Ontolojik Bir Güven Problemi Olarak Kemal Kılıçdaroğlu’na Bakmak

Kemal Kılıçdaroğlu hakkında yazmak fuzuli geliyor. Yazmamaksa insanın içini kemiriyor. Öyle ya bence onca yıl ana muhalefet lideriyken bile bu kadar gündem olmadığı düşünülünce kim bilir belki tüm olanlara kendisi de şaşkındır.

Kendimi yazmak için şöyle ikna ediyorum: “Konu artık kendisini aşmış durumda, yani mevzu Kılıçdaroğlu’ndan derin.” Hakkını yemeyelim yazmak konusunda Kılıçdaroğlu’nun da katkısı/tahriki/teşviki büyük.

Son kertede yaptıklarını, söylediklerini anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, bununla beraber yaptıkların, söyledikleri, muhatap aldıkları karşısında dertlenen büyük bir kitle var. Yalan yok ben de anlamaya, anlamlandırmaya çalışanlardan birisiyim.

Fatmagül Berktay hoca bugün (29 Kasım 2025) Kılıçdaroğlu’nun Sabah’ı aydınlatan demeçlerine istinaden şöyle bir tweet atmıştı: “Artık şaşırmıyorum. Bir zamanlar şaşırmış olduğum için de kendime hayret ediyorum…” Bu satırlar benim için de çok tanıdık bir duygunun ifadesi, hatta iyi de bir tercümesiydi.

Hoca devamındaysa “inanmak isteği insanı gerçeğe karşı körleştiriyor maalesef” diyordu.

Bu cümleyi okuyunca şunu düşündüm: Sahi aşk da öyle değil mi?

Aşkın Körlüğü mü?

Örneğin aşkın “gözü kör” olduğu söylenirken aslında kastedilen, aşkın algıyı bozması değil, algıyı seçici hâle getirmesiydi. Hattı zatında aşık olan kişi, karşısındakini tüm özellikleriyle değil, kendi arzusunun ve ihtiyacının merceğinden görür. Bu idealizasyonun nedeni ise, karşıdakiyle değil, çoğu zaman insanın ilişkiye bir eksiklik duygusuyla/duygusundan kaynaklı girmesidir. İnsan kendinde bir eksikle aşık olur. Zaten tam da bu nedenle aşık olunan kişi, gerçek niteliklerinden çok, kişinin kendi içsel boşluklarına göre biçimlendirdiği bir figürdür ya. Benliğinde tamamlanmamış, tatmin edilmemiş ya da görmek istemediği yanlarını ötekine yansıtarak esasında kendisiyle bir bütünlük duygusu kurmaya çalışır.

Zaten aşka da bu yüzden bir yansıtma mekanizması denilir. Lacan’ın ifadesiyle, “aşık olan, eksikliğini karşıdakine yazandır.” Dolayısıyla aşk bitince “gerçek yüzün görülmesi”, bir aydınlanmadan çok, bu yansıtmanın geri çekilmesi olarak anlaşılabilir. İlişkinin başında büyütülen özellikler sıradanlaşır, görmezden gelinen kusurlar görünür hâle gelir. Fakat bu, aşkın saf bir yanılsama olduğu anlamına da gelmez. Aşkın körlüğü aynı zamanda insanı yaratıcılığa, risk almaya ve bağlılığa götüren bir itkidir; yani eksiltici olduğu kadar kurucudur. Ancak tekrar edelim söz konusu kuruculuk karşıdakinin meziyetine değil, kişinin kendisine içkindir.

Bu bakımdan meseleyi “aşk varken kör, bitince gören” ikiliğine indirmek hatalıdır. İnsan başta ötekini kendi arzusunun imgesine göre idealize etmiş; süreç ilerledikçe ise ideal ile gerçek arasındaki mesafeyi fark eder hale gelmiştir. Kimi ilişkiler bu mesafeyle yaşayabilir, kimileri o mesafeyi kaldıramadığı için çöker. Bu bakımdan aydınlığa çıkmak isteyenler için Kılıçdaroğlu’yla mesafe bir hayli açılmış gözüküyor. Öyle ki bir taraf karanlıkta kalmasına, karanlığa direnmesine; Kılıçdaroğlu ise arınmış bir aydınlanma içinde olduğunu iddia etmesine rağmen belli ki aynı sabahta buluşma şansı artık söz konusu değil. Peki, bu yitirilmiş bir şans mı? Bilakis dün Özgür Özel’in söylediği gibi belki de başka türlü, gecikmiş bir arınmadır.

Öte yandan şunun da şerhini düşmek gerekir: Aşkın körlüğü bir hata değil, ilişkinin kurucu aşamasında işlev gören bir yanılsama ise bu yanılsama başta da ifade ettiğimiz üzere muhalefetin kendinde gördüğü eksikten, boşluktan kaynaklanmaktadır. Nitekim Türkiye siyaseti uzun yıllar lider merkezli bir anlayışla sarıp sarmalandı. Kurtarıcı mesih paradoksu sıklıkla ve dört elle sarılacak bir umut haline geldi. Oysa boşluğa dair tespit yanlıştır. Boşluğun nedeni lidersizlik değil, her bir kimsenin homo politicus olması gereken ama bundan alıkonulduğu öznelik halinin yoksunluğudur.

Şerhi de düştüğümüze göre devam edelim. Bu durumu şayet bir aşk olarak ifade edeceksek, aşk sona erdiğinde ortaya çıkan “gerçek yüz” aslında yalnızca bir idealizasyonun dağılması halidir.

Peki ama geçen yıllar, alınan yenilgiler, verilen basiretsiz kararlar ortadayken, bu güdümlü muhalefet halinde idealize etmeye değer bir şey var mıydı? Yoksa bu nasıl aşk olabilirki?  

Hayırsız Evlat mı?

“Belki de muhalefetin Kılıçdaroğlu’yla kurduğu hayırsız evlat ilişkisi türünden bir ilişkidir?”

“Sürekli hata yapan, kaybeden, kaybettiren bir evlat düşünün. Ne yaparsa yapsın seni yeniden yaralayan; üstelik senin isteklerini karşılamayacağını en baştan bildiğin biri. Buna rağmen onu savunuyor, gerekçelendiriyor, bağını koparamıyorsun. Nitekim böyle insanları gördükçe şöyle bir tartışmaya girerim kendimle genelde: “İnsan bunu yalnızca koltuk hırsından yapar mı? Yapar da böyle bir zamanda, böyle bir konuda yapar mı? Bunu yapan yıllarca o koltukta oturmuş ve bu tutumu bilinmemiş mi, bildirilmemiş mi?

Halbuki insan hayırsız evlatsa da kendisine şöyle diyor: Kaseti mi var acaba? Kaseti var, vardır! Belki de kendisiyle, ailesiyle ilgili bir koz vardır, kesin öyledir… Yoksa bu kadar da olur mu? Sonuçta insan kamusal bir varlık, diğer türlü nasıl çıkacak insan içine?

Bu duruma düşme ihtimali empati kurarken dahi o kadar felaket ki bir süre sonra kişinin karşıdakine yönelik kendi kendine sunduğu meşrulaştırma, haklılaştırma gerekçeleri ilkin bir telkin, sonrasında temenni halini alıyor. Geldiği noktada insan şu ikileme düşüyor: “Bir ayıbı olduğu için mi yapsa daha iyi, kendisi ayıp etmekten çekinmediği için mi?”

Aslında bu düşüncenin alt metni ise şu: Başka ne tür bir insan ülkede bunca haksızlık, bunca hainlik, bunca yokluk, yoksulluk varken, insanların canı boğazındayken bunu yapar ki?

Gelen bu bilinç halindeyse asıl soru şudur: “Sahi bunlara rağmen ve bunlar yaşanırken tüm bu hamleleri yapabilmek için nasıl birisi olmak gerekir?”

Yoksa yoksa hayırsız mı bu evlat?

İşte bu soru hayırsız evlatla ilişkinin denklemi de çözüyor.

Hayırsız evlatla aradaki ilişki hiçbir zaman özgür bir seçimle kurulmamıştır. Kurulmadığı gibi yıllarca da bir mahkûmiyet duygusunun içinden sürdürülmüştür. Dolayısıyla söz konusu ilişki bir bağ değil, bir alternatifsizlik etiği hâline gelmiş ve gerçekte içinde bulunulan çaresizlik nedeniyle durumu sanki bir erdemmiş gibi taşınmaya başlanmıştır. Üstelik burada Nietzsche’nin sözünü ettiği “çileci kendini yüceltme gücü” bile yoktur; bunun yerine, “başka türlüsünü bilmemek”ten, kendini bir siyasal özne olarak görememekten kaynaklanan sessiz bir boyun eğiş vardır.”

Nitekim bu ilişki türünde de söz konusu “sevgi” karşıdakinin değerinden değil, kişinin kendi içindeki çaresizlikten kaynaklıdır: Bir alternatif olmadığında, göremediğinde mevcut olan kutsallaşmış; kırgınlıkların istiflenmiş ağırlığı bile bir süre sonra tanıdık bir nesneye dönüştürülmüştür. Kırılganlıklar mecburen rafa kaldırılmış ya da yol onları da taşıyarak beraber yürünmüştür.

O halde “bu kadar kırgınlık, bu kadar hata, bu kadar kaybedilen seçim, basiretsiz muhalefet anlayışı karşısında Kılıçdaroğlu şunu göz ardı etmektedir: CHP’nin aldığı oyların bir kısmı HDP’den, ordan burdan emanet değildir. Bizatihi CHP’nin devletçi parti yapısına rağmen emaneten verilmiştir. Daha açık söylemek gerekirse söz konusu mahkûmiyet nedeniyle oyların bir kısmı Kılıçdaroğlu’nun muhalefet anlayışına, yetersizliğine rağmen verilmiştir Kendisi gittiği halde CHP’nin oyları düşmemiş, yükselmiş olmasının de nedeni budur. Hatta CHP’nin yıllarca %25 oya mahkûmiyeti düşünüldüğünde belki de oylar Kılıçdaroğlu’na emanet dahi edilmemiştir.

Tüm bunlardan hareketle peki evlat hayırsızsa, kaybettirense kendini ortadan kaldırmak pahasına onunla ilişkisi var etmeye değer mi?

Bunlarla yüzleşince büyük bir hayıflanma geliyor. Ardından hayıflanma yerini derin bir öfkeye bırakıyor. Öyle ki hayırsız evlada karşı öfke, “evlat olsa sevilmez” mertebesine/bilincine erişiyor.

Ama yine de bu betimlemede de içime tam sinmeyen bir şey var. Hayırsız evlat metaforu da doğru değil belli ki. O halde aradaki ilişkiyi daha doğrusu tanıklık ettiğimiz bu süreci anlama çabamızı nasıl nitelendirmek gerekir?

Sanırım doğru cevap kendimiz gibi zannetmek.

Radikal Yabancı

Bir kişiyi kendin gibi sanmak, öznenin kendi zihinsel düzenini ötekine taşırarak kurduğu epistemik bir taşkınlık hâli sonuçta. Kendi duyarlığımızıı, kendi etik ölçülerimizi, “insan olmanın doğal sonucu” gibi varsayıyor ve ötekini bu varsayımın içine yerleştiriyoruz. Bir diğer ifadeyle karşıdakini, kendi dünyasıyla değil, kendi kategorilerimizle anlamaya çalışıyoruz.

Oysa karşıdaki bir öteki.

Dolayısıyla yaşadığımız aydınlanma aşktan, evlattan farklı. Bu aydınlanmanın daha sert bir formu: Ötekinin yalnızca senin gibi olmadığını değil, “insan olmak”tan evrensel olarak türediğini sandığın değerlere bile sahip olmadığını gördüğün an. İşte burada yaşanan şey epistemik bir çözülme değil, ahlâki bir çöküş deneyimidir. Çünkü senin evrensel sandığın etik altyapı -vicdan, empati, tutarlılık, eşitlik, adalet hissi- karşıdakinde hiçbir yankı bulmamaktadır. Öteki artık yanlış anladığın biri değildir; doğru anladığında bile seni ürküten biridir. Bu durumda öteki, sadece başka bir özne değil, Arendt’in tanımladığı türden bir radikal yabancıdır: Senin dünyanda “etik” dediğin şey, onun dünyasında kategori dışıdır.

Bunu fark etmek, bir yabancıyla değil, başka-türlü-bir-varlık ile karşılaşmadır. Öteki senin ölçeğinle ölçülmez, değerlerinle değerlendirilemez, hatta değer dediğin şeyi tanımayan bir düzlemde var olur. Dahası bir farklılıkla karşılaşmak değil, bir insanilik boşluğuna bakmaktır. Bu yüzden yaşanan aydınlanma bir kopuş değil, bir kuyunun dibine bakmak gibidir. Dehşet de tam buradan doğar: ötekinin kötü ya da yoksun oluşuna dair aydınlanma, klasik anlamıyla bir “yanılsamanın sonu” değil; etik normların evrenselliğine duyulan inancın çöküşüdür. Ve bu çöküş, hakikati ortaya çıkarmakla kalmaz; insanın insana duyduğu güvenin ontolojik temelini de yerinden eder.