- Sayın Bakırhan, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Lafı uzatmadan sormak istiyorum: Neler oluyor?
- Lafı uzatmadan söyleyeyim, Kürt sorunu üzerine yoğun tartışmaların olduğu bir dönemdeyiz. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün gerçekleşmesi için çabaların hızlandığı ve yoğunlaştığı bir süreçteyiz diyebiliriz.
Bizler zaten her zaman bunun mücadelesini verdik. Vermeye de devam ediyoruz. DEM Parti olarak en temel önceliğimiz sorunun demokratik ve barışçıl çözümü ile Türkiye’nin demokratikleşmesidir. Ancak unutulmamalıdır ki böylesi süreçler aynı zamanda mücadeleyi yükseltme dönemleridir. Belli bir temas ve diyalog var diye izleyici pozisyonunda olmamak gerekiyor. Tüm bu yaşanan gelişmeleri belirleyecek olan mücadelenin düzeyidir. Bu nedenle demokratların, solcuların, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçi sınıfının, aydınların, halkların, Alevilerin, kadınların, gençlerin demokrasi mücadelesini hep birlikte yükseltmesi gereken bir tarihsel aralıktayız. Bir başlangıç olacaksa bile bu bir bitiş değil, yeni bir dönemin/başlangıcın mücadelesi olacaktır.
- Devlet Bahçeli’nin çağrısından sonra Öcalan’a umut hakkı meselesi gündemin ana başlıklarından biri haline geldi, doğrusu Bahçeli de en çok bu hususu ön plana çıkardı. Böylece sanki Kürt meselesi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü meselesinden ibaretmiş gibi bir hava oluştu. Meselenin bundan ibaret olmadığını biliyoruz tabii ki ama yine de merak ediyoruz: Niye Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü öncelenerek bu hamle yapıldı?
- Öncelikle şunu ifade edeyim, Abdullah Öcalan’ın yaklaşık 26 yıllık İmralı mahpusluğunda hiçbir zaman böyle kişisel bir talebi olmamıştır. Bunu önceki diyalog ve müzakere sürecinden de görebilirsiniz. Yine bu tarihi sorun ve tartışmalar bağlamında, kendi fiziksel özgürlüğünü önceleyecek, bunun sözünü edecek bir lider olmadığını da gördük. Öcalan gibi tarihsel bir kişilikten onun ideolojik-politik hattını tanımamakla alakalıdır ya da kötü niyetli bir yaklaşımdır.
Umut hakkı meselesine gelince… Bu, kişiye özel bir durum değil. Umut hakkı salt Öcalan üzerinden tartışılmamalı. Evrensel hukukun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının ve çağdaş insan hakları hukukunun günümüzde geldiği standartlarla ilgili bir husus.
Tüm bunların ötesinde, meseleyi magazin haline getirmeden veya apolitik bir yere savrulmadan tartışmalıyız. Öcalan’ın fiziki özgürlüğü, salt kişisel bir mesele değildir. Daha ötesinde Kürt sorununun demokratik çözüm imkanlarını ve hızını artıracak bir etki yaratacaktır. Bu kapsamda Öcalan’ın fiziki özgürlüğü bir an önce sağlanmalıdır. Bir hücrede çalışmak, her şeyden izole olmakla barışı getirmek zordur. Bunun dünyada bir örneği yoktur.
Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü ile Abdullah Öcalan’ın fiziksel özgürlüğü birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu tartışmasız bir gerçektir. Bunun görülmesi ve kabul edilmesi elzemdir. Öcalan’ın tarihi rolünü oynayabileceği çalışma ve müzakere koşulları oluşturulmalıdır.
Her kim ki gerçekten Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünü istiyorsa, insanlık ve hukuk dışı bir uygulama olan tecridin kaldırılmasını talep etmelidir.
- Bir diğer tartışma Demirtaş’ın pozisyonuyla ilgili. Kürt siyaseti her fırsatta tekzip etse de Demirtaş, Kandil ve Öcalan arasında çeşitli ihtilafların olduğu iddia ediliyor. Hakikaten de Demirtaş’la diğer aktörler arasında hiçbir sorunun olmadığı söylenebilir mi?
- Kabul edersiniz ki Kürt hareketi çok kitlesel ve büyük bir hareket. Çeşitli yapılar, kurumlar, STK’lar, örgütlenmeler var. Kürt sorununun çözümü konusunda tüm bu yapılar kendi alanında çalışmasını yürütüyor. Her bir kurumun, yapının, örgütlenmenin amacı sorunun çözümüdür. Demokratik siyaset alanından insan hakları alanına, kültür-sanat alanından entelektüel alana kadar tüm alanlarda büyük bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi veriliyor.
Kuşkusuz bu muazzam mücadelede farklı özneler ve şahsiyetler de var. Ancak herkesin konumu, rolü ve sorumluluğu bellidir. Siyasi kumpas davalarıyla tutsak edilen Selahattin Demirtaş arkadaşımız da demokratik siyaset alanımızda büyük emekleri bulunan, partimizin eş-başkanlığını yapmış, toplumda karşılığı olan değerli bir yoldaşımızdır. Sevgili Demirtaş cezaevindeyken seçimlerde olsun, Kürt sorununun çözümünde ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda olsun birlikte çalıştık ve istişare ettik. Zaten aksi düşünülemez. Her birimiz aynı mücadelenin birer parçası ve işçisiyiz. Kendisi şu an yürüyen çalışmalarda da önemli katkılar vermeye devam etmektedir. Biliyorsunuz DEM Parti İmralı Heyeti kendisini cezaevinde ziyaret etti. Katkısını ve görüşünü aldı.
Dolayısıyla sözünü ettiğiniz türden bir ihtilaf olduğunu sürekli iddia edenler ne Kürt Hareketi'nin bu sözünü ettiğim yapısını ve işleyişini biliyorlar ne de iyi niyetliler. Hatırlarsanız zamanında “şahinler-güvercinler” türünden tuhaf ve yapay, kasıtlı ayrımlar yapılıyordu. Şimdi onu terk ettiler, bu kez bu türden tezvirata başvuruyorlar. Sonuçta bu tarz yapay ayrımların ne gerçeklikle bir ilişkisi vardır ne de fitne üretip politik sonuç doğurma ihtimali vardır. Kaldı ki Selahattin Demirtaş da bu tür iddialara defalarca yanıt vererek, nokta koymuştur.
- Yaşananlar sürekli olarak devlet aklıyla gerekçelendiriliyor ve İsrail tehdidi, bölgesel gelişmeler, küresel emperyalizm vb. bir dizi konjonktürel gerçekliğin Türk-Kürt ittifakını gerekli kıldığı iddia ediliyor. Farklı şekillerde de olsa hem Kürt siyasetinin hem de Bahçeli’nin benzer bir kavrayışa sahip olduğunu görüyoruz. Gelgelelim barış, konjonktürel gerekliliklerle tesis edilebilir mi? Meseleye tarihsel-siyasal bir perspektiften bakmak icap etmez mi? Öte yandan devlet aklı sorunlu bir kavram değil mi? Örneğin Tanıl Bora, her şey daha çok tazeyken yazdığı bir yazıda "Devlet Aklı’nın feraset kazanması veya yitik sayılan bir Devlet Aklı’nın geri dönmesi mi olmalı, özlenen? Aradığımız akıl; Akıl Sır Erdirilemez’in aklı değil, vatandaşların, insanların aklına güvenen akıldır - demokratik siyaset aklıdır," demişti. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Kürt sorunu stratejiktir. Taktiksel ve konjonktürel olarak asla ele alınamaz. Kürt-Türk ilişkisi de böyledir. Stratejik önemdedir. Bu stratejik önemi, güncel siyasi çıkarlara, seçim hesaplarına endekslemek sorunun çözümsüzlüğüne pencere açmaktır. Son günlerde sık sık duyduğumuz “Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için Kürt sorununun çözümü öncelendi” kaygısını anlıyoruz. Kürt sorununun demokratik çözümüyle Türkiye’de seçimlerin seyri arasında doğrudan bağ kurmuyoruz. Bizim açımızdan Kürt sorununun çözümü stratejik önemdedir. Kürt sorunu bir gün çözülecek sonlu bir mesele olarak önümüzde duruyor. Ama Türkiye’nin demokratikleşmesi süreçleri sonsuz bir mücadele azmi ve kararlılığı gerektirir. Dolayısıyla kim bu soruna taktiksel ve dar yaklaşırsa büyük kaybeder. Bunun birlikte, Kürt-Türk ilişkisinin ne şekilde biçimleneceği sorusunu acil bir şekilde gündemleştiren, yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılan ve hızlandıran gelişmeler de yaşanabilir. Bu da gayet doğaldır.
Devlet aklı dediğimiz şeye gelince... Türkiye’de devlet gerçekliği üzerine en çok kafa yoran, bizzat bu devletle en çok -hem de en şedit biçimleriyle- muhatap olan bizim siyasi geleneğimizdir, Türkiye devrimci hareketidir. Dolayısıyla devlet ve devlet aklına ilişkin ideolojik-politik yaklaşımımız güçlüdür. Türk devletinin tarihsel müktesebatı, travmaları, hedefleri, öncelikleri, korkuları, refleksleri vb. hakkında da yeterli birikim ve tecrübeye sahibiz. Bunların hangi düşünce biçimlerine ve reflekslere sebep olacağını da güçlü şekilde tahmin edebiliyoruz. Bu konuda mütevazı olmayacağız. Türk devletini iyi tanıyoruz.
Bu temelde ezbere bir biçimde slogan düzeyinde devlet analizi yapılamayacağını savunuyoruz. Devlet denilen olgu esasen iktidarın en yoğun halidir. Ve bir ilişkidir. Çeşitli güç odaklarının, sınıfların mücadele alanıdır. Türk devleti de böyledir. Dolayısıyla devlet nasıl yekpare bir yapı değilse atıfta bulunan devlet aklı da yekpare değildir. Biz devlet aklı derken kendinden menkul pür aklıselim sahibi bir zihniyete işaret etmiyoruz. Devlet aklı, devletin davranışlarındaki düstur ve onun hareket etme yasalarıdır. İçerisinde kanatlar, katmanlar, klikler, ekoller, gelenekler vb. bulunuyor.
Ancak tüm bunları aynı paydada buluşturan bir Türk devleti ethosunun varlığı da inkâr edilemez. Bizim atıfta bulunduğumuz “devlet aklı” budur. Bu akıl devletin bekası denen şeyi tartışmasız şekilde sahipleniyor. Ancak Kürt sorunu bağlamında kimi zaman “Şu Çılgın Türkler” edasıyla coşkun bir irrasyonaliteyle, kimi zaman da Kürt-Türk ilişkilerini rasyonel temelde ele alan bir yaklaşımla karakter kazanıyor. Bu gayet açıktır. Biz bu süreçte hâkim yaklaşımın, sevgili Tanıl Bora’nın bir yazısında belirttiği gibi, devlet aklı yerine demokratik siyaset aklı olması gerektiğini düşünüyoruz.
- Tam da bu bağlamda Kürt sorununu nasıl tarif ettiğinizi sormak istiyorum. Kürt siyaseti, tarihsel olarak bakıldığında, Marksist-Leninist UKKTH kavrayışından milliyetçi ve ayrılıkçı yaklaşımlara varana değin dinamik ve zengin bir teorik repertuara sahip. Gelgelelim sizin temsil ettiğiniz gelenek, 1993’ten itibaren ama özellikle de Öcalan’ın İmralı savunmalarını müteakiben ayrılıkçı olmayan teklifleri gündeme getirmeye başladı. Demokratik Ulus, Demokratik Konfederalizm vb. birçok kavram son yirmi beş yılın Kürt siyasetine damgasını vurdu. Bu bağlamda Sırrı Süreyya Önder’in geçenlerde verdiği bir röportajda "Öcalan Kürtlerin özgürlüğü kadar güvenliğini de öncelediği için böyle bir teori geliştirdi" şeklinde bir açıklaması olmuştu. Bu, aklıma yine yukarıdakine benzer bir soruyu getirdi: Bu ideolojik dönüşüm konjonktürel mi yoksa gerçekten yeni bir paradigma mı söz konusu?
- Lafı dolandırmaya gerek yok. Kürt sorunu esasen bir statü sorunudur. Kürtlerin nasıl bir politik sistemde ne şekilde yaşayacağı sorunudur. Sorunun özü budur. Kürt sorununun çözümü olarak tarif ettiğimiz çerçeve de Kürtlerin bir halk olmaktan kaynaklı haklara ve statüye sahip olmasıdır. Ancak bunun ne şekilde hayata geçirileceği sorusunun yanıtı ise zaman içerisinde farklı ağırlık noktaları kazanmıştır.
Örneğin Öcalan’ın 50 yıllık teorik-ideolojik müktesebatına baktığınızda “biçim değiştiren süreklilik” olarak ifade edilecek bir seyri görebilirsiniz. Hatta kendisinin bu noktada bir sözü var. Diyor ki “ilkelerde katı, pratikte esneğim.” Dolayısıyla bu çerçeveden bakıldığında sözünü ettiğiniz teorik ve kavramsal zenginliği ve dinamizmi anlayabiliriz. Reel sosyalizm deneyimleri koşullarında kurulup günümüze kadar varlığını sürdüren ve hedefinde ısrar eden devasa bir hareketten söz ediyoruz. Aksi takdirde bu sonuçla karşılaşamazdık. Dönemlerin, küresel gelişmelerin ruhuna göre konumlanma, doğru okuma ve politik esnekliği de buna göre kurma ile ancak var olunabilir. Buradaki gerçek de budur.
Bu sonuç, sorunuzun yanıtını da içeriyor. Söz konusu değişim konjonktürel değil paradigma düzeyinde. Geçici değil yapısal. Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki yoğunlaşmalarına baktığınızda bu çok net açığa çıkıyor. Katılırsınız veya katılmazsınız ama ortada “kapitalist modernite” olarak ifade edilen sistemin radikal devrimci bir yapıbozumu çabası var. İktidarla, uygarlık tarihiyle, pozitivizm ve bilimcilikle, sermaye birikimiyle, ataerkil sistemle, sömürüyle, kapitalist ahlakla, yok edici diyalektikle, insan-doğa ilişkileriyle, cinsiyet ilişkileriyle, tekelci ekonomiyle ve bizzat politikanın kendisiyle derin ve yoğun bir hesaplaşma söz konusu. Dahası “demokratik modernite” olarak ifade edilen bütünsel bir karşı sistem önerisiyle karşı karşıyayız. Yine klasik ulus-devlet anlayışı dışında; merkeziyetçi olmayan, yerel demokrasi ve doğrudan demokrasi ilkesini esas alan demokratik konfederalizm önerisiyle karşı karşıyayız. Tüm bunlar paradigma düzeyindeki bir dönüşüm demektir.
Örneğin UKKTH’den bahsettiniz... UKKTH’nin mutlak ve tartışmasız tek gerçekleşme biçimi ulus-devlet kurmak değil ki. Ancak çok uzun yıllar boyunca bir ulusun UKKTH temelinde mutlak hedefinin bir ulus-devlet kurmak olduğu kabullenilmişti. UKKTH, ulus-devlet kurmakla eşitlenmişti. Bir halkın özgürlüğünü sağlamasının tek politik formu ulus-devlet olamaz. Bizim için halen her ulusun, topluluğun kendi kaderini tayin hakkı bakidir. Ama bu hakkın sadece devlete indirgenemeyeceğini düşünüyoruz. Ulusu devletle özdeşleştiren yaklaşımları yanlış buluyoruz. Ulus-devlet ile bir halkın özgürlüğünün mutlak bir şekilde eşitlenmesi reel gerçeklikle uyuşmuyor. Özetle, Öcalan’ın altını çizdiği merkeziyetçi yapıların sömürü ve şiddeti beslediği gerçeğini, son elli yılda yaşanan birçok tarihsel mesele üzerinden de görmek mümkündür. Haliyle Kürt meselesi başta olmak üzere, özgürlük mücadelesi bağlamında, geleneksel ulus-devlet anlayışına yönelik radikal eleştirilerin bugün hakkıyla tartışılması gerektiği açıktır. Bu ideolojik-teorik açılım, Kürt hareketinin ve DEM Parti’nin paradigma düzeyindeki yapısal dönüşümünü anlamak için iyi bir örnektir.
- Bütün bu sürecin Erdoğan için -deyiş yerindeyse- icat edildiği iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz? Her şeyi Erdoğan’la açıklamanın bir çeşit kolaycılık olduğu muhakkak ama muhalefetin kaygılarında da hiç mi haklılık payı yok? Ayrıca CHP’nin de müdahil olmadığı bir demokratikleşme ve çözüm süreci -Kürt sorununun tarihsel arka planı da göz önünde bulundurulursa- ne kertede mümkün olabilir ki? Öte yandan adını nasıl koyarsak koyalım şimdi ilerleyen süreçle bundan önceki çözüm sürecini karşılaştırdığınızda destek, risk ve imkânları açısından ne gibi farklılıkların söz konusu olduğunu düşünüyorsunuz? Örneğin geçmişte kesin ve şedît karşı çıkışı söz konusuyken Bahçeli bugün tam aksine sürecin baş destekçisi, hatta deyiş yerindeyse öncüsü. Bunun artısını eksisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Siyaset, kimi zaman bazı şeylerin üst üste gelmesi, kesişmesi, yan yana gelmesi biçiminde şekil alabilir. Stratejik kaygı ve planlarla, kısa ve orta vadeli mikro ajandalar çakışabilir. Çok denklemli, çok özneli, çok değişkenli bir şey olan siyaset zaten böyledir.
Hal böyleyken Kürt sorunu üzerine yapılan tartışmaların, yürütülen çabaların böylesi bir nedene sıkıştırılması doğru değil. Ortadoğu’da yer yerinden oynarken, dünya kapitalist sisteminin arayışları hız kazanmışken, enerji ve ticaret hatları üzerinden muazzam bir küresel güç mücadelesi yaşanırken bu türden yaklaşımlar oldukça indirgemeci ve sığ kalıyor. 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı sonrası Ortadoğu’da neler olduğunu görmek gerekiyor. Ortadoğu’da siyasal öznelerin, ideolojilerin, yapıların, siyasal coğrafyanın radikal dönüşümü söz konusu. Bunun da ötesinde 3. Dünya Savaşı ihtimali açıktan açığa dillendiriliyor. Görebilene her şey ortada.
Diğer sorunuza gelecek olursam... Kürt sorunu sadece Kürtlerin sorunu değil. Kürt sorunu sadece DEM Parti’nin sorunu değil. Bu sorun bu ülkenin en büyük ve en önemli sorunu. Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşme standartlarının belirleyeni konumunda. Kürt sorunu yurttaşların gündelik hayatını etkiliyor. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümüne ilişkin tartışmalar herkesi, her kesimi, her partiyi doğrudan ilgilendiriyor. Bu nedenle sorunun çözümü tartışmalarına CHP’nin dahil olmasını önemsiyoruz. Şu ana kadar gösterdikleri tavrın da önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu süreçte Meclis’in çözüm zemini olarak öne çıkması da doğru ve anlamlıdır. Toplumun ezici çoğunluğunun temsil edildiği Meclis toplumsal destek için kritik pozisyonda. Bu durum Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü tartışmalarında pozitif bir duruma işaret ediyor. Yine aynı şekilde Bahçeli’nin inisiyatif geliştirmiş olması da bir başka pozitif gelişme. Kısaca parlamentonun ve sivil toplumun daha etkin rolü, şeffaflık ve toplumsal iletişimin bir önceki sürece göre daha da güçlenmesi gidişat açısından önemli farklardır.
- Sayın Bakırhan, bütün bu tartışmalar bir yana, son zamanlarda yaşanan gelişmeler karşısında hayrete düşmemek elde değil. Gelgelelim Devlet Bahçeli’nin çağrısının bir çeşit "katharsis", ya da bir başka deyişle toplumsal bir iyileşme yarattığını düşünüyorum. Peki siz el sıkışmayla başlayan bu sürecin nasıl bir psikolojik etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
- Kuşkusuz toplumun psikolojisine etkisi oldu. En sert Türk milliyetçiliğinin de Kürt sorunu konusunda bazı gerçekleri açıktan kabul etmiş olması toplumun bazı önyargılarını sarstı. Hep örnek veririz, Güney Afrika barış sürecinde De Klerk Apartheid Rejimi'nin en rijit savunucusuydu. Ancak gün geldi, Mandela ile barış sürecini yürüttü. Sürpriz gibi karşılansa da bu tür durumlar dünya deneyimlerinde yaşanıyor. Bir gün “terörist” denenler bir süre sonra ulusal kahraman haline gelebiliyor, ırkçı-faşistler de barış müzakerecisi olarak nitelenebiliyorlar. Yaşadığımız şeyin tam anlamıyla bir katharsis olduğunu söylemek için henüz erken. Ancak Bahçeli’nin bu süreçteki tavrı ve inisiyatifi önemli ve değerli.
Yeri gelmişken şunu da ifade edeyim. DEM Parti’nin karşı taraftaki eşleniği MHP değildir. Bu denklem yıllarca kurulmaya çalışıldı. Efendim işte DEM Parti ve onun öncülü konumundaki partiler Kürt milliyetçilerinin, MHP Türk milliyetçilerinin partisidir dendi. Böyle bir şey olabilir mi? Bu yaklaşım baştan aşağıya yanlış bir mantığa dayanmaktadır. Bizim muhatabımız tüm toplumdur ve dolayısıyla tüm siyasi partilerdir.
Kaldı ki, MHP Türk milliyetçisi bir partidir. Temsilcisi olduğumuz Kürt siyasetinin ve DEM Parti’nin milliyetçi yaklaşımı yok ve hiç olmadı. Statüsü olmayan, ezilen ve yok sayılan bir halkın en temel haklarını talep etmesi asla milliyetçilik değildir. Biz devrimci bir geleneği sahipleniyoruz.
- Geçtiğimiz aylarda yaptığınız bir açıklama oldukça ilgi gördü ve merak uyandırdı. Dediniz ki Öcalan, Marx’ın bitiremediği çalışmalar üzerine eğiliyor. Bunu biraz açar mısınız? Öcalan neyi kastetti?
- İnsanlığın düşünce tarihinde büyük bir kırılma yaratmış Marx’ın pek çok alanda çalışması var. Kendisi toplumsal gerçekliğe ilişkin her şey üzerine kafa yormuş büyük bir düşünür. Bugünden baktığımızda mevcut disipliner ayrımları tarumar eden bir ilgi ve yoğunlaşma alanına sahip. Ancak maalesef Marx ekonomiye sıkıştırılmak isteniyor. Ve ne yazık ki bunda da başarılı olunmuş görünüyor.
Biliyorsunuz kendisinin daha büyük bir eser yazma planı vardı. Bunu da birkaç mektubunda söylemişti. Örneğin Ferdinand Lassalle’a gönderdiği bir mektupta bu büyük eserini yazma planından söz ediyor. Diyor ki ben altı bölümden oluşan bir çalışma planlıyorum. Bu bölümler de sermaye (kapital), toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, uluslararası ticaret ve dünya piyasası olacak diyor. Ancak insan ömrü sınırlı olduğu için sadece sermaye bölümünün ilk cildini hayattayken yayınlayabiliyor. Diğerleri kalıyor. Buradan anlıyoruz ki Marx bütünsel bir sistem eleştirisine girişmiş ve pek çok hususu yazmak istemiş. Mesela devlet hakkında yazacağım demiş.
Öcalan da az önce de sözünü ettiğim gibi kapitalist modernite olarak ifade ettiği sisteme karşı, karşı-sistemle yani “demokratik modernite” ile yanıt veriyor. Kendisi İmralı’da DEM Parti heyeti ile yapmış olduğu görüşmede Marx’ın bu durumundan söz ederek karşı-sistem teorisini derinleştireceğini ve genişleteceğini söylemiş. Bütünsel bir sistem analizine girişen Marx’ın ömrü vefa etmediğinden yazamadığı hususları, bölümleri yazmak istiyor. Kastettiği şey bu.