’nın baş editörü Nikolay Buharin 1938’de idama mahkûm edilip katlediliyorlar. Bu davalar Batı kamuoyunda büyük bir şok ve öfke yaratıyor, ünlü aydınlar ve sol entelijansiya, Stalin rejimini kınayan ve siyasi mahkûmların serbest bırakılmasını talep eden protestolar düzenliyor. André Gide ve Victor Serge gibi Fransız yazarlar Moskova Duruşmaları’nı kınayan ve Sovyet rejiminin totaliter doğasını eleştiren yazılar kaleme alıyor.

Aybar’ın benzer etkileşimlere maruz kalmış olabileceği olaylardan biri de 1939’da Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasında bir saldırmazlık paktının imzalanması ve buna dair Batı dünyasında ortaya çıkan tepkiler olabilir. Pakttan önce birçok Fransız entelektüeli Sovyetler Birliği'ni faşizme karşı direnişin kalesi olarak görüyorken Nazi Almanya’sı ile bir saldırmazlık anlaşması yapılması, bu güveni sarsıp büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Fransız yazar ve filozof Albert Camus ve André Malraux paktı sosyalizmin ideallerine ihanet olarak görüyorlar. Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir önceleri sessiz kalsalar da zamanla bu paktın kendi sosyalist idealleriyle bağdaşmadığını belirtiyorlar.

Savaş sonrasında 27 Haziran 1956’da Polonya’da meydana gelen işçi ayaklanmasını da Albert Camus ve André Breton destekliyor, ayaklanmanın kanlı biçimde bastırılmasını da şiddetle eleştiriyorlar.

Aynı yılın sonlarında Varşova Paktı’ndan ayrılmak isteyen Macaristan’ın Sovyet birliklerince işgali de Mehmet Ali Aybar’ı Sovyetler Birliği’ndeki rejim konusunda uyaran başlıca olaylardan biri olabilir. Fransız Komünist Partisi liderliğinin Sovyetler Birliği’nin bu eylemini desteklemesi parti içinde büyük tartışmalara ve bölünmelere neden oluyor. Jean-Paul Sartre başlangıçta tereddüt etse de Sovyet müdahalesini sert biçimde eleştiriyor “Le Fantôme de Staline" (Stalin’in Hayaleti) başlıklı bir makale yayımlıyor. Albert Camus de müdahale karşıtı toplantılara konuşmacı olarak katılıyor. "Le sang des Hongrois" (“Macarların Kanı”) adlı makalesiyle Sovyet müdahalesini şiddetle eleştiriyor. Macar ayaklanmasını güçlü biçimde destekleyen ve Sovyet müdahalesini kınayanlar arasında André Breton da bulunuyor.

Göstermeye çalıştığım şey, Fransız kültürüyle bağları bulunan Mehmet Ali Aybar’ın, bizim Sovyetler Birliği’ni “keşfettiğimiz” 1960’larda, “kulağına çoktan kar suyu kaçmış” olabileceği. Bu bakımdan onun, Sovyetlerin 23 Ağustos 1968’deki Çekoslovakya’yı işgalini İtalyan ve Fransız komünist partileri gibi kınaması (zamanın TİP üyeleri için çok şaşırtıcı olsa da) bir sürpriz olmasa gerek.

Aybar’ın Macaristan ve Çekoslavakya’nın işgalinden epeyce ilham almış olabileceğini destekleyebilecek çok ilginç bir husus Macaristan Halk Cumhuriyeti Bakanlar Konseyi Başkanı Imre Nagy’nin sosyalizmin insan odaklı bir modelini savunurken “insani sosyalizm” kavramını dile getirmiş oluşu (François Fejtö, 1956 Varsovie-Budapest, Editions du Seuil, 1978, s. 32 - Erden Akbulut’a sağladığı bu bilgi için teşekkür ediyorum). Nagy’nin bu görüşleri Temps Modernes dergisinde de yer alıyor. Bu görüşler 1968 Prag Baharı sırasında “emberarcú szocializmus”, yani “insan yüzlü sosyalizm” teriminin doğmasına da neden olacaktır. 18-22 Kasım 1968 tarihlerinde gerçekleşen TİP Büyük Kongresinde “güler yüzlü sosyalizm” kavramını kullanan Aybar’ın Nagy’den ve 1968 Prag Baharı’ndan esinlenmiş olması büyük olasılık.

İleri sürmek istediğim tez şöyle özetlenebilir: Mehmet Ali Aybar başlangıçta tıpkı Boran ve Aren gibi Sovyetleri sosyalizmin merkezine koyan bir “habitus” içinde yer alıyorken, 1950’lerin ortalarından itibaren bundan uzaklaşmaya başlamış ve zamanla tamamen koparak, dönemin ünlü Fransız aydınlarını da kapsayan, düşünsel sınırları çok daha geniş bir “habitus”ta nefes alıp vermeye başlamıştı. Bizim göremediğimiz, “görmek istemediğimiz” olguları Aybar bu farklı “habitus”un eleştirel mercekleri sayesinde görmüştü.

1960’larda yetişen ve 1970’lerde sosyalist hareketin “Sovyetçi” kanadında yer alan genç siyasi kadroların “habitus”u ise Sovyetlere eleştirel bir bakış edinmeye hiç mi hiç uygun değildi. Afrika ve Asya'da sömürgeciliğin sona erdiği, kırktan fazla ülkenin bağımsızlıklarını ilan ettiği bir dönemde yaşıyorduk. Sovyetler Birliği bu ülkelere gerek bağımsızlık mücadeleleri sırasında, gerek daha sonra askerî, teknik ve mali yardımlarda bulunmuştu. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu Bağlantısızlar Hareketi’ni oluşturmuş ve sosyalist ülkelerle iyi ilişkiler kurmuştu.

Fidel Castro ve arkadaşlarının 1 Ocak 1959’da Havana’ya girmesinin anlamı sosyalizmin ilk kez Amerika kıtasına sıçramasına yol açacak çok önemli bir dönüm noktasıydı. Sovyetler Birliği’nin 1960’tan itibaren Küba’ya büyük ölçekli yardımlarda bulunması da geniş takdir toplamıştı.

Kuşağımızı etkileyen en önemli olay ise, Vietnam’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı verdiği bağımsızlık mücadelesiydi. Sovyetlerin Vietnam’a sağladığı hava savunma sistemleri, tanklar ve zırhlı araçlarla piyade silahlarının yanı sıra verdiği askerî eğitim zaferin kazanılmasında kritik bir rol oynamıştı. Vietnam zaferi bir yanıyla bir ulusal kurtuluş mücadelesiydi ama aynı zamanda Güneydoğu Asya’da büyük bir coğrafi bölgenin “sosyalist ülkeler” coğrafyasını genişletmesiydi de.

Dünya yörüngesine oturtulan ilk uydu Sputnik de, Sovyetler Birliği’nin üretici güçlerin geliştirilmesinde geriden gelip ABD’yi geçtiğine dair güçlü bir işaret vermişti.

Tarihin ezilenler açısından yükselen bir döneminde yetiştiğimiz için bütün bu olup bitenler bize Sovyetler Birliği’nin dünyadaki devrimci sürecin belirleyici öğesi olduğunu söylüyordu. Bu büyük coğrafyada bir emekçi halk sosyalizminin değil de, işçi sınıfına vesayet eden bürokratik bir iktidarın egemen olduğunu görmemiz mümkün olamadı.

Komintern’in başlangıç yıllarındaki enternasyonalizm anlayışı kardeş partiler arasında açık ve en sert eleştiriye cevaz vermesine rağmen, kuşağımızın siyaset sahnesine çıkışından çok önce şekillenmiş yerleşik enternasyonalizm anlayışına bağlılığımız ve bunun bir uzantısı olarak milliyetçi eğilimlerden (ki çoğu Sovyet karşıtı yaklaşım geleneksel Rus düşmanlığından güç almaktaydı) uzak durma tavrımız bu körlüğü koyulaştırmıştı. Bir de henüz rüştünü ispatlamamış genç bir kuşağın çekingenliği vardı.

Kuşkusuz Moskova Duruşmaları’ndan da, Polonya ve Macaristan ayaklanmalarından da, bunların bastırılış biçimlerinden de haberdardık. Ama olayları dönemin sarsıntıları içinde yaşamamış, onlarla ilgili sıcak yorumları okumamış, dönemin başka aktörlerinin tutumlarından etkilenmemiştik.

Olayların trajik boyutlarının acısını çekmekle aradan uzun yıllar geçtikten sonra konuyla ilgili soğuk anlatıları okumak arasında büyük bir fark var.

***

1966’de Bertrand Russell tarafından kurulduğu için onun adıyla hatırlanan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi Vietnam’da ABD’nin işlediği cürümleri araştırarak tüm dünyaya duyuruyordu. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar da Jean-Paul Sartre, Isaac Deutscher, Simon de Beauvoir ve Peter Weiss gibi bu mahkemenin üyelerindendi. 1967 sonlarında Ulus’ta Kediseven Sokak’ta (bu adı unutmam zaten mümkün değil) bu mahkemenin yargıçlarından Mehmet Ali Aybar’ın konuşacağı bir kapalı salon toplantısı düzenlenmişti. Ben de kolumda kırmızı pazıbentle 22 yaşında bir TİP militanı olarak sahne platformunun hemen önünde Aybar’ın konuştuğu kürsünün altında bulunuyordum. Bir süre sonra kapı yönünden bağırış çağırışlar yükseldi, hatta silah sesine benzeyen çat-pat sesleri gelmeye başladı (meğer bunlar TİP militanlarının toplantıyı basan Hür Düşünce Kulüpleri mensuplarına karşı kullandıkları ince sopaların çıkardıkları seslermiş, “silah-külah” işleri o sırada henüz başlamamıştı). Hemen sahneye çıktım ve bedenimle Aybar’a siper oldum (o upuzun bedenini ne kadar kapatabildimse artık).

Hazır siper olmaya alışmışken eskiden Sovyetler Birliği’ni siyasetlerinin merkezine koyanlar arasından biri olarak Mehmet Ali Aybar’a hakkını teslim etmek de bana düşer sanırım. Kanımca Aybar’ın bundan neredeyse elli yıl önce dile getirdiği SSCB’ye dair değerlendirmelerinin doğrulandığını, geçmişin “reel sosyalizminden” farklı sosyalist bir demokrasiyi tahayyül etmeye çalışmanın meşru ve doğru bir çaba olduğunu kabul etmek günümüz Marksistlerinin üzerlerine düşen bir görev.

Eski filmi yeniden seyretmemenin başlangıç noktalarından biri olarak “Aybar’ın hakkını Aybar’a vermek” gerekiyor.