Sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var.
Charles Baudelaire, Can Sıkıntısı
‘‘Belleğin imgeleri bir kez dile vurulup sözlerle sabitleşti mi silinip gider,’’ dedi Polo.
Italio Calvino, Görünmez Kentler
Psikanaliz şimdinin hükümranlığında başlar. Öyle ya da böyle eskide ortaya çıkar. İnsanın umabileceği gibi bu eski düz bir çizgide meydana gelmez. İnsan eskiye düşer, zaten düşmekten başka bir seçenek de yoktur. Yeni’nin imkânlarıyla eskiye inilmez. Eski eskisi gibi kendini bulmalıdır. Eski olan yenide kendine hayat bulmak için hep bir beklemededir. Bu doğmamış olan, Lacan’ın (2013) vurgusuyla bir takılmada, azapta, askıdadır. Freud başta engel olarak gördüğü bu durumu daha sonra çalışmasının olmazsa olmazı olarak görecektir. Bu da bizi psikanalizde bir şeyi hatırlayarak unutmanın o en eski metaforuna götürecektir. Freud hep hatırlamadan bahsedecektir, ama unutuş dolaylı olarak yerini alacaktır. Patoloji bir anlamda bazı hatırlamalara güçlü bir tutunmadan da beslenir. Bu tutunma özünde güçlü bir hatırlamadan çok belli anılara odaklanmış bir aşırı duyarlılıktan kendi bakışını kurtaramamaktan da gelir. Böyle olduğu için bu tutunmalar gerçekliği değerlendirme yetisini sağlamlaştırmaz, aksine zayıflatırlar. Çünkü dünyayı görmenin birer filtrelerine dönüşürler. Korktuğumuzda dünyayı korkumuzun içinden görürüz. Ayrıca Freud’un ortaya çıkardığı hatırlama da tuhaf bir hatırlama olacaktı. Bu hatırlama eylem olarak somutlamış bir hatırlama olacaktı. Bir tür şifreli bir canlandırma olan bu hatırlama günümüzün bilinç çalışmalarındaki Zombi figürünü önceden tahmin etmiş bir öngörüdür. Başka bir deyişle zombi figürü bilinçdışının keşfiyle ortaya çıkmıştır. Bilinçdışının tanımlarından biri de kendinden habersiz yaşayan bilgi değil mi?
Unutuşun bereketini tadamayan insanın çaresi son bir defa daha hatırlamak olacaktır. Zihinde yapılaştıkları için birer zorunlu dünya görüşüne dönüşmüş bu semptomlar içlerinde askıda olan hikaye sözcüklerine kavuştuğunda öyle ya da böyle tarihin o muazzam oluşunda unutulup gideceklerdi. Tek yapılması gereken o katılıkları bir şekilde akışkan bir hale getirmekti. Marx’ın o ünlü ‘katı olan her şey buharlaşıyor’ sözü, söz konusu semptom olunca tam tersi bir yerden çıkıyordu. Semptom bir türlü buharlaşmıyordu. Üstüne üstlük semptom da bu oluşun içinde giderek değişiyordu. Hem somatik işaretleriyle değişiyordu hem de ruhsal anlamı bağlamında da değişiyordu, yani semptom da evrimden nasibini alıyordu. Ayrıca semptomun somatik işaretleyicisi değişmekte daha dirençliyse de ruhsal anlamı için bu geçerli değildi. Semptomun ruhsal birleşenleri çok daha esnekti, hem çok hızlı değişiyorlardı, hem de bu Freud’un baştan beri zaten ruhsal olanda gördüğü bu değişim potansiyeline sahip olan onlardı. O yüzden bir semptom bugün bir anlama başka gün başka bir anlama gelebilirdi. Dine bakışı belli olan Freud yeni şarabın eski tuluma doldurulmayacağını söyleyen Matta İncili'ne gönderme yaparak, tam da söz konusu semptom olunca yeni şarabın eski tuluma çok da güzel doldurulacağını söyleyecekti (1905, s.41). Freud, semptomların çoklu anlamlara sahip olduğunu bir yorumla değil bin yorumla çözülebileceğini göstermişti. Şimdi de semptomların arda arda başka anlamlara gelebileceğini göstermişti. Semptomun somatik işaretleyicisi bir atsa ona her seferinde binen ruhsal jokerler de habire değişecekti. Hatta bununla kalmayacak bazen de joker sabit kalacak bu sefer de atlar habire değişecekti.
Freud semptomu asıl çalışma amacı olarak görmezse de yine de semptomun bu direnci kafasını hep meşgul ediyordu. Belki de tek meşguliyeti buydu. Ölüm dürtüsü için ilk başlarda kendisinin de buna inanmadığını, ama zamanla bundan başka bir şey düşünemez hale geldiğini söyleyecekti. İnsanlar acı çektikleri halde içine sıkıştıkları o semptomlarının onları tüketmesini izliyorlardı. Semptom kendini tüketen bir tutku muydu, yoksa içine hapsolunan bir hapishane miydi? Freud bir yerden başlayacaktır. Hatırlamanın yanında saf alacak, onu temel ortağı olarak seçecektir, ama ilk zamanlarda bu baştan çıkarılma teorisinden kısmen geri adım atmasını sağlayan şey de ortağına duyduğu güvenin azalması olacaktır. Hafıza o yanılmaz ufkunu kaybedecek ancak ve ancak çeşitli sağlamalar ve ortaya çıkardığı sonraki malzemelere göre güvenli bulunacaktı. Daha sonraki bilimsel hafıza çalışmalarının da ilk gösterecekleri şey bu olacaktı. Hafızamız bizi yanıltabilir, çünkü canlıdır.
Unutamamak bir şekilde kabızlıkla anılacak, unutulup gitmeyen de sindirilemeyen olarak yerini koruyacaktır. Bir kere ortaya çıkan şey bir daha kaybolmayacak, başka formlarda varlığını korumaya devam edecektir. Eski olan yeni olanın bastırılmış bilinçdışında var olabildiği gibi, yanında bir de yeni olanın bilincinde boşluklar yaratacaktır. Yeni olanın hafızasının bazı kısımları boş olacak, bu ‘‘hiç-şey’’ bir bağ kurmaya ve bütünlüğe ulaşmaya engel olarak orada duracaktır. Unutma için çıkılan hatırlama da her zaman kolay yerlere varmayacaktı. Freud’un çoğu zaman ilkel bir uygarlık gördüğü yerde, yine Freud’un deyimiyle ‘insanın yüreğine çöken ve tam manasıyla ehlileştirememiş kötü iblisler’e (1905, s.99) belki de her zaman daha yakın olmuş, aynı zamanda birinci dünya savaşına da katılmış olan Bion ilkel bir felaket görecektir (1967, s. 127). Tarih her zaman bir uygarlıktan diğerine, bir dönemden bir diğerine değil, bazen de bir felaketten diğer felakete şeklinde gerçekleşiyordu. Kişisel tarihler de bundan muaf değillerdi.
Geçmişte olan/olmayan şimdi kendimi içinde bulduğum bir negatife dönüşecek, zihnim bir miraja sarmış bir halde ikide bir oraya gidecek, artık o zaman orada olduğum o gerçeklik sonsuza kadar kaybolduğu için de, şimdimin geçmişinde onu arıyor bir halde bulacağım kendimi. Şimdimin geçmişinde bulamayacağım tek şeyin geçmişimin şimdisi olduğunu da unutacağım. Psikanaliz temel kuralı olan serbest çağrışımla tam teşekküllü bir halde işlemeye başladığında hasta kendisini saran bir hale içinde giderek rüya benzeri bir âleme girer. Bu büyük esneme hareketi için Bion ‘Rüyaların Yorumu’na eşlik edecek bir de ‘Olguların Yorumu’ adlı bir kitabın yazılmasının önemini dile getirir (Bion, 1980, s.28). Böylece iki taraflı bir trafiğin işleyebileceğini ekler. Gıyabında varlıklarıyla etrafta olan, sebep gerekçeyi felsefenin tam da imkânsızlaştırdığı biçimde görünür yapan, bütün bu çağrışımlar dizisi her şeyden önce bir oluşta çözülmelidirler.
Psikanaliz sanki önce bir çözülmeye götürecek daha sonra gözlemlemeye ve bağlantı aramaya geçecektir. Freud’un arada bir libido ile benzerlik kurduğu nehir metaforu da, libidonun hayal kırıklıkları sonucu eski mecralar yönünde geri dönüşünün benzerliğini sağlayacaktır (1905, s.38). Freud’a göre önü bentlerle kapatılan su nehir yatağında eskiden terk ettiği o yolaklarına geri akacaktır. Freud burada da bir harekette birden fazla şey yapar. Öncelikle libidonun bir birleşmeden ortaya çıktığını söylemiş olur, çünkü terk edilen o eski yolaklar ana nehir sayesinde artık kullanılamaz olmuşlardır. Bu da şu demektir libido özünde bağlanmaya birleşmeye meyil eder. İkinci olarak bu birleşik libidonun bir engelle karşılaşması durumunda çözüleceğini ima eder. Böyle ancak çözülerek parçalanacak o eski belki parçalı yolaklardan yolunu bulmaya çalışacaktır. Freud Heraklitos’a katılacaktır. Ona göre aynı nehirde iki defa yüzemeyeceğiz. Herkesin her yaşantı anı için bir defalık şansı olacaktır. Gıyabında bir şey bir daha asla yaşanmayacaktır. O yüzden Lacan da buradan güvenli bir destek alarak psikanalizde ‘yeniden yapılandırma’ diye bir şeyin emaresi dahi yoktur diyecektir (Lacan, 2013, s. 56).
Yine de psikanaliz bu noktada bizi umutsuz bırakmayacaktır. Freud en azından nevrotik acının gündelik sıradan acıya dönüşmesini mümkün görüyordu. Bu da eski yaraların dönüşümden geçebileceğini ama hayatın kendisinin ve yeni gelecek acıların etkisine her zaman açık olacağımızın imasını taşır. O yüzden bizde olanı bir tür işlemeden geçirerek onu başka bir şey yapabiliriz. Geçmiş, hüznümüzü onunla yaşanacak derecede dönüştürebilir, hayal kırıklıklarımıza taşıyabileceğimiz bir his verebiliriz. Proust’un zamanı yakalaması tam da bu negatifin işlenmesinin sonucunda çıktığımız zamandır. Bu zaman işte yakalanan zamandır. Yakalanan zaman da hatırlayarak unutmaktır. Fakat bunun için Proust’un çıktığı o uzun hatırlayışı da başarmak lazım. Hatırlamadan unutuşa eremeyiz. Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı (2018) filminde baba karakteri şöyle diyecektir: ‘Unutuşun bile bir cazibesi var. İnsan biraz da zamanın içinde süzülmeli, iyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizleşmeli ve silinip gitmeli." Hatırlamadan, işlenmeden olan bir unutmaya Freud (2018a) da sıcak bakmaz gibidir, çünkü ona göre unutma bellek izinde bir silinme değildir, bir kere kurulan bir daha asla tamamen yok olmaz (s.29). O yüzden bastırarak, kaçarak, bölerek, yıkarak bir unutma mümkün değilse, nasıl bir unutma mümkündür? Bu unutma işte hatırlamanın unutmasıdır. Gerçek bir unutma en yüksek seviyeye çıkarılmış hatırlamadır. En yüksek seviyedeki hatırlama ise onu yaşamadır. Hegel sanki bu azapta, askıda olan, tam olarak ortaya çıkıp yaşamına kavuşamadığı için bir türlü ölmeyen kötü sonsuzdan bir çıkış olarak şöyle yazar: ‘‘Tamamlanan edimde kötü sonsuzluk yok olur.’’(2015, s. 132).
Peki, bizi burada bu hatırlama yolculuğuna çıkmakta tutan nedir? Yaşanmamış geleceklerimizi Calvino’nun dediği gibi ‘‘geçmişimizin kuru dalları’’ yapan şey nedir? Andree Green Yazı ve Ölüm’de (2018) kendisi ile yapılan röportajlarda Antik Yunanlılar’da yolculuğa değinir. Antik Yunanlılar uzun yolculuğa çıktıkları için onlarda oluşan ‘‘geri dönememe korkusundan’’ bahseder. Belki bizi de tutan şey bu gidip geri dönememe korkusudur. Bu da biz insanoğlunun geçmişe gidiş ile geçmişten dönüşü aynı şey sanmamızdan kaynaklanır, halbuki geri dönüşümüz hep gelecektendir.
Kaynakça
Atakan, Z. Ö. (Yapımcı), Ceylan, N. B. (Yönetmen). (2018) Ahlat Ağacı [Film]. Türkiye.
Bion, W. R. (2017). Tereddütlü Düşünceler. (N. Güngörmüş Erdem, Çev. ). İstanbul: Metis. (Özgün eser 1967 tarihlidir).
Bion, W. R. (1980). Bion in New York and Sao Paulo: and Three Tavistock Seminars. The Harris Meltzer Trust. Great Britain.
Calvino, I. (2019). Görünmez Kentler. ( I. Saatçıoğlu, Çev.). İstanbul: YKY. (Özgün eser 1993 tarihlidir).
Freud, S. (2018a). Uygarlığın Huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis. (Özgün eser 1930 tarihlidir).
Freud, S. (2018b). Dora; Bir Histeri Vakasının Analizinden Parçalar. (Çev. Ş. Öztürk). Türkiye İş Bankası. (Özgün eser 1905 tarihlidir).
Green, A. (2018). Yazı ve Ölüm Bir Psikanalistin Edebiyat Yolculuğu: Proust, Shakespeare, Condrad, Borges…, Söy. D. Edde, Çev. N. Demiryontan, Metis, İstanbul.
Hegel, G. W. F. (2015). Tinin Görüngübilimi. (A. Yardımlı, Çev.). İdea Yayınevi. (Özgün eser 1807 tarihlidir).
Lacan, J. (2013). Psikanalizin Dört Temel Kavramı. (N. Güngörmüş Erdem, Çev.). İstanbul: Metis. (Özgün eser 1964 tarihlidir).