Türkiye’de bugün en acil sorun ne? Ekonomik kriz mi? Hukukun askıya alınması mı? Baskıcı yönetim mi? Hepsi hayatlarımızı derinden etkiliyor. Ama eğer birini diğerlerinden daha acil görmem gerekse, meseleyi biraz daha temelden ele alır, bambaşka bir soruya yönelirdim: Farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz? Çünkü bugünkü kriz topyekun bir siyasal rejim krizi ve bu krizin kaynağı da, çıkış yolu da bu soruya verilen farklı yanıtlarda yatıyor.
Son on-on iki yılda, Türkiye’de siyaset giderek keskinleşen bir bölünmeye sürüklendi. Özellikle 2013’ten itibaren, iktidarın çizdiği siyasal çerçeve, toplumu iki kampa ayıran bir şablona dönüştü: ‘Yerli ve milli’ olanlar ve ‘gayri milli’ ilan edilen ötekiler. Bu ayrım yalnızca bir söylem meselesi değildi; bilinçli bir siyasi stratejiyle derinleştirildi, medya üzerinden beslendi ve devletin bütün aygıtlarıyla pekiştirildi. Böylece bir kutuplaşma siyaseti, sadece söylemde değil, günlük hayatlarımızda da belirleyici hale geldi.
Oysa Türkiye toplumu, düşünce, inanç, etnik kimlik, toplumsal cinsiyet ve sınıf farklarıyla, bu ‘iki parçalı, kutuplaşmış toplum’ çerçevesine sığdırılamayacak kadar geniş bir çeşitliliğe sahip. Sünniler, Aleviler, Türkler, Kürtler, liberaller, sosyalistler, politik İslamcılar, Kemalist laikçiler; erkekler ve kadınlar; heteronormatif cinsiyet yönelimine sahip bireyler ve LGBTQIA+ bireyler; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler; iş insanları, işçiler, işveren temsilcileri ve sendikacılar… Türkiye, bunların hepsini ve daha nicelerini içinde barındıran bir ülke.
Dahası mevcut rejimin Türkiye toplumuna dayatmaya çalıştığı iki parçalı kutuplaşmış Türkiye algısı, deyim yerindeyse tüm bu çeşitliliğin ‘üzerinde yüzüyor.’ Zira hem ’yerli ve milli‘ unsurlardan oluştuğu iddia edilen Cumhur İttifakı, hem de onun tarafından ötekileştirilen muhalif unsurlar bu çeşitliliği birebir yansıtan seçmen tabanlarına dayanıyorlar. Değişik oranlarda da olsa, her iki kampa da oy ya da destek veren Sünni, Alevi, Türk, liberal, sosyalist, İslamcı, Kemalist, erkek, kadın, Hıristiyan, Yahudi, iş insanı, işçi, işveren temsilcisi, sendikacı vs. seçmenler var. Belki bunun tek istisnası LGBTQIA+ bireyler olabilir, ama ondan bile çok emin değilim.
Peki, eğer bu siyasal blokların her ikisi de, Türkiye coğrafyasında gözlemlenen düşünsel, vicdani, etnik, sınıf ve toplumsal cinsiyet çeşitliliğinin tamamını o veya bu oranda kapsıyorsa, dolayısıyla bu farklılık eksenlerinden hiçbiri Türkiye siyasetine hakim olan “kutuplaşma” algısını açıklamaya yetmiyorsa iki kutup arasındaki ayrışma nereden kaynaklanıyor olabilir?
İşte ben diyorum ki, bu ayrışma “biz tüm bu farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz?” sorusuna verilen farklı yanıtlardan kaynaklanıyor.
Erdoğan AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana hep Türkiye siyasetinin bir çeşitlilik denizinin üzerinde yüzdüğünün farkındalığı ile hareket etti ve içinden geldiği politik İslamcı Milli Görüş geleneği dışındaki geleneklerden gelen politik aidiyetlere bir yüzüyle “kapsayıcı” bir yüzüyle de “dışlayıcı,” pragmatik bir yaklaşım benimsedi. Erdoğan’ın iktidar koltuğuna yerleşmeye, AKP’nin seçmen tabanını büyütmeye çalıştığı aşağı yukarı ilk 10-11 yılda, daha görünür olan bu ikili yaklaşımın “kapsayıcı” yüzüydü. Ama o yıllarda AKP iktidarına mecliste muhalefet eden CHP ile sokakta muhalefet etmeye çalışan sol hareketlerin bizzat deneyimlediği üzere, bu yaklaşımın “dışlayıcı’ yüzü de hiç uzakta değil, bir polis copu kadar yakındaydı. AKP iktidarı bir eliyle Türkiye coğrafyasında yaşayan tüm etnik, vicdani, düşünsel, toplumsal cinsiyet ve sınıf farklılıklarını içeri buyur ederken, bir eliyle de sokakta eylem yapan solcuları, grev yapan işçileri, hatta bu dönemin sonlarına doğru, Soma’da canlarını kaybetmiş madenci ailelerini dövmekten geri durmuyordu.
2013 yılındaki Gezi Eylemleri'nden itibaren ise, Erdoğan’ın odağı artık iyice yerleştiği iktidar koltuğu ile bu koltuğu borçlu olduğu seçmen çoğunluğunu muhafaza etmeye kaydı. 2016 yılındaki başarısız darbe girişiminin ardından “iktidarı muhafaza etme” kaygısı Erdoğan açısından daha da akut bir hal aldı. Dolayısıyla bu dönemde Erdoğan’ın politik aidiyet farklılıklarına yaklaşımının “kapsayıcı” yüzü silikleşti, dışlayıcı yüzü öne çıktı. Ancak 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerinde bir kez daha seçilmek için bir araya topladığı Cumhur İttifakı bileşenlerinin ve seçimlerden sonra muhalif partilerden yapmış olduğu belediye başkanı ve milletvekili transferlerinin çeşitliliği gösteriyor ki, Erdoğan politik aidiyet farklılıklarına geçmişte göstermiş olduğu pragmatik kapsayıcılığı tümüyle rafa kaldırmış da değil.
Velhasıl, bu arka planı düşündüğümde “farklılıklarımızla birlikte nasıl bir ve beraber oluruz” sorusunu, şu sıralar Erdoğan’a yöneltecek olsak, ondan şöyle bir yanıt alabileceğimizi tahayyül ediyorum:
Gel, ne olursan ol gel, kim olursan ol gel. Eskiden hangi partide siyaset yapmış, benim hakkımda ne söylemiş olursan ol gel. Beni ve benim iktidarımı sorgulamadığın, benim dost dediğime dost dediğin, düşman dediğime düşman dediğin sürece, kurmaya çalıştığım ‘yeni Türkiye’de bir makamın, bir işin, küçük ya da büyük bir yerin olur. İktidarın nimetlerinden o veya bu ölçüde yararlanırsın. Burada, aynı düşmana düşman diyen dostlar arasında, farklılıklarımızla bir ve beraber oluruz.
Ama hayır, beni ve benim iktidarımı sorgularsan, muhalefet edersen, kim olursan ol gözünün yaşına bakmam. Seni düşmanım olarak görür, elimdeki (sosyal) medya, polis, yargı sopalarıyla itibarsızlaştırır, ötekileştirir, tutuklatır, mahkum ettirir, hapse attırır, bana tehdit oluşturmadığına ikna olana kadar da orada tutarım. Hele ki Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını hiçbir bedel ödemek zorunda kalmadan hiçe sayabildiğim, Amerika’da Trump’un yeniden başkan seçildiği, Avrupa’da aşırı sağın Trump yönetiminden de aldığı destekle atak tazelediği bir dünyada, seni elimden kimse kurtaramaz. İtibarsızlaştırıldığın, ötekileştirildiğin, hapsedildiğinle kalırsın.
‘Farklılıklarımızla nasıl bir ve beraber oluruz’ sorusuna mevcut rejimin fiilen vermekte olduğu bu mealdeki yanıta bir isim arasak, herhalde Carl Schmitt’in “dost-düşman” ayrımına dayanan siyaset tanımına gönderme yapmamız gerekirdi. Gerçi, Alman sağının 20. yüzyıldaki bu en tartışmalı hukuk ve siyaset kuramcısı ‘yerli ve milli’ bir karakter değil ama, Türkiye’nin son 12 yıldır içinde debelendiği kutuplaşma kapanına nasıl bir politik hesapla kıstırıldığını en iyi o açıklardı, korkarım. Demokratik rekabet ve demokratik müzakerenin ancak aynı düşmana düşman diyen dostlar arasında gerçekleşebileceğini; dostlarla düşmanlar arasında rekabet, müzakere veya tartışma değil ancak bir varoluş mücadelesi yaşanabileceğini düşünen Schmitt’in hayranları arasında Beştepe’de danışmanlık yapanlar da var mıdır acaba? Bilemiyorum. Ama Erdoğan rejiminin istikrarını böyle bir “dostlaştır, dostlaştıramıyorsan düşmanlaştır” politikasına borçlu olduğunu söylemek için bunu bilmemize de gerek yok, aslında.
Peki farklılıklarımızla birlikte bir ve beraber olabilmemizin tek yolu bu mu? Güçlü bir lider bulup, onun düşman dediğine düşman diyenlerle dost olmaktan başka bir yolu, yordamı yok mu bu işin?
Teorik düzlemde var elbette. Adına “müzakereci”, veya benim daha çok sevdiğim tanımıyla “tartışmacı demokrasi” diyoruz bu çözümün. Tam olarak nedir bu diye soracak olursanız, eleştirel kuramın 20.yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden Jürgen Habermas’ı adres gösterebilirim size. Habermas demokrasinin yalnızca düzgün aralıklarla yapılan seçimlerde karar alıcıları —bizim durumumuzda karar alıcı tek adamı— seçmekten ibaret olmadığını, alınan kararların, aynı zamanda çeşit çeşit katılımcılar arasında diyalog ve rasyonel tartışma yoluyla meşruiyet kazanması gerektiğini de anlatıyor ve çoğulculuk, insan hakları, hukuk devleti, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi temel demokratik ilkeleri kavramsal bir tutarlılık içinde bir araya getiren bir demokrasi modeli sunuyor bize. Bu modelin fiilen askıya alınmış anayasamızda geçen adı ise “insan hak ve özgürlüklerine saygılı, demokratik, sosyal, hukuk devleti.”
Ama benim bu yazı dizisindeki başlıca amacım canımızı şimdi ve burada yakan acil bir politik sorunun yükünü politik teoriye veya anayasa hukukuna bindirip, geleceğe erteleyerek hafifletmek değil. Tam aksine Türkiye’nin bu teorik ve hukuki çözüme yakınsayan bir geleceğe ancak siyasal ve toplumsal muhalefetin “farklılıklarımızla birlikte nasıl bir ve beraber oluruz” sorusuna şimdi ve burada bir yanıt verebildiği ölçüde ulaşabileceğini düşünüyorum.
Toplumsal tabandaki çeşit çeşit inancın, düşüncenin, etnik kimliğin, cinsiyet yöneliminin ve sınıf aidiyetinin farklı farklı akıllarına ve/ya vicdanlarına, ayrı ayrı sinebilecek ortak bir politik yanıt, meşruiyetini bu yanıttan alan, tabandan yükselecek çok sesli, çok renkli ama “uyum içinde birlikte eyleyebilen” bir politik güç olmalı bu. Son günlerde sık sık duymaya başladığımız “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz” sloganını “Erdoğan karşıtlığına” yaslanan, dolayısıyla da onun kutuplaşma siyasetini tersten besleyen konjontürel bir çıkar ortaklaşması zeminin ötesine taşımayı ve bu sloganın içini yeni bir demokratik tahayyülle doldurmayı ancak böyle başarabilirmişiz gibi geliyor bana.
Peki siyasal muhalefet, farklı kimliklerin ve politik geleneklerin böylesi bir “örtüşen görüş birliğini” yansıtan, yeni bir politik tahayyül oluşturabilir mi? En başta da DEM ve CHP, böylesine kutuplaştırıcı bir düzlemde, tabandan yükselecek eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu, diyaloğa dayalı bir ortaklaşma siyasetinin taşıyıcılığını bu Türkiye’de yapabilir mi?
İşte sonraki yazılarımda bu soruların yanıtlarını Habermas’ın “tartışmacı demokrasi” modelini aklımın arkasında tutarak ve Arendt’in “politik güç” ile “şiddet” arasında yaptığı ayrım ile Rawls’ın “örtüşen görüş birliği” kavramına referansla, DEM ve CHP’nin Türkiye siyasetinin pratiğinde geliştirdiği stratejiler üzerinden arayacağım.