“İstanbul’u alan Türkiye’yi alır,” diyordu Erdoğan. CHP 2019’da İstanbul’u aldı almasına ama, 2023’te Türkiye’yi alamadı. Böylece Erdoğan’ın birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da yanılmış olduğunu ispatlayarak, bir muhalefet partisi olarak görevini başarıyla yerine getirdi.
Gelgelelim “Yeni” Türkiye’nin güçlü, karizmatik lideri Erdoğan yanılmaz, yanılamazdı. Onun yanılması, Türkiye’nin yanılması demekti. CHP Türkiye söz konusu olduğunda siyaset üstü sorumluluk almaktan kaçmayan bir partiydi. Nitekim 2024’teki yerel seçimlerden “Türkiye’nin birinci partisi” çıktı ve bir yıl gecikmeyle de olsa, Türkiye’yi Erdoğan’ın yanılmış olması utancından kurtardı.
Peki CHP’nin 2019 ve 2024’te yaptığı iki doğru, bir sonraki seçimlerde Türkiye’yi gerçekten de almasına, daha doğrusu Türkiye’nin fiilen askıya alınmış anayasasında yazan ifade ile “insan haklarına saygılı, demokratik, sosyal, hukuk devleti” niteliklerini kazanması için gerekli “politik gücü” oluşturmasına yetecek mi? Yoksa CHP’nin 2023’te yaptığı bir yanlış ile sürmesine izin verdiği tek adam rejimi, bu satırlar yazıldığı sırada, bilfiil yapmaya çalıştığı üzere, kontrolündeki “meşru şiddet araçlarıyla”, bu politik gücü daha doğmadan boğmayı becerebilecek mi? Yani, günün sonunda, CHP’nin 2023’te yaptığı bir yanlış, 2019 ve 2024 yaptığı iki doğruyu götürecek mi?
Bu yazı dizisinin önceki bölümlerini okuyan okuyucular “politik güç” derken aklımın arkasında Arendt olduğunu fark etmiştir, herhalde. “Meşru şiddet araçları” derken de, aklımın arkasında sosyoloji biliminin üç kurucusundan biri olarak bilinen Alman düşünür Max Weber’in “devlet” tanımı var — diğer iki kurucu ise Karl Marx ve Emile Durkheim. Ancak bu isimlerin “teorik” ağırlığı, bizim şu anda yanıtlamak zorunda olduğumuz “pratik” sorunun aciliyetini gölgelemesin: Bizim asıl meselemiz Arendt mi haklı çıkacak, Weber mi değil. Bizim yanıtlamamız gereken asıl soru Türkiye’yi çıktığı demokratikleşme rayına yeniden oturtabilecek çoğul bir politik gücün, devletin şiddet araçlarının pervasızca kullanılabildiği bir ortamda nasıl oluşturulabileceği ve ana muhalefet partisi olarak CHP başta olmak üzere, Türkiye’deki siyasi muhalefetin bu konuda ne yapabileceği.
Bu soruya etkili bir yanıt vermek için geçmişte neyi doğru, neyi yanlış yaptığımıza bakmamız, doğrularımızdan ders almamız, yanlışlarımızı ise yinelemekten kaçınmamız gerek. Bu dizinin ikinci ve üçüncü yazılarında yakın geçmişte yaptığımız iki doğruyu tartıştık: 2015 HDP deneyimi ve 2019 İstanbul seçimleri.
Her iki deneyim de bize dost-düşman ayırımına dayalı siyaset tarzının dayattığı kutuplaştırıcı siyaset zeminin dışında, toplumsal tabandaki düşünsel, vicdani, etnik, cinsiyet ve sınıf çeşitliliğine dayanan bir zeminde, kapsayıcı, kararlı, “liderlik taslamayan” ama “samimi” ve “güven verici” bir dille siyaset yapıldığında, bu çeşitliliğin demokrasi lehine bir politik güce dönüşebildiğini ve bu gücün gözle görülebilir, anketlerle ölçülebilir bir sonuç da doğurabildiğini gösterdi.
Bu yazıda ise 2023 yılında Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin neyi gözden kaçırdığına ve Ekrem İmamoğlu destekli Özgür Özel yönetiminin 2024’te bu yanlıştan nasıl döndüğüne odaklanacağız.
CHP’nin, daha doğrusu CHP’nin o dönemdeki lideri Kılıçdaroğlu’nun 2023 yılında yaşadığı ve kendisiyle birlikte tüm Türkiye’ye de yaşattığı hezimet en temelde, yanlış bir problemi çözmeyi çalışmasından kaynaklandı. Hakkını teslim etmek lazım: Kılıçdaroğlu çözmeye çalıştığı yanlış problemin doğru çözümünü de buldu ama problem yanlış olunca alınan sonuç da başarı olmadı.
Kılıçdaroğlu’nun çözüm aradığı yanlış problem şuydu: CHP’nin çıkaracağı cumhurbaşkanı adayı, 2023 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Erdoğan’a karşı nasıl seçim kazanır? Bu soruyu siyasi muhaliflerin devletin meşru şiddet araçları ve siyasi iktidarın kontrolündeki anaakım medya organları vasıtasıyla itibarsızlaştırılarak, hapse atılarak ve AİHM’in derhal tahliye kararlarına rağmen hapiste tutularak susturulmadığı, az farkla da olsa muhalefet partileri tarafından kazanılan seçimlerin “hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olmuştur” gibi eften püften bahanelerle iptal edilmediği, seçim kazanarak göreve gelen muhalif partilerden belediye başkanlarının idari kararla görevden alınarak, yerlerine iktidar tarafından kayyım atanmadığı, güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin fiilen askıya alınmadığı, kısaca anayasasında yazan “insan haklarına saygılı, demokratik, sosyal hukuk devleti” niteliğini hakkıyla muhafaz eden bir ülkede sormuş olsaydı Kılıçdaroğlu, yanlış bir soru sormuş olmazdı.
Ama işte Kılıçdaroğlu’nun “Biz bu seçimi Erdoğan’a karşı nasıl kazanırız” diye sorduğu Türkiye, böyle hakkıyla demokratik bir Türkiye değildi, maalesef — hâlâ da değil. Böyle olmamasının temel sebebi de Erdoğan’ın şahsı değil. Asıl mesele, ilk yazıda tartıştığımız üzere, Erdoğan’ın dost-düşman ayırımına dayalı, kutuplaştırıcı, lider odaklı siyaset tarzı. Dolayısıyla bizim meselemiz Erdoğan’a değil, bu tarza bir alternatif bulmak —kapsayıcı, çoğulcu, eşitlikçi bir alternatif. Bu alternatif de Erdoğan’ın kurduğu lider odaklı, kutuplaştırıcı siyaset zemininin içinde kalarak bulunamaz. 2015’te HDP’nin, 2019’da Ekrem İmamoğlu taşıyıcılığındaki CHP’nin yaptığı gibi, o zeminin dışına çıkmanız, tabana inmeniz, tabandaki “örtüşen görüş birliğinin” diliyle konuşabilmeniz gerekir.
Gelgelelim “Biz bu seçimi Erdoğan’a karşı nasıl kazanırız?” sorusu, Kılıçdaroğlu’nu tam da o kutuplaştırıcı, lider odaklı zeminin içine hapsetti ve tabana değil, tavana yöneltti. Çözümü tabandaki farklı farklı akıllar ve vicdanlar arasında tek adam rejimine karşıtlık üzerine oluşmuş “örtüşen görüş birliğinde” değil, tavandaki siyasi parti liderleri arasındaki Erdoğan karşıtlığı üzerinde oluşmuş konjonktürel çıkar ortaklaşmasında aradı.
Altılı Masa ve Millet ittifakı kurgularında, aradığı çözümü buldu da Kılıçdaroğlu. İş “kazanacak adayı” saptamaya geldiğinde, kendi adaylığında ısrar edince bu kurgu dağılacak gibi olsa da, milliyetçi, muhafazakâr, sağ liberal ve politik İslâmcı partilerin beş lideri ile Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’na cumhurbaşkanlığı yardımcılıkları vererek bu krizi de aştı. CHP’nin Kemalist-laikçi ve ulusalcı seçmenlerinin yanı sıra, Müslüman ve Kürt seçmenlerden de oy alabilmek için “helalleşme” söylemini geliştirdi. Ve güçlü karizmatik lider Erdoğan’ın çizdiği sert ve otoriter baba figürünün karşısına, kendisini dürüst, namuslu, şefkatli ve adil baba olarak konumlandıran bir de kampanya yürüttü.
Ancak tüm bu çabaları Kılıçdaroğlu’nun çözmeye çalıştığı problemi çözmeye yetmedi, seçimi Erdoğan’a karşı kazanamadı. Yukarıda dediğim gibi, Türkiye hakkıyla demokratik bir ülke olsaydı, belki bu performansla, kazanabilirdi bile Kılıçdaroğlu. Ama Türkiye öyle bir ülke değildi. Ve bu ülkede Erdoğan’ın kurduğu lider odaklı, kutuplaştırıcı zeminde, Erdoğan karşıtlığına yaslanan bir tavan ittifakı ile siyaset yaptığınızda, alabileceğiniz oy sayısı, en fazla 25 milyon 504 bin 724 olabilirdi. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turunda aldığı oy bu kadardı.
Kılıçdaroğlu 2023 seçimleri öncesinde kendisine “Erdoğan’a karşı nasıl seçim kazanırım?” diye sormak yerine, toplumsal tabandaki farklı farklı akıllar ve vicdanlar arasında oluşmuş, bir politik güç olarak varlığını 2013, 2015, 2017 ve 2019’da göstermiş çoğulluğu bir kez daha nasıl seferber edebilirim, o çoğulluktan bir çoğunluk oluşturmayı nasıl başarabilirim diye sorsaydı, bugün bunları konuşuyor olur muyduk, bilmemiz mümkün değil.
Ama 2024 Yerel Seçimleri’nde İmamoğlu destekli Özgür Özel yönetiminin, CHP’yi tam da Kılıçdaroğlu’nun 2023’de yapmadığını yaparak başarıya taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 2019’da İstanbul’u alan İmamoğlu değil, onun taşıyıcılığını yaptığı İstanbul İttifakı idi ve bu ittifak tavanda, Erdoğan karşıtı siyasi parti liderleri arasındaki konjonktürel çıkar ortaklaşmasıyla değil, tabanda, farklı farklı akıllar ve vicdanlar arasında tek adam rejiminin yanlış olduğu yargısı üzerine oluşmuş örtüşen görüş birliği ile kurulmuştu. 2024’te CHP’yi birinci parti çıkaran Türkiye İttifakı da tabandan kuruldu; belediye başkanı adayları Ankara’dan atamayla değil, yerelden ön seçimle belirlendi. Ve Erdoğan karşıtlığına dayanan, kutuplaştırıcı siyaset zeminini tersten besleyen bir kampanya dili değil, kapsayıcı, hizmet odaklı, samimi bir dil benimsendi.
Yani CHP 2024 Yerel Seçimleri’nden birinci parti çıkmayı, tavana değil, tabana yönelerek, merkezi değil, yereli önceleyerek, geçmişte —daha bir yıl önce—Erdoğan’ı desteklemiş seçmenleri dışlamayı değil, kapsamayı hedefleyen, Erdoğan’ı değil onun kutuplaştırıcı siyaset tarzını yargılayan ve bunu o tarzın içinde esir kalmış seçmenleri yargılamadan yapabilen bir siyaset diliyle kampanya yürüterek kazandı.
Bu yazının başındaki soruya dönecek olursak: CHP’nin çoğulluk karnesindeki 2019 ve 2024 tarihli, İmamoğlu ve İmamoğlu/Özel imzalı bu iki doğru Türkiye’yi demokratikleşme hattına oturtan uzun ve meşakkatli yolun köşetaşları olarak mı geçecek tarihe? Yoksa 2023 yılındaki Kemal Kılıçdaroğlu imzalı bir yanlış bu iki doğruyu götürecek ve 2023 seçimleri Türk demokrasisinin tabutuna çakılmış son çivi olarak mı kalacak akıllarda?
Bu soruların cevapları büyük ölçüde tek adam rejiminin devletin meşru şiddet araçlarını gayrimeşru bir şekilde kullanma konusunda daha ne kadar pervasızlaşabileceğine, biraz da CHP’nin kendi içindeki gerilimleri aşıp aşamayacağına bağlı. Bu dizinin bir sonraki son bölümünde tartışacağım üzere bunlar gerçek güçlükler. Ama bu yazı dizisinde ortaya koymaya çalıştığım bir başka temel gerçek de şu ki bu güçlükler aşılabilecekse, ancak demokrasi lehine işleyen bir politik güçle aşılabilir. Ve bu politik güç de ancak Erdoğan karşıtlığının ötesine geçerek tabandaki farklı farklı akıllara ve vicdanlara dayanan, kapsayıcı, çoğulcu ve eşitlikçi bir siyaset tarzı ile inşa edilebilir.
Not: Yazı dizisinin bu kısmı 19 Mart sivil darbe girişiminden evvel kaleme alındı ve sitemizde dün yayımlanan beşinci (son) bölüm bir yanlışlık sonucu bu yazıdan önce yayımlandı. Düzeltir, özür dileriz.