Hikâye Anlatıcılığı Yok Olmaz, Çünkü...

Onyıllardır hep bir şeylerin sonunun geldiği dillendiriliyor. Tarihin sonu, yazarın ölümü, tiyatronun, operanın sonu, romanın sonu, sanatın sonu... Hikâye anlatıcılığının sonunu ise Walter Benjamin, 1936'da “Hikaye Anlatıcısı” başlıklı yazısında ifade eder. Bu yazısında Benjamin, Rus hikâyeci Nikolay Leskov'un hikâyelerini ele alır. Yazının başında şöyle der: “Adı size ne kadar tanıdık gelirse gelsin, hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklaştı bizden, gittikçe de uzaklaşıyor.” [1]

Hikâyelerden ve hikâye anlatıcılığından her söz edildiğinde Benjamin'in bu yazısına atıfta bulunulur. Bu yazıda da öyle yaptık. Benjamin'e atıfta bulunmamak olmaz, ancak bu yazının asıl amacı, hikâyelerin (ya da hikâye anlatmanın), daha geniş tanımla anlatının insan beyninde yerleşik bir araç olduğuna ilişkin bilişsel bilimler, sinirbilim, nöropsikiyatri vb alanlarda yapılan araştırmaları gözden geçirerek hikâye anlatıcılığının gerçekten yok olup olamayacağına ilişkin bir yanıt aramak.

Benjamin'e tekrar dönersek, yazıya yapılan atıflarda öne çıkarılan yanın çoğunlukla hikâye anlatıcılığının yok olması üzerine olduğu, bunun nedenlerine ilişkin düşüncelerinin ise pek üzerinde durulmadığı görülüyor. Benjamin, hikâye anlatıcılığının gerilemesiyle sonuçlanan sürecin ilk belirtisi olarak romanın doğuşunu gösterir. İkinci vurgusu ise “hikâye anlatıcılığına en az roman kadar yabancı ama ondan çok daha tehditkâr, aynı zamanda romanı da krize sokan yeni iletişim biçimi” olarak tanımladığı “enformasyon” olgusu üzerinedir. Ona göre enformasyon, makul görünmek zorundadır, bu yüzden de hikâye anlatıcılığının ruhuna ters düşer. 30'lu yıllarda enformasyon teknolojilerinin düzeyini düşünürsek, günümüzde bunun etkilerinin nerelere varabileceğini tahmin etmenin de ötesinde, görüyoruz aslında. Benjamin için hikâye anlatıcılığı, iki karakter gerektirir: Uzaklardan gelen ve uzaklara giden. Bunlardan ilki ticaret yapan denizcide, diğeri ise yerleşik çiftçide vücut bulur. Benjamin, bu yazısında temel olarak sözlü geleneğe bağlı hikâye anlatıcılığının yok olmasından söz etse de daha önemli bir olguya parmak basar; anlatıcılık sanatının sona ermesini, deneyimlerimizi paylaşma yeteneğimizin elimizden alınmasına, bunu da deneyimin değer kaybetmesine bağlar. Hakikatin destansı boyutu, yani gerçek hayatın dokusuna nüfuz etmiş akıl olan bilgelik öldüğü için, hikâye anlatıcılığı da ortadan kalkmıştır. “Günümüzde 'akıl vermek' modası geçmiş bir şey gibi algılanıyorsa, deneyimin giderek daha az aktarılabilir hale gelmesindendir. Bu yüzden ne kendimize, ne de başkalarına verecek aklımız yok artık.” [2]

Dikkati daha çok deneyim üzerinde yoğunlaştırmak, toplumsal değişimin daha derin katmanlarını düşünebilmemizi sağlayabilir. Giorgio Agamben, tümüyle deneyimin yıkımını ele aldığı ve sık sık Benjamin'e atıfta bulunduğu Tarih ve Çocukluk kitabındaki “Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme” yazısında, Benjamin'in, deneyim yıkımının temellerini 1. Dünya Savaşı'nın yol açtığı felaketlerde gördüğünden söz eder ve ekler: “Oysa bugün, deneyimin yıkımı için bir felaketin gerekli olmadığını biliyoruz; büyük bir kentte rutin bir gündelik varoluş buna yeter de artar bile.” [3]

Uzaklardan gelen hikâye anlatıcısı yok artık belki, çünkü uzaklar artık yakın. Herkes her yere gidebilir tur otobüslerine, Cruise gemilerine doldurulup. Dünyanın en uzak köşelerinde bile artık ilginç, bilinmedik ve bilmeye değer, merak uyandırabilecek hikâyeler yok artık. Eski zamanların hikâye anlatıcısı yok belki, öldü ama insan denilen türün hikâye anlatma ya da sadece anlatma dürtüsü ölür mü? Bunun en iyi kanıtını, günümüzde herkesin her an (felaket anında bile) hikâye anlatmaya koyulması ve bu üzerimize yığılan hikâye bolluğu değil mi ya da hikâyelerin, hikâye formunun ve dilinin her yere sızması...

Şimdi herkes “hikâyeler” anlatıyor. TV denilen ve aslında doğru ve gerekli amaçlarla muhteşem bir aygıta, gerçekten de ışık saçan bir kaynağa dönüşebilecek olan ışıklı kutu, şu haliyle, birçoklarınca haklı olarak “aptal kutusu” olarak nitelenen aygıtta bile, özensizce hazırlanıp sunulan “haberler”, bir trafik kazası tanığının ağzından dökülen kırık dökük cümleler bile “hikâye” anlatmıyor mu? Evlendirme programlarından, haberlerden bile hep “hikâyeler” saçılmıyor mu? Bir anlamda bir “hikâye enflasyonu”yla karşı karşıya değil miyiz? Bu minvalde yazılmış birçok metin de “öykü”, “roman” vb kılığında dolaşmıyor mu? Her ne kadar biçime girmemiş düşünce ve duyguların boca edilmesi değilse de sanatsal bir nitelik görebiliyor muyuz? Çoğunda kurgu yok, edebiyatı edebiyat yapan o çok önemli şey, atmosfer yok, yeni ya da bilinmeyen bir şeye rastlanamıyor... Haberleşme ve iletişimin gelişkin olmadığı dönemlerde, belki “hikâyelerden” öğreniyorduk uzak yerlerde olanları. Peki o zamanlar, yeni bir şey öğrenmenin hazzı edebi haz ile karıştırılmış olabilir mi? Günümüzde böyle bir şey söz konusu değil tabii ki ama acaba “edebi alana” bu yığından bir şeyler sızmış olabilir mi? Sorular uzar gider...

Kendi belleğine değil, teknolojik aygıtlara güvenen ve neredeyse tüm yaşamını, duygularını, düşüncelerini ve eylemlerini sanal ortamlarda “hikâye eden”, düşünce sistemi caps'lerden, hashtag'lerden, etiketlerden, sloganlardan, TT'lerden, like sayılarından oluşan, hayatın gerçek akışı ile ilgisiz, dur durak bilmeyen bir “stream” içinde tam bir eylemsizlik içindeyken sürekli eylediği zannıyla yaşayıp giden günümüz insanına tüm “hikâye” nasıl anlatılabilir? Bu iyi mi kötü mü bilinmez. Belki ileride bambaşka bir yola girecek bir değişimin, dönüşümün başlangıcı ve kaosudur bu.

Şimdi gelelim hikâye anlatıcılığının, insanın anlatma ediminin neden yok olmayacağının bilimsel araştırmalardan gelen yanıtlarına. Benliğin anlatısal etkinliğin bir sonucu olduğunu ileri süren Amerikalı filozof ve bilişsel bilimci Daniel Dennett soruyor:

“Hepimiz, zaman zaman hikâyeler uyduran insanlarız, kendi hayatlarımızın hikâyesini kendimize anlatır ve tekrar anlatırız, gerçeğe dair soruya pek dikkat etmeyiz. Peki, neden bu şekilde davranıyoruz? Neden hepimiz bu kadar köklü ve yaratıcı otobiyografik romancılarız?” [4]“... Hikâye anlatımı, beyinlerin doğal ve örtük olarak yaptığı bir şeydir. Örtük hikâye anlatımı, benliğimizi yaratmıştır ve insan toplumlarının ve kültürünün tüm dokusuna nüfuz etmesi şaşırtıcı olmamalıdır." [5]

Hayvan bilişi ve davranışı üzerine araştırmaları analiz eden ve teorileştiren psikolog Merlin Donald, anlatının dilin doğal ürünü ve dilin hikâye anlatmak için var olduğunu söyler. [6]

Konuya evrimsel açıdan bakan bilim insanları (evrimsel psikologlar ve biyologlar) insan hikâye anlatıcılığının evrimin bir sonucu olduğunu ve yazıdan önce geldiğini söylüyorlar. Başka bir deyişle, anlatı insan beyninin dünyayı anlamak için kullandığı yerleşik bir araçtır. [7]

Sinirbilim alanında da hikâyelerin hayatlarımıza nasıl şekil verdiği ve hayatlarımızın hikâyelere nasıl yol açtığını açıklayan araştırmalar bulunuyor. “Hikâyelerin temel nöronal ve kortikal süreçlerden nasıl ortaya çıktığını ve harekete geçtiğini açıklayan nörobiyolojik bir anlatı modeli” oluşturmaya çalışan Paul Armstrong, hikâyeler bir şekilde beynimiz ve dünyayla olan bedensel etkileşimlerimiz için iyi olmasaydı, türümüzün bu kadar üretken bir şekilde hikâyeler üretmeyeceğini belirtir. “Hikayeler beynin bir yandan örüntü, sentez ve süreklilik ihtiyacı ile diğer yandan esneklik, uyum sağlama yeteneği ve değişime açıklık ihtiyacı arasındaki bitmeyen çatışmayı çözmesine yardımcı olur.” [8]

Anlatının hafızanın temeli, anlam yaratma, duygular ve kimlik oluşumunda temel bir araç olduğunu öne süren Frederick W. Mayer, “Hikâye Anlatan Hayvan” (The Storytelling Animal) başlıklı makalesinde “Ne olursak olalım, insanlar hikâye anlatan, hikâye tüketen, hikâye canlandıran hayvanlardır. Hikâyeler, bilişsel ve duygusal olarak merkezidir. Hikâyeler, deneyimimize anlam katar. Kendi hikâyelerimiz, kimlik duygumuzu tanımlar” der ve sosyobiyolog E. O. Wilson'un şu sözlerini aktarır: “Bu zihin, senaryolar yaratma ve seçenekler yaratmada epigenetik kurallar tarafından bilinçsizce yönlendirilen bir anlatı makinesidir.” Biyolog ve antropolog David Sloan Wilson, hikâyelerin genellikle genetik olmayan evrimsel süreçlerde genlerin rolünü oynadığını ileri sürer. [9]

İnsanın anlatı macerası ve hikâyeleri bitmez, bu yüzden de söylem türleri (edebi türler de dahil) zaman içinde değişip dönüşür, bazıları yok olup gider ama yenileri oluşur hemen. Benjamin'le başladık, onunla bitirelim:

“Hikâye anlatıcısının malzemesiyle -insan hayatıyla- ilişkisi, aslında zanaatkâra özgü bir ilişki değil mi? Görevi tam da hammaddesini -kendinin ve başkalarının deneyimini- sağlam, yararlı ve benzersiz bir tarzda işlemek değil mi?” [10]


[1] Benjamin, W., Hikâye Anlatıcısı (çev. Nurdan Gürbilek, Sabir Yücesoy), Son Bakışta Aşk içinde, Metis Yayınları, 1993.

[2] Benjamin, W., a.g.e.

[3] Agamben, G., Tarih ve Çocukluk (Deneyimin Yıkımı üzerine Bir Deneme), çev. Betül Parlak, Kanat Kitap, 2010.

[4] Dennett, D., The Self as a Center of Narrative Gravity in F. Kessel, P. Cole and D. Johnson, eds, Self and Consciousness: Multiple Perspectives, Hillsdale, NJ: Erlbaum, 1992.

[5] Kékesi, B., The narrative mind. Embodied narratives in the light of conceptualization hypotheses. In: Ostium, roč. 13, 2017, č. 4.

[6] Akt. Brian Boyd, The evolution of stories: from mimesis to language, from fact to fiction, WIREs Cogn Sci 2018, 9:e1444. doi: 10.1002/wcs.1444.

[7] Conway, C., Neuroscience, Narrative, And Never-Ending Stories, Neuroscience, Social Science March 26, 2021.

[8] Armstrong, P., Neuroscience, Narrative, and Narratolog in Poetics Today, September 2019.

[9] Akt. Mayer, F. W.,  The Storytelling Animal, Oxford University Press, 2015.

[10] Benjamin, W., a.g.e.