Fransa’nın yeni faşist (kimilerine göre post-faşist) partisi Le Rassemblement National’ın (Ulusal Birlik) lideri Marine Le Pen, Missak Manouchian ve Mélinée Manouchian’ın, Missak Manouchian ile diğer direnişçilerin kuruşuna dizildiği tarih olan 21 Şubat 1944’ün yıldönümünde, Panthéon’a nakil törenine katılacağını söyledi. Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, 19 Ocak günü L’Humanité gazetesine verdiği röportajda ise, önce kendisinin aşırı sağ ile mücadele ettiğini, hatta aşırı sağı iki kere yendiğini söyledi, sonra da “Missak Manouchian’ın mücadelesinin niteliğini düşünürsek, aşırı sağın temsilcilerinin katılmaması yerinde olur,” diye ekledi.
Missak Manouchain ve Mélinée Manouchian’ın mensubu olduğu, Paris bölgesinde anti-faşist silahlı direnişi örgütleyen Direnişçiler ve Partizanlar – Göçmen İşçi Grubu (Francs-Tireurs et Partisans – Main-d'Œuvre Immigrée, FTP-MOI) üyesi yirmi üç partizan, hem Marine Le Pen’in hem de Emmanuel Macron’un temsil ettiği politik çizgilerden bambaşka bir politik dünyayı ve örgütlenme şeklini temsil ediyor. Onların politik mücadelelerinin, bıraktıkları politik izlerin ve bugünde dolaşan hafızalarının nasıl ele alınacağına dair hararetli tartışmalar olsa da, tarihçilerin ortaklaştığı en temel yorum belki de şu: Bu gencecik göçmen, vatansız, kâğıtsız partizanlar, belirli bir komünist enternasyonalizm fikrinin, hem birinci dereceden uygulayıcısı hem de sonucu olarak anti-faşist silahlı direnişin içinde yer aldılar.[1] Çoğunluğu Yahudi, Polonya, İtalya göçmeni, bir kısmı Ermeni olan bu genç komünistler, kendilerini, herhangi bir ulusal panteonun üyesi olabilecek örneklerden çok, devrimci, enternasyonalist bir komünizmin temsilcileri ve militanları olarak gördüler.
Emek ve göç tarihi üzerine çalışan Gérard Noiriel, 1920’lerin başından itibaren Fransa’ya muazzam bir göçmen akımı olmasını, Fransa’nın Büyük Savaş sonrası kaybettiği 1.300.000 kişi ve geniş köylü ve işçi kesimlerin doğurganlık hızının düşmesi nedeniyle oluşan emek gücü açığına bağlıyor. Fransa savaş sonrası yeniden inşa süreci için fabrikalarda, madenlerde çalıştıracağı insanlara çağrı yapınca, başta İtalyalı ve Polonyalı işçiler bu çağrıya icabet ederek Fransa’ya geldi. 1920’lerin başından itibaren ve 30’lar boyunca hızlanarak, hem güçlenen antisemitizmin yarattığı politik iklim hem de antisemitizmin sonucu olarak daha sertleşen ekonomik koşullar nedeniyle Doğu Avrupa Yahudileri de bu göçe katıldı. Noiriel, Fransa’da 1930’larda, neredeyse ABD’den yüksek bir göçmen işçi oranı olduğunun altını çizer.[2]
1920’lerde başka bir grup daha, Ermeni Soykırımı’ndan sonra sağ kalan pek çok Ermeni de, özellikle Ermeni yetimleri, Marsilya’dan girerek Fransa’ya gelirler. Çoğunluğu, Marsilya’da Büyük Savaş’tan kalma Oddo Kampı’nda kaldıktan sonra Lyon’a, Paris’e, Viyana’ya, bir kısmı ABD’ye, Küba’ya giderler. Claire Mouradian, Ermeni Soykırımı sonrasında toplam 5.442 Ermeni’nin bu kampta farklı dönemlerde kaldığını, çoğunun limanda geçici işçi olarak çalıştığını anlatır. Ermenilerin çoğu için Marsilya, soykırım sonrası ilk geldikleri yer olmamasına rağmen, yine de korkunç bir belirsizlik ortamı anlamına gelir. İlk şoku atlattıktan sonra, yavaş yavaş, özellikle de yetimhanelerde olabileceğini düşündükleri akrabalarını ve tanıdıklarını armaya başlar, kalacak bir yer ve çalışacak bir iş bulma derdine düşer ve hayatlarına felaketten sonra nasıl devam edeceklerini bulmaya çalışırlar.[3]
İşte, 1940’lı yılların silahlı direniş örgütünde bir araya gelecek vatansız, göçmen, kâğıtsız, bir kısmı illegal koşullarda yaşayan genç devrimcilerin örgütlendiği Direnişçiler ve Partizanlar – Göçmen İşçi Grubu bir yandan da, bu iki büyük göçmen grubunu bir araya getirmiştir. Missak Manouchian Lübnan’dan, Mélinée Manouchian Yunanistan’dan Marsilya’ya, sonra da hızla Paris’e geçince, Fransız Komünist Partisi’nin başta Paris, Fransa’daki göçmen işçileri örgütlemek için kurdukları, alt seksiyonları dil temelinde belirlediği örgütlenmeye zamanla dahil olurlar. Bu örgütlenme Paris’teki çok güçlü, kozmopolit, İtalyan anti-faşistlerini, İspanyol cumhuriyetçilerini, Polonya’dan, Macaristan’dan, Romanya’dan gelmiş anti-faşist, sosyalist ya da komünist Yahudileri içermeye başlayacaktır.
1920’lerin sonundan itibaren, ailelerinden ayrılarak Paris başta olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli şehirlerine kendi başlarına giden genç Yahudilerin kahir ekseriyeti kadınlardan oluşur. Tarihçi Mechthild Gilzmer, bu genç Yahudi kadınların, sonrasında farklı direniş örgütlerinde çok uzun süre göz ardı edilmiş rollerinin altını çizdikten sonra ilk anda şaşırtıcı gelebilecek başka bir şeyin daha altını çiziyor: 1930’lı yıllarda ailelerini terk ederek, faşizmin yükselişine karşı tedbir olarak yaşadıkları yerden ayrılan genç kadınlar aynı zamanda “başka bir şey yapmak için, başka bir hayat yaşamak için” de gidiyorlar.[4] O göçmen, komünist ve ileride anti-faşist direnişe katılacak kadınlardan biri Dora Schaul neredeyse hiç parası olmadan, çok az iş bularak yaşadıkları o günleri güzel bir zaman olarak hatırladığını anlatır. Schaul şöyle söyler: “Her şeye rağmen yine de güzel bir zamandı, çünkü çok gençtik, Paris’i keşfediyorduk. Paris’i seyrediyorduk, ona bakıyorduk.”[5]
Faşizmin sert yumruğu ve iç karartan kahverengisine karşı genç, komünist, Yahudi, Ermeni kadınların inancı, yine de güzel bir kentte olmanın kırılgan mutluluğu. Koşullar ne olursa olsun, çoğu zaman göçmen, kâğıtsız, işsiz iken bile politik mücadelenin yarattığı dirayet ve direnç. Avrupa’nın pek çok komünist mücadele tarzının içinde eridiği politik bir pota olarak Paris: İtalya’daki yerel faşistler ve yerel patronlar tarafından kara listeye alındıkları için Paris’e gelen ve gizlilik içinde örgütlenme ve propaganda yapma bilgisine sahip İtalyan anti-faşistleri, güçlü bir politika ve örgütlenme tecrübesini temsil eden İspanyol cumhuriyetçileri, komünist partinin yasak olduğu Polonya’dan gelen komünist Yahudilerin katkıları ve Ermeni Soykırımı sonrası gelmiş, eskiden beri örgütlü ya da geldikten sonra hızla devrimcileşen Ermeniler. Tarihçiler, aynı zamanda, anti-faşist direnişin belkemiğini oluşturan ve önemlerinin kabul edilmesi çok uzun süren bu genç, göçmen komünistlerin çoğunluğunun, görece geleneksel ailelerden geldiğini ve politikleşme süreçlerinin aynı zamanda ailelerinden bir kopuş anlamına geldiğinin de altını çizer.[6] Dolayısıyla bu genç komünistlerin büyük bölümü için politik angajman ve devrimci mücadele aile üyelerinden devralınan bir gelenek değil, kendi icat ettikleri bir politik bağlanma biçimidir. İşte Missak Manouchian ve Mélinée Manouchian’ın bir parçası olduğu böyle bir politik dünya: Neredeyse herkesin birden fazla dil konuştuğu, madenlerde, limanlarda, konfeksiyonlarda çalışmış, yeraltı örgütlenmesini, gizlilik içinde politik propaganda yapmayı bilen, sürekli kâğıtsız, pasaportsuz, kaçak yaşayan ya da kaçak yaşama riski bulunan bir komünist enternasyonal.
Belki de bu nedenle, Missak ve Mélinée Manouchian’ın devlet töreni ile Panthéon’a yerleştirilmesi, onların inancını ve cesaretini onurlandırma anlamına gelse de onların politik mücadelelerinin içerdiği pek çok unsuru ve esasen ürettikleri devrimci pırıltıyı seyreltiyor. 1933’te ve 1940’ta, iki kez yaptığı vatandaşlık başvurusu Fransa tarafından reddedilen Missak Manouchian örneğin, hem işçi hem şair hem göçmen, hem de inançlı bir komünist ve enternasyonalist olarak bugün Macron Fransa’sının, tarihinin belki en ırkçı yasasını geçirmeye çalışan hükümeti tarafından onurlandırılabilir mi? Ya da Mélinée Manouchian ve onun gibi Ermeni Soykırımı’ndan sağ kalan binlerce Ermeni kadın ya da Dora Schaul gibi komünist Yahudi kadınlar, partnerlerinin eşi olarak mı yoksa kuşaklarından binlerce kadın gibi kendi başlarına mücadeleci anti-faşist direnişçiler olarak mı anılmayı hak eder? Tarihçi Annette Wieviorka’nın, bize çok yerinde bir biçimde hatırlattığı gibi, Missak Manouchian ve Mélinée Manuchian bireysel olarak mı onurlandırılırsa daha yerinde olur, yoksa tıpkı içinde dövüştükleri kolektif evrenin gerektirdiği gibi, birlikte kurşuna dizilen bütün anti-faşist direnişçiler birlikte, kolektif olarak mı onurlandırılmalıdır?[7]
Kendi ulusal panteonuna komünist, devrimci, anti-faşist militanları ehlileştirerek, seyrelterek ve fazlasına el koyarak alması şu an Türkiye devletinin farklı klikleri açısından mümkün gözükmüyor; Türkiye’nin farklı faşizmleri bugün o panteona olsa olsa, tahliye ettikleri Ogün Samast’ı yerleştirirmiş gibi gözüküyor. Fakat sadece yabancı, sadece işçi, sadece komünist, sadece anti-faşist direnişçi olmayan, bunların hepsi ve fazlası olan Missak Manouchian ve Mélinée Manouchian’ı, temsil ettikleri komünist enternasyonal ile birlikte, resmî panteona yerleştirmeleri huzursuz edici. Tek neden Emmanuel Macron’un ya da Marine Le Pen’in varlığı da değil üstelik. Ben, Ermeni Soykırımı’ndan sağ kalan bu iki inanç dolu yetimi, başka milletlerin inanç dolu yetimleri, göçmenleri, vatansızları, enternasyonalistleriyle birlikte dövüşürken ve komünizmin kızıl yıldızını ışıldatırken hatırlamak isterim. Bir gün, başka bir anti-faşistle ve yetimle, Hrant Dink’le, hepsinin doğduğu ve soykırım yüzünden yaşayamadığı topraklarda, Malatya’da, Adıyaman’da, İstanbul’da, isimlerini hem birbirlerinin hem de başka mücadelelerin anti-faşistlerinin yanına koyarak anmak isterim. Türkiye’nin Ermeni Soykırımı inkârının, şovenizminin, ırkçılığının ve riyakâr savaş çığırtkanlığının müsebbibi tüm faşizmlerini geriletmiş olarak. Bugün çok uzakmış gibi gözükse de Missak Manouchian ve Mélinée Manouchian için benim hayal ettiğim politik panteon bu.
[1] Dimitri Manessis ve Jean Vigreux, Avec tous tes frères étrangers - de la MOE aux FTP-MOI, Libertalia, 2024.
[2] Gérard Noiriel, Le Creuset français - Histoire de l'immigration (XIXe-XXe siècle), Points Histoire, 2016
[3] Claire Mouradian ve Anouche Kunth, Les Arméniens en France, Editions de l'Attribut, 2010.
[4] Mechthild Gilzmer, France Culture’ün hazırladığı M.O.I, la main-d'œuvre immigrée en lutte podcast serisinin “Fuir les répressions et la récession” başlıklı ilk bölümünde anlatıyor: https://www.radiofrance.fr/franceculture/podcasts/lsd-la-serie-documentaire/fuir-les-repressions-et-la-recession-6043108
[5] Aynı podcast bölümü, Dora Schaul’un kendi anlatımı.
[6] Zoé Grumberg, “Il a fallu du temps pour que le récit national intègre la participation des étrangers à la Résistance”, Le Monde Hors Rérie, Résistants, Şubat-Nisan 2024 sayısı, s. 14.
[7] Annette Wieviorka, “Il est étrange que l’on ne fasse pas entrer les 23 au Panthéon”, Politis, 14 Ekim 2024.