En Uzak Yıldızda Bir Hüseyin Cevahir ve Şiir

Özgürlük yabancılaşmanın aşılmasıdır der, Marx. Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bu söze denk düşer. Her türden yabancılaşmaya sırtını çeviren insanların çok çabuk, ısınmadan özgürlüğe doğru koşmalarına tanıklık ederiz. Yürüyüşün o sessiz, o ahenkli dili, daha isyankâr ve daha ateşli bir devinimin gücünü yüklüyordu bacaklara. Adorno yürüyüş için “Yürüme hakkı üzerinde ısrar ediyordu insan haysiyeti; bedenden zorla alınmayan, buyruğun veya korkunun ürünü olmayan bir ritm istiyordu. Yürüyüş, dolaşma, vakit geçirmenin özel biçimleriydi, feodal gezintinin on dokuzuncu yüzyıla bıraktığı miraslar,” der ve ekler: “Liberal çağla birlikte yürüyüş de geçmişe gömülür.”[1] Çünkü artık gençlik hareketleri isyan diliyle buluşur ve orada çok çok büyük adımlar, kısa ve hızlı koşmalar vardır.

Türkiye sosyalist hareketinin en hızlı dönemi ise 1969 ve 1972 yılında yaşanan gelişmelerdir. Her şey çok hızlı başlamıştır ve çok hızlı bitmiştir. Oysa o kısa zaman diliminde neler neler yapılmamıştır ki… Tütün işçileri, fındık işçileri örgütlenmiş, 15-16 Haziran işçi direnişinde yer alınmış, Karadeniz, Ege ve Doğu illerine (dönemin miting ve derneklerinin adıyla söylüyorum) ekipler gönderilmiş, çalışmalar yapılmış, ordu içinde örgütlenmiş bir gençlik hareketidir tüm bunların içinde olanlar. Doğal olarak yürüme bu hızın hiçbir yerinde yoktur. Onlar özgürlüğü devrimle buluşturup hayallerini gerçek kılmanın derdiyle koştular.

İşte o koşucuların hep ön tarafında olan, Dersim topraklarının, doğasının kokusu ve cesaretiyle; edebiyatın, özellikle şiirin akışına, imgelerin sıcaklığına sarınarak gelen; dokunduğu herkese, Cemal Süreya’nın sesiyle söylersek, “nefesini”, bakışlarını ve gülmesini bırakan, solun vicdanının içindeki Cevahir’den söz ediyorum. Rogue Dalton’un deyimiyle; “şiirden geçerek devrime gelen” Hüseyin Cevahir’den...

1971 Haziran’ında yoldaşıyla Maltepe’de kuşatılıp katledildiğinde henüz 26 yaşında olan ve o kısacık ömrüne şiirler dolduran, edebiyat yazıları yazan, Türkiye şiirine oldukça hâkim ve 21 yaşında dönemler itibarıyla şiiri değerlendirecek kadar yetkin bir edebiyat eleştirmeni, bir şair, devletin gözüyle “terörist” olan Hüseyin Cevahir yok edilmeliydi. Şair dememin nedeni tanıyanların anlatımı ve evinde bulunan notlarının arasında olan şiirleridir. Köyün yaşlılarınca bu notları yakılmıştır.

Tam elli iki yıl geçmiş Hüseyin Cevahir’in katledilmesinden bugüne. Yarım yüzyıl su olup akmış. Ondan bir gün önce Nurhak dağlarına kan düşmüş, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan katledilmiştir. Maltepe’deki evde radyodan bu ölümleri dinleyen Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ürkütücü bir sessizliğin içinde olduklarını anladıklarında, marşlarla o sessizliğe meydan okurlar. Normal bir zaman değildir. Şiirin, edebiyatın, sevdikleri ezgilerin, filmlerin yerini, arkadaşlarının hüznü almış ve bir yandan onların yaslarını tutarken, diğer yandan direnişlerini marşlara yükleyerek sürdürüyorlardı. Büyü bozulur, silahlar patlar, Cevahir vurulur, Mahir yaralı olarak hücresine girerken; “Cevahir’ini de kalbine gömer.” 

Güzel gülen, herkese değen, herkesle farklı bir iletişimi olan Hüseyin Cevahir’in şiire olan tutkusunu ve Nâzım’dan beslendiğini mektuplarından anlıyoruz. Nâzım da yaşama haziranda elveda diyenlerdendi. Eniştesi Fevzi Özkan’a yazdığı mektuplar iki dost arasında, bazen de aileden birine yazılan mektuplardır. Zaman zaman araya edebî bir dil girer, zaman zaman kendi durumunun bilgisini verir. Öykü ve kurmacaya yakın bir dili var Cevahir’in. Bazı paragraflarda âdeta öyküsel bir tat gelir. Anlatımlardan öykü yazdığını anlıyoruz. Hatta bir arkadaş sohbetinde “Devrim olsa da güzel güzel öyküler yazsak,” dediği de söylenir. “Bir mutluluk masalıdır alıp gidiyor. Martılarda boşuna arıyorum senin kuşlarının verdiği mutluluğu. Güvercinler boşuna cami avlularında dem çekiyorlar mistik. Kumkapı’da yosunları boşuna ürpertiyorlar yalnızlığında gecenin dalgalar. Haykırmak istiyorum da artık çok geç. Gemiler doldurmuyor ya da dolduramıyor limanları akça. Her şey çıktı elimizden.”[2]

Hüseyin Cevahir’in ezbere okuduğu Nâzım’ın “Saman Sarısı” şiiri ile Mahir’in onun ardından yazdığı “Hücredeki Adalının Dünyası” şiiri duygu olarak neredeyse aynıdır. İnsan geleceğini gördüğü şiirleri, edebî metinleri özellikle mi seçer? Cevahir, sanki kendi geleceğini anlatan şiirleri sevmiş. Taranta Babu’ya Mektuplar’ın altıncısında geçen bir dizeyi eniştesine yazar. “Dostluk diye, cevap verdi, kabzasına birbirine düşman iki elin yapıştığı bir bıçağa benzer.” Anlıyoruz ki Nâzım sadece ‘40 kuşağı şairlerini değil, ‘68 kuşağı diye bildiğimiz devrimcileri de etkilemiş. Yine “Saman Sarısı” şiirinin bir dizesini de eniştesine yazdığı mektuplardan birine alır. “İki şey var ancak ölümle unutulur/ anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.”[3] Sonra şöyle devam eder. “Anneciğimi çok özledim.”

iki şey var ancak ölümle unutulur

anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü

ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer

kışın sabaha karşı rüzgarda tahta cumbalar

ve bir saç mangalın küllerinde uyanır uykudan büyük İstanbulum

iki şey var ancak ölümle unutulur

 

Şiir böyle devam eder gider. Geriye Cevahir’in anne özlemi ve bir kâsede bile yar olmayan sesi kalır. 

 

elleri, ellerinde otomatikleri vardı

omuzları miğferleri vardı, ama başları yoktu

omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu

hatta yakaları boyunları vardı ama başları yoktu

ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler

yürüdük

korktukları hem de hayvanca korktukları belli

gözlerinden belli diyemem

başları yok ki gözleri olsun

korktukları hem de hayvanca korktukları belli

belli çizmelerinden

korku belli olur mu çizmelerden

oluyordu onlarınki

korktuklarından ateş etmeye de başladılar artsız arasız

bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara

her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar

 

Maltepe’de kuşatılan ev, Mahir’in şiiri ve Cevahir’in ezbere okuduğu Nâzım’ın “Saman Sarısı” şiiri... Bir çöküş dönemi demokrasisi vardır ülkede. Darbe de bunu fırsat bilmiş ve sıkıyönetimli dönem başlamıştır. Direnişin meşruiyeti kuşatılmış ve devrimciler sürek avında yok edilmektedir bir bir. İçinde bulundukları durum geri çekilmeyi engellemiş ve yoldaşlarını kurtarmanın derdiyle koşularını sürdürmüşlerdir. Devrimlerin nedenleri her zaman tarihseldir ve devrimciler de bu duruma devrimci durum derler. Devletin hem baskıcı hem de zayıflayan yanlarını görür ve durum tespitleri yaparlar. İşte 1970’li yılların Türkiye’sinde durum böyledir. Halk ve devlet arasında kırılgan olan bağ “suni bir denge” ile yürümektedir. Bu dengeyi de sadece devrimcilerin öncü gücü değiştirebilir. Devlet ile devrimciler arasındaki bayrak yarışı hızlı başlar. Şiirden fırlayıp kentlere, dağlara düşen o güzel insanların dizeleri ve “gövdelerinde uğultuyla büyüyen sessizlik” büyüdükçe büyür ve “ölümle yapraklanır”.[4]

Hüseyin Cevahir’in yaptığı şiir değerlendirmeleri sadece bir değerlendirme yazısı olarak okunmamalıdır. Şiirin içinde, şiire tutkun ve aynı zamanda da eleştiri ve değerlendirme diline hâkim, özenli bir dille yapar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah kitabını değerlendirirken, çocuğu masum olarak görür ve tüm kötülüklerden ayırır. “Bozuk düzenin yarattığı yeni insan ancak çocuk yanıyla ve çocukluk anılarıyla sevilebilir.”[5] Yine aynı yazıda dikkat çekici bir şiir daha seçmiştir. “Bir Anın İçinde Memleket”[6] şiiri için vurguladığı şeyler bir anlamda kendi çizgisine doğru giden bir vurgudur. Ve sanki şiirin sonu kendisi için yazılmıştır.

 

Ne yazık ki kimsecikler hissetmedi bu mavi anı, yüzünde

Bitti, başlangıçsız zamanın yarısı bitti.

O insan ki asırlarca evvel kendini öldürmüştü.

En uzak yıldızlara varır bakışı, henüz şimdi.

 

Yine şiir değerlendirme yazısında özellikle Ülkü Tamer’in “Giyotin”[7] şiirini örnek verir ve bu şiiri Ülkü Tamer’in “yaşantısının en uç noktasına varan” şiiri olarak değerlendirir. “Giyotin” son yılların çıkış şiiridir Hüseyin Cevahir’e göre.

 

Bir ölüm gününü kemiriyor benim göğsüm de

Elimin ve pazularımın sağlam giyotini

Sedef bir hayalet oldu

Geceyi korkutuyor

Ve sevincin ilk bildirisini dağıtıyor ülkede

 

70’li yıllar için “büyük acılar, büyük şiirler, büyük şarkılar, büyük yaşamlar” demek mümkün. Çeyrek yüzyıllık yaşama, yüzyıllık bir ömür doldurdular. Şiirin en hasını hem yazdılar hem de yaşadılar. Devrimi ve insanları birlikte sevdiler. Severken dünyayı tanıdılar. Dünyanın her yerinden haberdar oldular. Sevgi onların içindeki manifestoydu. Bu tümü için de geçerliydi. Hüseyin Cevahir sadece bunu daha lirik bir şekilde yaşıyor ve anlatıyordu. “Eğer seviyorsam insanları bende bitmez tükenmez bir sevgi kaynağının oluşundandır.”[8]Aşkla sana, aşkla size...


[1] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Metis, 2005.

[2] Hüseyin Solgun, Cevahir, Ayrıntı, 2020.

[3] Asım Bezirci, Nâzım Hikmet ve Seçme Şiirler, A Yayınları, 1975.

[4] Arkadaş Z. Özger, Sevdadır, Mayıs, 1984.

[5] Hüseyin Cevahir, “Çocuk ve Allah’ta Simgeler, Görüntüler, Çelişmeler”, Notos Öykü, Sayı 23, 2010.

[6] Fazıl Hüsnü Dağlarca, Dört Kanatlı Kuş, Özgür, 1985.

[7] Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, Can, 1986.

[8] Hüseyin Solgun, Cevahir, Ayrıntı, 2020.