John Berger, ölmüş annesiyle geçmişe doğru bir yolculuğa çıktığı kitabı Buluştuğumuz Yerler’ de mealen şöyle der: “Bir hayat hakkında bir hikâye anlattığınızda, anlamına dokunmaya çalışırsınız. Onu tutmaya. Kaosun hücumuna karşı korumaya çabalarsınız.” Berger, kitabında hayatları, kendi hayatına dokunmuş birkaç kişinin üzerinden geçmişini, ruhu üzerinde derin izler bırakan anılarını sorgular. Hatıraları üzerinden şimdisine dokunmaya, hayatı için anlam bulmaya, o anlamı korumaya çalışır. Aydın Afacan da Everest yayınlarından çıkan son şiir kitabı “Dünya Çok Uzak” ile farklı araçlarla da olsa benzer bir şeyin peşine düşer. Aydın Afacan’ın şiirlerinin özüne içkin temel varoluşsal, mekânsal ve ontolojik soruların ipuçları, okurunu, onun da hayatını dolduran, ona anlam veren her şeye dokunmaya, cevaplar bulmaya çalıştığı şiirsel bir çabanın evrenine taşır. Şairin yaşadığımız çağın kaosuna şiirin araçlarıyla direnmeye çalıştığını, kendi anlam evrenine şiirin marifetiyle bir düzen getirmeye çalıştığını, Berger gibi o anlamı korumaya çalıştığını fark ederiz. Belki de bu çabanın bir işareti olarak kitabına verdiği isim, Afacan’ın, şiirleriyle hayatın anlamı üzerine derin bir refleksiyona giriştiğinin imasını en baştan verir. “Dünya Çok Uzak” ismi ilk başta, okura, hem fiziksel dünyanın erişilemezliğini hem de insanın evrenle olan mesafeli ilişkisini çağrıştıracaktır. Afacan’ın şiirlerini kitabının ismi üzerinden değerlendirmek, en başta metinlerinin felsefi ve şiirsel derinliğini açığa çıkarabilecek öngörüler sağlayabilir.
Dünyanın Çok Uzak Olması Metaforu ve İnsanın “Dasein” Varoluşu
Bu isim; insanın içinde yaşadığı, bir parçası olduğu dünyanın bir çeşit oksimoronik paradoksla aynı zamanda insana uzak oluşuna dair bir duyguyu işaret ettiğinde, aklımıza ilk gelen çağrışım, bu uzaklığın fiziksel bir mesafeyi değil, daha çok metafiziksel bir ayrıksılığı ifade ettiği olur. İnsan, dünya içinde yaşar, ancak onu tam anlamıyla kavrayamaz ya da onunla bütünleşemez. Heidegger’in varoluş felsefesindeki “Dasein” (orada olmak) kavramını düşündüğümüzde, insanın hem dünyada varoluşu hem de bu dünyaya yabancılaşmışlığı Afacan’ın hem kitabının isminde hem de şiirlerinde belirgin şekilde ortaya çıkar.
“avaz avaz çıktım masaldan/ pervasız/ buradayım işte dünyada, yapayalnız”
Afacan’ ın şiir dasein’ı “buradayım işte dünyada “ dediğinde “dünyada-olma ” kipinde var olur. İçinden çıktım, dediği “masal” şiir öznesinin duygusal-ruhsal olarak içinde olduğu dünyası ya da hayat tasarısıdır. Dünyanın ontolojik yapısı içinde olmak. Vasat gündelikliği içinde dasein, bu varoluş tarzına sahiptir. Diğer taraftan avaz avaz çıktığı “masal” öznenin kurgu dünyası, içinde olmak istediği dünyadır. Baş başa-yalnız kaldığı, orada olduğunu bildirdiği gerçek-fenomenal dünya ise bir mecburiyet ilişkisiyle tahammül ettiği, aynı zamanda reddettiği dünyadır. Fakat zaten Dasein, suyun bir bardakta ya da giysinin bir gardıropta olması gibi, dünyanın “içinde” değildir. Burada içinde olmak, bir yeri işgal etmek anlamında yalnızca ve daha çok mekânsal bir terim değildir. “İçinde-olmak” daha çok dasein’ın varoluşunun bir oluşumunu ifade eden, varoluşsal bir çabadır. Bu yönüyle dasein dünyada "içinde" bulunmaz, dünyayla tamamen farklı bir ilişki içinde var olur. Dasein el altında değildir ama dünyada onun dışındakiler el altındadır ve el altında bulunan varlık ile dasein varlık birbirine dokunamaz, karşılaşamaz. Yalnızca dasein bir şeyle “yüzleşebilir”. Heidegger, dasein'ın özgül varlık kipi olan "dünyada-olmak" ile "dünyada" olan diğer varlıkları karakterize eden "el altında olmak" arasında temel bir karşıtlık önerir. El altında olan, gerçek-mekânsal anlamda dünyada olur ama dasein anlamda dünyada olmaz. Bu yönüyle dünyada olmak her şeyden önce dünyayı bilmektir. “buradayım işte dünyada” diyen şiir dasein’ı bu yüzleşmeden çıkmış, kendisiyle ve çağıyla hesaplaşmış biridir.
Bilgi dünyadaki ilk ilişki, en temel ilişki olarak tasarlanır; en azından felsefenin onu geleneksel olarak temsil etme şekli budur. Ancak Heidegger teorik bilginin bu ayrıcalığını reddeder. Onun için dünyada olmak, her şeyden önce çeşitli görevlere dağılmak anlamına gelir: üstlenmek, araştırmak, üretmek, tartışmak vb. Afacan’ın şiirselini temsil eden dasein’ın reddettiği şey, ilgilenmek, üstlenmek, tartışmak zorunda kaldığı dünyadır. Ondan kaçıp idealize ederek yarattığı kendi masal-kurgu dünyası, bu karşılaşmaktan usanç duyduğu dünya karşısında yenilmiş, yıkılmıştır. Yine de avaz avaz terk etmek bir isyan çığlığıdır ve içinde “pervasız” bir cüreti, isyanı barındırır. Burada, bu dünyada yalnızlık olmak belki idealize ettiği dünya için yeniden ve sahici bir mücadelenin çağrısıdır.
“bu kördüğüm, bu hançer/ batmıyor mu böyle size kalbinize?/ yalnız kelimeler kaldı elimde işte/ Zenon değilim ben, biliyorum/ ne dilimi koparıp yüzünüze tükürdüm/ ne de sizin battal kulağınız koptu!”...
Bu dizelerde şairin Zenon üzerinden telmih ettiği şeyin, ilkin Elea’lı Zenon’un kişisel hikâyesi olduğu anlaşılır. Bir rivayete göre Zenon, Tiran’a karşı gelmiş ve işkenceyle öldürülmek üzereyken, kendi dilini ısırarak koparmış ve Tiran’ın yüzüne tükürmüştür. Bir başka rivayete göre de Tiran’ın kulağını ısırıp koparmıştır. “ne dilimi koparıp yüzünüze tükürdüm/ ne de sizin battal kulağınız koptu!” dizeleri doğrudan bu tarihsel trajediyi telmihler. Şiir öznesinin Zenon olmadığını bildirmesi bir yönüyle onun trajik hikâyesinde ortaya çıkan yücelik dolu, kahramanca duruşa sahip olamadığını bildirmektir. Şairin kurgusunda “Tiran” olan ise bu düzen, bu çağ ve bu çağın düşkün tüm insanlarıdır. Bir başka açıdan bakıldığında da “burada olmaklığı”, ruhuna ağır gelen ve isyan eden şiir öznesi, bir başka felsefi paradoksun da farkındadır. “Yolun sonuna varmadan önce ortasına ulaşmış olmalısın. Sonra geriye kalanların ortasında. Ve bu sonsuza kadar devam edecek. Sonsuzluğa ulaşılamayacağı için hareket de imkânsızdır.” diyen Antik Elealı Zenon'un dile getirdiği bir paradokstur bu. Elea'lı Zenon, Parmenides doktrinini desteklemek için bir dizi paradoks oluşturur: bunlardan birincisi sonsuz bölünmeden dolayı bir noktadan bir başka noktaya erişmenin imkânsızlığı üzerindedir. İkincisi de evren birlikten oluşuyordur ve doludur, dolu olanda da hareket imkânsızdır, öyleyse hareket yanılsaması duyulardan kaynaklanır ve duyu verilerine güvenilmez. Bu paradoksların ve Zenon biyografisinin, Afacan’ın şiirseline girmesi, onun şiir üzerinden girdiği yoğun-derin tefekkürün izlerini taşır. Şiir öznesinin “Zenon değilim ben” sözüyle hem Zenon’un trajik yazgısını yüklenmeyi hem onun duyulara ve harekete duyduğu güvensizliği hem de buradaki metafiziksel fatalizmi reddettiğini düşünmek mümkün. Fakat şairin Zenon göndermesiyle oluşturduğu asıl paradoksun, varoluşsal bir ironiyi açığa çıkarmış olduğunu düşünebiliriz: İnsanın hakikati arama çabası sürekli engellerle karşılaşır ama buna rağmen bu arayıştan vazgeçilmez. Çünkü insan olabilmek, insanın ufkuna yerleştirdiği hakikate doğru bitimsiz bir yürüyüşü gerektirir ve şiir öznesinin hakikat istenci de bitmeyecektir.
Başka bir açıdan da bakıldığında kitabın ilk şiir olan “beton mukaddimesi”nde şairin, “avaz avaz çıktım masaldan” dizesiyle, hayalden kopuşu ve gerçekle yüzleşmeyi ifade ettiğini, “buradayım işte, dünyada, yapayalnız” ifadesiyle de Sartre’ci bir varoluşçuluğun “kararlı yalnızlık” temasına gönderme yaptığını görüyoruz. Jean-Paul Sartre, romanı Bulantı’da varoluşun özünün "olumsallık"ta yattığını ve insanın dünyada "çok fazla" olduğunu anlamayı başaran yalnız bir bireyin deneyimlerini anlatır. Kahramanı bazen yalnızlığının farkına varır: “Yalnız yaşıyorum, tamamen yalnız. Hiç kimseyle konuşmuyorum; Hiçbir şey almıyorum, hiçbir şey vermiyorum.” der. Kendisini kasıtlı olarak toplumundan ayıran, böylece sosyal bağlarından kurtulan kararlı bir yalnız bireydir roman kahramanı. Tıpkı “beton mukaddimesi” şiirindeki “buradayım işte, dünyada, yapayalnız” diye meydan okuyan şiir öznesi gibi. Şiirin bütününde modern dünyanın çelişkileri, ahlaki yıkımları ve insanın kendine yabancılaşması, metindeki imgelerle betimlenir. Nitekim “evlerin göz çukurları karanlık” dizesinin insanın evle (yurtla) olan bağının zayıflaması, aidiyet kaybını ima ettiğini düşünebiliriz. Martin Heidegger’in “evde olamama” anlamına da gelebilecek olan (Unheimlich) tekinsiz-yurtsuz kavramı burada yankı bulur. İnsanın dünyada kendini evinde hissetmemesi durumunu anlatan bu kavram, bireyin varoluşunun kökeninde mevcut olan yabancılık, köksüzlük hissini tarif eder. Şiirin bir başka dizesi olan “ziftten zifirden beter bu bataklık” ifadesi ise modern dünyanın kirliliğini, değersizlik bunalımını bir çıkışsızlık ve ahlaki çöküş olarak işaretliyor diyebiliriz.
Dünyanın uzaklığının yarattığı bu mesafede, Afacan’ın çok uzak bir dünyadan çağırdığı şiirleri yoluyla, varoluşsal bir özlemi de barındırdığını seziyoruz. Bu özlem, dünyayı anlamaya, onun kötülüğüyle karşılaşmaya, ona gerçek yüzünü göstermeye ve mümkünse onu yenmeye yönelik bir çabadır; fakat aynı zamanda bu çabanın kaçınılmaz başarısızlığını da ima eder. Nitekim kitabın ikinci şiiri olan “pastoral bukağı”da şiirsel metnin pastoral bir atmosfere açılması beklenirken şiirin en başında hızla karamsar bir alt metne büründüğü görülür:
“ sırına erdiğin yerde kaybolur bu zaman/ önünü ardını bilemezsin bir türlü/ karanlık şarkılar/ kor gezinir içinde/”…
Bu dizelerde, dünyanın görsel ve duyusal gerçekliği parçalanarak, insana hem tanıdık hem de erişilmez bir biçimde sunulur. Dünya, insanın bakışına açık olmasına rağmen, bir “sırrına erdiğin yerde kaybolur zaman” gibi tamamen kavranılamaz, ele geçirilemez olur. “köprüler ben geçerken yıkıldı” dizesi de insanın umutla kurduğu bağların yıkımına işaret eder. Şairin “karşı kıyı” vurgusu, sürekli bir özleme ve erişilemeyene duyulan arzuya gönderme yaptığı gibi asıl olarak müesses nizamın ötekilerine, dışlanmış ve ezilmiş olanlarına duyduğu yakınlığı ima eder. “karanlık bir palto gibi yapıştı üstüme şehir” dizesinde şehir; modernizmin merkezi olarak bireyi ezen, ürettiği dejenerasyonla bütün ilişkileri yozlaştıran bir çeşit dekadans mekanizması gibi tasvir edilir. Bu dizeler Baudelaire’in modern şehir üzerine yaptığı melankolik tasvirleri akla getirir. Tuhaf bir aşinalığın geçici bir tiyatrosu olan şehir, aslında cevaplardan çok, henüz formüle edilmemiş soruların yeridir, ancak gizli veya bekleyen-ertelenen soruların; potansiyel yıkıcı-kötücül gizemlerin de yeridir şehir. Modern şehrin içinde taşıdığı yeni ilişkiler, öznenin kendi içinde doğduğunu hissettiği ilişkilere karşılık gelir ve bu nedenle Afacan’ın yarattığı şiirsel sözlük, burada psikoafektif kazalara, trajedilere, mutsuzluklara, hayal kırıklıklarına açılan bir anlam alanı inşa eder. Afacan da Baudelaire gibi modernliğin bir fetih olduğunu düşünüyor olmalı ki “hep karşılar kaldı elimde/ başka da bir şeyim yok”… dediği dizesinde, bireyin bu fethin bir kurbanı olarak iç edildiğini, elindeki her şeyi kaybettiğini anlatır. Baudelaire, Les Fleurs du Mal'de "cehennem çekiciliği" içinde peşini bırakmayan Paris için, “ Sen bana çamurunu verdin ve ben ondan altın yaptım" der. Afacan’ın da hem sevgi hem nefret ilişkisiyle bağlı olduğu şehir imgesiyle yaratıcı, estetik tahayyülünü beslediğini söyleyebiliriz.
Afacan’ın “gri çağ” şiirinde yıkım ve boşluk imgeleriyle derin bir varoluşsal kriz anlatısı sunduğunu anlıyoruz. “en büyük ağacı kopardı gece” dizesinin, doğanın yok edilmesiyle insanın köklerinden koparılmasını temsil ettiğini düşünebileceğimiz gibi, insanın geçmişiyle şimdisi arasında koparılan, kaybedilmiş olan semantik bağı da ima ediyor şeklinde yorumlayabiliriz. Bu şiirde toplumsal yabancılaşma, anlamsızlık, hiçlik, post-truth algısı daha açık bir şekilde dile getirilmiş denebilir. “boşluk kanıyor şimdi” dizesinde, modern çağın insanında oluşan anlam boşluğuna bir atıf var. Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” metaforunda, insanın anlam ve değer krizine düşmesini ifade eden sembolizmine benzer bir çağrışım gücü taşıyor dizeler. Şiirin son bölümü, insanın evrene, doğaya, insanlara ve bu (gri) çağa olan bağlarının yitirildiği bir atmosferde, yalnızlık ve çaresizlik duygularını yoğunlaştırır:
“mezarlıklar çağıymış, yakarılar/ sözcüklerin de kalbi var ama/ işbu siste yakmışlar/ en büyük ağacı kopardı gece/ nereye dayamalı bu dünyayı bu boşlukta?/ altına şarkılar sakladığım merdiven nerde?”
Heidegger’in varoluşsal kaygı (Angst) kavramı, Afacan’ın bu şiirinin derinliklerinde güçlü bir biçimde hissedilir. Tarihsel insan yaşamı, insanın varoluşsal aylaklığının insanlık dışı lüksünden başka bir şeye dönüşmediği bir durumu bize her gün deneyimletir. Böyle bir dünyada, bu (gri) çağda bazı insanlar her gün büyük ahlaki, insani, ekolojik felaketlerin kaçınılmaz şafağında yaşamanın acısını yaşayabilir; bazıları da insanın katlanılamaz alçaklığını o kadar açık bir şekilde görebilirler ki, iyi insanlığa olan inançlarını yenilemeleri onlar için her gün biraz daha zorlaşır. “ ilenç, ah, bir dünya dayadım kapıya/ duvarda çatlak: gri kan!/ tepe yıkılmış inliyor balkonda/ elimde külrengi iskelet/ cam saydıkça kirlendi bulut yukarıda/…” dizeleri bu derin ıstırabın çağrısını taşır. Böyle bir gerçeklik ortamında trajedi duygusuna özgü deneyimlerimizin listesi, beraberinde gelen ıstırap kadar uzun ve kapsamlı olur/olacaktır. Portekizli yazar Fernando Pessoa’nın “Hayal edemeyeceğiniz bir kargaşa ve entelektüel ıstırap içerisindeyim,” diyerek tarif ettiği trajik acıyı Afacan’ın “Dünya Çok Uzakta” şiiriyle haykırdığını hissederiz.
Walter Benjamin ve Angelus Novus
Afacan, “melek nerede?” şiirinde, Walter Benjamin’in ömür boyu yanında taşıdığı ve büyük bir bağlılıkla sahip olduğu Paul Klee'nin “Angelus Novus” tablosunun hikâyesine bir telmih vardır. Walter Benjamin, bu tablo için şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Klee’nin Angelus Novus adlı bir tablosu var. Orada, baktığı bir şeyden uzaklaşmak üzereymiş gibi görünen bir melek resmedilmiş. Gözleri kocaman açılmış, ağzı açık ve kanatları açılmış(…)Fakat Cennetten bir fırtına esmektedir, kanatlarına takılmıştır ve o kadar güçlüdür ki Melek artık onları kapatamaz. Fırtına onu karşı konulmaz bir şekilde sırtını dönmüş olduğu geleceğe sürüklüyor, önündeki moloz yığını ise göğe yükseliyor. İlerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.” Benjamin’in karşı olduğu şey, modernitenin ilerleme dediği, gerçekte bir yıkım ve yozlaşma fırtınası olan bu kapitalist dünya gerçekliğidir. Afacan’ın da bu şiirinde, Walter Benjamin’in tarihe bakışıyla felsefi bir diyalog kurduğunu, onun isyanını kalbinin en derininde yaşadığını anlarız:
“neden kalıntı gibi duruyor her şey?/ insan neden askıda?/ kendi ölüm fermanı var/ taşıdığı mektupta/ ne kanatları var ne kanatlı bir atı/ hep böyle alacakaranlık mı dünya?...”
Şiirde güçlü bir şekilde hissedilen verili tarihin bir yıkım alanı olarak algılanması, W. Benjamin’in tarihin ilerleme değil, bir felaketler zinciri olduğu görüşüyle örtüşür görünmektedir. Nitekim şiir, tarihin enkazları arasında sıkışmış insanın çaresizliğini dile getirirken pozitivist, düz ilerlemeci ve kapitalist uygarlık deneyiminin insani olan her şeyi yıktığını, insancıl bir ideale yer bırakmadığını, bir bütün olarak insan dünyasını hem fiziki olarak hem de anlamsal değerler düzeyinde felakete taşıdığını betimler. “nasıl bir şimdi bu?” ifadesiyle verili uygarlık biçimine, içinde hapsolunan zamana/ zamanın ruhuna bir isyan ve reddiye varken; “kanat nedir ki uçup süzülmek yoksa?” dizesinde de insan, iyicil potansiyelini gerçekleştiremeyen doğasındaki kötücül öze teslim olan bir varlık olarak tasvir edilir. Kanat metaforu, insanın özgürlüğünü ve yaratıcı gücünü temsil ederken, bu gücün kullanılamaması bir trajedi olarak sunulur. Şiirin genelinde, tarihsel bilinç ve modern insanın zamansal sıkışmışlığı derin bir şekilde işlenirken Walter Benjamin’in tarihe bakışı ve anlamlandırışı ile bu şiirin atmosferi arasında doğrudan bir bağ kurmak mümkün oluyor. “Ezilenlerin her zaman kesintili olan tarihi nasıl anlatılır? Kazananların doğrusal zamansallığını yeniden üretmeden onlara süreklilik içinde nasıl bir yer verilebilir? Ezilenlerin bu tarihinin karmaşıklığını ve çelişkilerini ortaya koyan yeni bir tarih yazımı nasıl yaratılır? Bu yeni tarih yazımının ifade edilebilirlik koşulları ve biçimi nelerdir?” gibi sorular çerçevesinde şekillenen W. Benjamin tarihi perspektifi, dilin kurucu özne oluşuyla da ilgilenir: “İnsan, eylemde bulunan bir varlık, olayların üreticisi olarak değil, konuşan bir varlık, yani işaretlerin üreticisi olarak görülüyor. İnsanlık tarihine anlam veren şey, İncil'de olduğu gibi, onun ahlaki evriminin serüvenlerinden çok, dille ilişkisinin farklı aşamalarıdır” diyen Benjamin’in sesi, Afacan’ın şiirinde “meleğin sırt döndüğü yerde var mı insan?/ tıka basa ‘bugün’ dolu bir dünya/ sınırlar ne içindi?/ dört yanı metalden duvar/ uyutuldu gelecek/ sardı bütün çareleri mor bir intihar/ nerde kanadın insan? Nerde kanatlı dünyalar” dizelerinde yankısını bulur.
Aydın Afacan, “sümbül defter” şiirinde dil ve anlam arayışı üzerine kurulu olan ve şiirsel yaratım sürecine dair metaforlarla dolu bir şiir tasarlar. Nitekim “hep uçuk sözleri sevdim dillerin” dizesinin, dilin sınırlarını ve belirsizliğini kucaklayan bir tutumu ifade ettiğini söyleyebiliriz. Burada Derrida’nın yapıbozum yaklaşımıyla bir paralellik de kurulabilir: “bin bir yaprağa dağılmış anlam” dizesinde dilin ve anlamın parçalanmışlığına gönderme yapar. Modern şiirin temel özelliklerinden biri olan çokanlamlılık, bu dizede somutlaşmış gibidir. “söz bir dünyadır sabah akşam kanayan” dizesinde ise şairin yaratım sürecindeki acısı ve tutkusuna dair bir imgem bulabiliriz. Şairin “kar duası” şiirinde ise karı, arınma ve masumiyetin simgesi olarak kullanmış olduğunu görüyoruz. Daha çok çocukluk çağlarını anımsatan yönüyle, şiir öznesinin ruhunda bir çeşit katarsis üreten imgeye dönüşmüş gibidir kar. “kar yağsa içinden yaza gidilse” dizesi, bir dönüşüm ve yeniden doğuş arzusunu dile getirir. Şiir, bir yandan geçmişe duyulan nostaljiyi işlerken, diğer yandan insana dair umutlarını yitirmemiş bir bakış açısı sunar. “biz küçükken kar kokardı sözcükler” dizesi ise çocukluğun saflığı ve masumiyetine bir özlem seslenişidir. Şiir öznesindeki bu güçlü nostalji duygusu, insanın modern dünyadaki kayıplarına karşı bir direnç çabası olarak görülebilir.
Sembolist Etkiler ve İmgelem
“kirlenmiş tüm sözcükler yıkansa”, “bir de sonsuzluk, o güzel yalan. her şeyi alıp giden bir gökyüzü.”, “dünya bir anne gibi ak pak çağırsa”, “açtım ellerimi: güneş saatler” , “öğlene doğru benim çalımlı tanrıçam” “bütün çağları gezdim eflatun bir rüya içinde” gibi çok sayıda dizede Afacan’ın şiirlerinde belirgin bir şekilde sembolist bir yön bulunduğunu tespit ediyoruz. Özellikle Stéphane Mallarmé, Charles Baudelaire ve Rainer Maria Rilke gibi sembolist şairlerin eserlerinde olduğu gibi, Afacan da şiirlerinde bireysel deneyimi evrensel bir dile dönüştürürken sembollerden yararlanıyor. Şairin hemen her şiirinde imajlar ve soyut kavramlar üzerinden bir atmosfer yarattığına tanık oluyoruz. Özellikle karamsallık taşıyan şiirlerinde Baudelaire’in “spleen” kavramını çağrıştıran etkilere rastlamak mümkün. Modern insanın çağın yarattığı sorunlarla iyice perçinleşen karmaşık ruh hali ve kasvetli duygusal dünyasını yansıtan bir kavram olarak anlayabiliriz spleen kavramını. Zamanın geçici doğası, ölüm-anlamsızlık ve varoluşsal sıkıntılarla derinleşen anlam krizi bu karamsarlığın nedenleri arasında sayılır. Şairin: “tuhaf yollar var avuçlarında dediler/ yıldızlar kayıp giderken/ deiler, hayal peşinde saf saf/ ürkünç saatleri sevdin hep, neden/ gecenin en karanlık yerini/ en çok gün ortasını…” dizeleri splen kavramına içkin çelişkili (umut-umutsuzluk; neşe-keder) duyguları bir arada taşıdığını serimler. Afacan, özellikle sembolist imgelerin yoğunlukta olduğu şiirlerinde, şiirsel dilin bir şifreleme işlemi olduğunun; okurun, bu anlamı çözmesi gerektiğinin bilinciyle hareket eder. Bu yüzden çok katmanlı, yer yer kompakt ve bol telmihli bir söylem tercih eder. Okuruna bir ipucu vermek gibi bir kaygı da taşımaz. Afacan’ın şiirlerindeki çok katmanlı imgeler ve belirsizlikler, bu yönüyle Mallarmé’nin “şiirin kendisi bir arayıştır” ilkesine uygun düşüyor diyebiliriz.
Çok Uzak Bir Dünyada Zaman ve Mekân
Afacan’ın şiirleri, Batı modernizminin zaman ve mekân algısını dönüştürme çabasını yansıtıyor diyebiliriz. T.S. Eliot, Ezra Pound ve Wallace Stevens gibi modernist şairler, şiirdeki kronolojik zamanı parçalamış ve bir deneyim anını evrensel bir zemine taşımışlardır. Afacan’ın da benzer şekilde, zamanı ve mekânı esnek ve bulanık bir hale getirmeye çalıştığını bazı dizelerinde görüyoruz: “kelime geçiyor yollardan, ürpertiler./ havada güneşli bir yağmur kokusu.” gibi dizelerde zaman, lineer değil; bir duygusal yoğunluk olarak deneyimlenir. Afacan’ın kendi anı ile zamansızlık arasında kurduğu bu ilişki, modernist estetik ile doğrudan bir bağ kurar. Bu yönüyle Afacan’ın mekânsal algısının tümüyle olmasa da yer yer modernizme özgü olduğu yönünde de değerlendirilebilir. “sokağın uzak bir ülkeye döndüğü köşe” gibi imgeler, mekânın fiziksel bir alan olmaktan çıkarak zihinsel bir manzara haline geldiğini gösterir. Bu, Eliot’un “The Waste Land-Çorak ülke” gibi şiirlerinde gördüğümüz mekânsal metafora benzer bir işlev görür. Eliot, bu şiirinde modern dünyanın ahlaki çöküşünü ele alırken, “çoraklık” terimi mekânsal bir alanın sıfatı olmaktan çok, insanın hem bireysel hem toplumsal anlamda anlam dünyasının “çorak”lığını sembolize eder. Afacan’ın modern dünyaya ve insana bakışında da Eliot ’un bakışıyla örtüşen birçok yön bulabiliriz. O da çöle dönüşmüş modern insanın ruhuna hem isyan eder hem de şiirleri yoluyla o çöle deva niyetine birkaç damla su serper.
Afacan’ın şiirlerinde, geleneksel zaman ve mekân algısının ötesine geçen, neredeyse rüya ile gerçek arasında gidip gelen bir yapının öne çıktığını söylemek de mümkün görünüyor. Mekân, fiziksel olmaktan çok duygusal bir düzleme taşınıyor; zaman ise kronolojik bir akış yerine, yoğunlaşmış ve sıkıştırılmış bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor. “şehir nasıl aydınlık öyle, kaçamak bir gökyüzü.” dizesinde görülebileceği gibi bir şehrin gündelik görüntüsü, okuyucunun zihninde soyut bir metafora dönüşüyor. Afacan, bir şehri ya da gökyüzünü somut bir şekilde betimlemektense, onun verdiği hissi okura aktarmayı tercih ediyor. Bu, mekânsal bir kırılmayı ifade eder; okuyucu, şiir boyunca “nerede” olduğunu kesin olarak bilemez. Afacan’ın bu belirsizlik yaklaşımının, modernist şiirin mekânsal ve zamansal kavramları sorgulayan yapısını andırdığını söylemek mümkün. Ancak Afacan, bunu kendi şiir sözlüğüne özgü bir şiirsel dille yapar, bu da şiirlerinin özgünlük koşulunu mümkün kılar.
Afacan’ın Dünya Çok Uzak’ tasında Batı romantizminin etkilerinin, doğa ve insan ilişkisini ele alışında belirginleştiğini de söyleyebiliriz. Bu bakış açısı, romantik şiirin insan ve doğa arasındaki bağa odaklanan estetiğiyle örtüşür. Ancak Afacan, doğayı idealize etmekten kaçınır; çünkü doğa, insanın iç karmaşasını da dile getiren bir aynadır. Bu yönüyle doğa ile insan arasında simbiyotik bir ilişkinin var olduğuna inanır. Öyle ki doğa, bir yandan huzur veren bir ortamken, diğer yandan insanın varoluşsal sorgulamalarını da yansıtır. Özellikle William Wordsworth ve John Keats gibi romantik şairlerde gördüğümüz doğanın insan ruhunun bir yansıması olduğu fikri, Afacan’ın şiirlerinde romantik ve pastoral tınılar biçiminde yankılanır. Örneğin “ağaç fısıldadı bir de/ nehrin sabaha söyledikleri” türde birçok dizesinde görülebileceği gibi Afacan’ın şiirlerinde doğa, yalnızca bir arka plan değil, insan duygularının ve düşüncelerinin bir yansıması olarak konumlandırılmış oluyor. Bu imgeler, doğayı bir “anlatıcı” konumuna yükseltir. Doğa, insanın iç dünyasını açığa vuran bir sahne değil, aktif bir özne haline gelir. Afacan, romantiklerin doğayı bir ilham kaynağı olarak ele almasını kendi şiir estetiğinde yeniden işlemiş görünüyor. Afacan’ın pastoral imgeler kullanarak kendi tanımıyla bir gri çağ ve modernite eleştirisi yapması, romantizmin 20. yüzyıl yorumcuları sayılabilecek birçok şairin şiirlerinde de görülebilir.
Afacan’ın şiirlerinde metafizik ve varoluşsal temaların, Batı’da özellikle Rainer Maria Rilke ve T.S. Eliot gibi şairlerinin eserlerinde görülen insanın anlam arayışına benzer biçimde kullanıldığını ve şiirselinin anlamsal derinliğine katkı sunduğunu söyleyebiliriz. Afacan’ın şiirlerinde de insan, evrensel bir anlam arayışıyla modern dünyanın kaosu arasında sıkışmıştır bu nedenle şairin şiirlerinde sık sık insanın varoluşsal sorgulamalarıyla karşılaşırız. “begonvil veda” şiirinde “gözlerine içerden baktığım yerler kayıp/ o asırlık pencere de yok şimdi/ tepeden koylara akan dalgın tarih/ güneşler içilmiş o uzak rüya…/” dizeleri otobiyografik bir nostaljik yakınmayı hissettirse de mevcut varoluş halinden yakınmayı da içerir. Şiirselindeki varoluşsal sorgulamalar, doğrudan bir söylemle değil, imgeler ve metaforlar aracılığıyla ifade edilir. “senin ağzından öpmüştüm dünyayı.” dizesinde görülebileceği gibi insanın dünya ile kurduğu ilişkinin, varoluşsal bir anlam yaratma çabasına işaret ettiğini vurgulamak ister. İnsanın dünya ile kurduğu ilişkiye dair kullanılan bu metaforla insan ve dünya arasındaki bağ, hem fiziksel hem de ruhsal bir boyutta ele alınmış görünüyor. Afacan’ın şiir yoluyla gerçekleştirdiği varoluşsal sorgulamaları, okuyucuyu yalnızca bireysel deneyimler üzerine düşünmeye değil, aynı zamanda insanın evrensel konumunu yeniden değerlendirmeye davet ediyor.
Aydın Afacan’ın Dünya Çok Uzakta’ sındaki şiirlerinde, şairin dilin sınırlarını zorlayarak felsefi bir derinlik yaratma çabası, onun yalnızca bir poetik haz yaratma peşinde olmadığına, aynı zamanda şiir marifetiyle düşünsel bir dinamizm yaratma isteğine de işaret ediyor. Modern dünyanın krizleri, çağın kötülüğü, toplum ve bireyin varoluşsal sancıları ve dilin belirsizliği gibi temalar, onun poetikasının temel taşlarını oluşturmuş görünüyor. Ancak şair, bu karamsar tabloyu işlerken okuru duygusal bir melankoliye sürüklemekten çok, düşünsel bir yüzleşmeye davet ediyor. Şiirlerinde kullandığı imgelerin yoğun ve çok katmanlı olması metinlerin anlamsal derinliğini yapılandırırken, bir taraftan da şiirlerin kolayca anlaşılır olmasının önündeki engele dönüşmüş oluyor. Diğer taraftan Afacan’ın şiir dilini hem bir iletişim aracı hem de bir direniş biçimi olarak kullandığını söylemek mümkün görünüyor. Nitekim bu yolla okuyucusuna, onun hem duygusal hem de entelektüel katılımını talep eden zengin bir şiir evreni sunmuş oluyor. Afacan, şiirlerinde, dilin bu yaratıcı potansiyelini sınırlarına kadar zorlayarak yarattığı anlamsal derinlikle, okuyucuyu hem duyusal bir deneyime hem de entelektüel bir sorgulamaya çağırmış görünüyor. Gerisi, bu şiirsel davete katılacak okura kalıyor.