Her ülke kendi tarihini yazar; her tarih de kendi kahramanlarını yaratır. Bu söz, Amman havalimanında uğradığınız bir döviz bürosunda sadece daha da fazla anlam kazanıyor. Yıllardır Türkiye gençlerine okullarda okutulan tarih kitaplarında “Osmanlı’yı sırtından bıçaklayan adam” olarak yandan çekilmiş sert bakışlı fotoğrafıyla resmedilen Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i, ya da Ürdünlülerin deyimiyle Arap Kralı Şerif Hüseyin bin Ali’yi, 1’lik Ürdün Dinarı banknotunun ön yüzünde bir dede şefkatiyle size gizlice tebessüm ederken görünce şaşırmamak kabil değil. Banknotun arka tarafını çevirdiğinizde, bizlere “Arap İsyanı” olarak öğretilen hareketin, “Büyük Arap Devrimi” adıyla resmedildiğini görünce şaşkınlığınız biraz daha artıyor. “Türkiye’ye gittiğimde, bize ülkemizin kurucu dedesi olarak öğretilen Şerif Hüseyin’in herkes tarafından bir hain olarak adlandırıldığını görünce gerçekten çok şaşırmıştım” diyen Ürdünlü gencin sözleri ise bu şaşkınlığın tek taraflı olmadığını gösteriyor. Kısacası, ideoloji-eğitim-tarih ilişkisini Ürdün’e ayak basar basmaz açık bir şekilde görmek mümkün.
Resmî adıyla Ürdün Hâşimî Krallığı, 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri olarak görev yapan Henry McMahon’un 1916’da Osmanlılara karşı ayaklanması karşılığında Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e vaat ettiği topraklardan bugün hâlâ Hâşimî ailesinin kontrolü altında olan tek ülkedir. Hâşimî ailesine mensup krallar, 1920’de Fransızlar tarafından Suriye’den kovulmuş, 1924’te Suudlar tarafından Hicaz’da yenilgiye uğratılmış, 1958’te de Irak’ta bir askerî darbe ile tahttan indirilmişlerdir. 1922 senesinde İngiltere tarafından Filistin toprakları üzerinde, Şeria Nehrinin doğusuna düşen bölgede bir manda emirliği olarak oluşturulan Ürdün ise bağımsızlığını 1946’da kazanmıştır. Ülkenin ilk Kralı, Şerif Hüseyin’in oğlu ve eski Osmanlı Mebusan Meclisi üyesi Abdullah idi.
Ürdün, 1952’den beri anayasal bir monarşiyle yönetilmektedir. Ülkenin yasama organı olan Ulusal Meclis, Temsilciler Meclisi ve Senato’dan oluşur. Temsilciler Meclisi üyeleri halk tarafından seçilmekte, Senato üyeleri ve hükümet ise Kral tarafından atanmaktadır. Krallık kurumunun en üst düzey karar verici olarak gücünü koruduğu ülkede, insanlara demokratikleşme ve monarşinin statüsüne ilişkin görüşleri sorulduğunda, temsilî demokrasiye olan inancın ne derece zayıf olduğunu görüyoruz. Beş senede bir ülkenin başındaki kişiyi seçimle yenilemenin vereceği külfet ve istikrarsızlıktan bahseden Ürdünlü bir genç, krallarının peygamberin soyundan geliyor olmasının kendisi için yeterince tatmin edici bir meşruiyet kaynağı olduğunu söylüyor. Bir başka Ürdünlü ise daha âdil, eşitlikçi ve şeffaf bir yönetim sistemine ihtiyaç olduğunu itiraf ediyor, ancak bunun Batı tarzı bir demokrasiyle sağlanması gerektiği konusunda tereddütleri olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Peygamber ve Halifeler dönemi İslam devletinde de bu ideallerin çoğu gerçekleştirilmişti, neden biz de onlarınkine benzer bir yöntem izlemeyelim?” Kısacası, Ürdünlüler ülkenin monarşik yapısından fazla rahatsız değiller. “Suriye gibi ismen cumhuriyet, fiilen monarşi olmaktansa hem ismen hem de fiilen monarşi olmak daha makul” diyen bir üniversite öğrencisinin sözleri bu açıdan oldukça açıklayıcı.
Ülkenin şu anki kralı, 1999’da vefat eden Kral Hüseyin’in oğlu olan Kral Abdullah’tır. Annesi İngiliz olan ve eğitimini İngiltere ve ABD’de tamamlayan Abdullah’ın ilk tahta çıktığında Arapçasının yetersiz olduğundan bahsediyor insanlar. Ancak şu anda iyileştiğini de eklemeyi unutmuyorlar. Kralın eşi, yani Kraliçe Rania bir Filistinli. Ülke nüfusunun yaklaşık % 60’ının, yani yaklaşık üç milyon kişinin Arap-İsrail çatışmaları nedeniyle zamanında yurtlarından olmuş Filistinlilerden oluştuğu düşünüldüğünde bu evlilik daha da bir anlam kazanıyor. Bu arada, 1970-71 döneminde ülke yönetimine korku dolu anlar yaşatmış olan Filistinli mültecilerin de artık ülkenin ekonomik ve sosyal yaşamına epeyce bir eklemlenmiş oldukları hemen fark ediliyor.
Amman’daki sokaklarda, arabalarda, dükkânlarda, binalarda, kısacası şehrin her bir yanında görülen Ürdün bayrakları, Kral Abdullah posterleri ve “Ürdün Birinci” yazılı logolar her gün bir resmî bayram yaşanıyor izlenimi uyandırsa da aslında ülke için oldukça rutin bir uygulama. İnsanlara bu bayrak ve posterleri asmanın zorunlu olup olmadığı sorulduğunda gelen cevap hep “Zorunluluk yok, sevdiğimizden yapıyoruz” oluyor. Amman’ın ortasındaki uzun direkte dalgalanan ve şehrin her bir yanından görülebilen dev bayrağı gösteren bir Ürdünlü ise “O, dünyada dalgalanan en büyük bayraklardan biri” diyerek övünüyor. Tüm bunlar, şovenizmin, Türkiye’yi de içine alan Ortadoğu coğrafyasında ne derece ortak bir olgu olduğunu gösteriyor aslında.
Ürdün’de, işgücünün etnikleşmesi/cemaatleşmesi olgusunun tipik örneklerine de rastlamak mümkün. İnşaat işçiliği, komilik, hizmetçilik gibi alt düzey işleri genelde Mısırlılar ile sayıları onlara göre daha az olan Endonezyalılar yapıyor. “Bu ülkede onlara [Mısırlı işçilere] karşı bir ayrımcılığın varolduğunu kabul etmeliyim” diyor bir Ürdünlü. Ülkenin yaklaşık % 6’sını oluşturan Hıristiyan azınlığın yoğun olarak yaşadığı ilçelerden biri olan Fukhais’de ise her tarafta müstakil evler, son model arabalar ve lüks kafeler göze çarpıyor.
İslâm, nüfusunun % 90’ına yakını Sünni Müslüman olan Ürdün’de Araplık kimliğinin önemli bir parçası konumunda. İstisnalar ve başka faktörlerin etkisi her zaman saklı kalmak koşuluyla muhafazakârlık düzeyinin sosyal tabakalarda yukarı doğru çıktıkça azaldığını görüyoruz ülkede. Görece lüks semtlerde dolaşırken gördüğünüz Batılı görünümlü kadın ve erkek sayısı fakir semtlerde giderek azalıyor. Aynı durum disko-bar tarzı eğlence merkezlerinin sayısı için de geçerli. Bu meseleleri insanlarla daha detaylı konuştuğunuzda, özellikle muhafazakâr kesimlerin, Batılı tarzda yaşam süren kesimlere karşı duydukları tepkiyi hissetmemek mümkün değil.
Irak’ta ABD’nin başını epey bir ağrıtan ve yakın bir geçmişte ölü pozlarıyla gazetelere manşet olan Ebu Musab El Zerkavi’nin Ürdünlü olması, Ürdün halkının bir yöntem olarak şiddete yaklaşımı konusunda kimseyi yanıltmamalı. Özellikle Kasım 2005’te Amman’daki lüks otelleri hedef alan bombalı saldırıları Zerkavi’nin üstlenmesi, birçok Ürdünlünün tepkisini çekmişti doğal olarak. “Müslüman sivilleri katletmenin İslam adına savaşmakla bir ilişkisi olabilir mi?” diye soruyor bir esnaf. Ancak aynı kişiye İsrailli yahut ABD’li sivillerin öldürülmesi konusunda da aynı düşüncelere sahip olup olmadığını sorduğumuzda cevap tahmin edilebileceği gibi olumsuz oluyor.
Ürdünlüler, son Osmanlı dönemi Türk-Arap ilişkileri konusunda birbirine benzer görüşlere sahipler. Kendilerine Arap İsyanı (ya da Devrimi) hakkında ne düşündükleri sorulduğunda genelde İngilizler tarafından oyuna getirildiklerini dile getiriyorlar. “Sonunda emperyalistlerin manda yönetimi altında bölünmüş bir Arap dünyası olacaksa hain olarak adlandırılmayı neden göze alayım ki?” diyerek Şerif Hüseyin’in izlediği yöntemleri eleştiren bir Ürdünlü gencin sözleri tüm toplumun hislerine tercüman oluyor diyebiliriz. Bunun dışında, 1. Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Ordu Kumandanlığı ve Suriye valiliği yapmış, bölgede uyguladığı sert politikalarla ünlü Cemal Paşa hakkında ne düşündükleri sorulduğunda istisnasız herkes gözlerini kısıp hiddetle tekrarlıyor: “Cemal Paşa! Kasap.” Bir üniversite öğrencisi, onlara okul kitaplarında Cemal Paşa’nın bir Yahudi ajanı olarak anlatıldığından bahsediyor. Buna gerekçe olarak ise, eşinin Yahudi olmasını ve 1915’te bugünkü Lübnan civarının açlıkla boğuşurken kendisinin Filistin’deki Yahudi yerleşimcileri bonkörce beslemesini gösteriyorlarmış.
Bugün, Ürdün’ü diğer birçok Arap ülkesinden ayıran en önemli özellik, onun İsrail ile barış antlaşması imzalamış ve dolayısıyla İsrail’i tanımış olmasıdır. Buna karşın,
Ürdün’ü diğer birçok Arap ülkesiyle birleştiren ortak noktanın, İsrail ordusunun Filistin toprakları ve Lübnan’a karşı gerçekleştirdiği son saldırılara tepki olarak ciddi bir eylemde bulun(a)mamış olması ise düşündürücü olduğu kadar ironiktir de. Kral Abdullah, yaptığı açıklamalarda Lübnan’da yaşanan insanlık dramından ziyade İsrail saldırıları sonucu artma eğilimi gösteren ve bölgedeki rejimleri (ve doğal olarak Ürdün rejimini) tehdit eden radikal dinci ve İsrail karşıtı akımlardan endişeli görünüyordu daha çok. Bu endişelerinde haksız da sayılmaz doğrusu. Zira Ürdün halkının genel olarak İsrail ile ilişkiler konusunda yönetim ile aynı görüşleri paylaştığı söylenemez. “İsrail kelimesini neden kullanıyorsun? İşgal altındaki Filistin demelisin” diyerek kullandığım kavramlara karşı tepkisini gösteren bir Ürdünlünün sözleri İsrail’e karşı duyulan tepkinin hâlâ canlı olduğunun bir göstergesi. İsrail sınırındaki Lût Gölü çevresinde mango ağaçlarını incelemek için önünde durduğumuz bir çiftliğin sahibi, beni ve yanımdaki bir Avusturyalıyı İsrail ajanı sanarak yanımıza koşar adımlarla gelip tedirgin bir şekilde pasaportlarımızı sorması da ülkede İsrail’e karşı beslenen güvensizliği gözler önüne seriyor. Ürdün’ün Arap ülkeleri arasında en fazla Filistinli mülteci oranına sahip ülke konumunda olmasına rağmen İsrail’e karşı dostça bir politika izliyor olması da mevcut çelişkiyi daha da kuvvetlendiriyor sadece.
Batı dünyası ile ilişkilerine göz attığımızda, özellikle son dönemlerde Ürdün yönetiminin ekonomik açıdan uluslararası sisteme eklemlenmede ve hegemon güç odaklarıyla ilişkilerini güçlü tutmakta oldukça başarılı olduğunu görüyoruz. 2000’de gerçekleşen Dünya Ticaret Örgütü üyeliği, 2001’de ABD ile imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması, gene 2001’de Avrupa Birliği ile imzalanan Ortaklık Antlaşması ve 2003 sonrasına Irak’ın yeniden yapılandırılmasında üstlenilen öncü rol, bu durumun sadece birkaç göstergesi. Bunlara ilaveten son yıllarda, ülkedeki sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinin de Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında epey bir artmış olduğu gözlemlenebilir. Ancak, tüm bu Batı yanlısı politikaların halkın görece daha muhafazakâr olan alt kesimleri arasında bulduğu destek elbette ki tartışılır.
Ürdünlüler, Arap Birliği düşüncesine ümitsiz bir hevesle bakıyorlar. Arap dünyasının bölünmüşlüğü olgusunu ve Batı’nın uyguladığı böl-yönet politikasını benzetme yoluyla açıklayan bir otel sahibi, Ürdün halkının bu konuya kötümser bakışını özetliyor adeta: “Ben, bir işveren olarak çalışanlarımın arasının hiçbir zaman iyi olmasını istemem. Çünkü böyle olduğu takdirde onların bana karşı birleşme olasılıkları artar. Benim onları yönetme kabiliyetim ise ancak onların aralarını kötü tutabildiğim sürece artar. Örneğin, eğer çalışanlarımın arası kötüyse ben burada yokken kimin ne yaptığını daha sonra her biri bana ayrı ayrı anlatır. İşte Batılıların zamanında Araplara yaptıkları ve bugün hâlâ sürdürmekte oldukları politika tam olarak böyle bir şeydir.”
Sonuç olarak Ürdün, neo-liberal dünya düzeninde tüm gelişmekte olan ülkelerin yaşamakta olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik çelişkileri yaşayan bir ülkedir. Yönetimin Batı yanlısı ve İsrail dostu politikaları bu çelişkileri kısa vadede (ülkenin elde ettiği stratejik rantları arttırarak) azaltırken, uzun vadede (yönetimin, halkın duygu ve düşüncelerini yansıtma kapasitesini azaltarak) arttırmaktadır. Ancak Ürdün’ün, diğer birçok Arap ülkesinin keyfini çıkardığı zengin petrol rezervlerinden (ve tabii onlardan elde edilen petrol rantlarından) mahrum olması ve buna karşın servis sektörü (özellikle turizm) ağırlıklı bir ekonomiye sahip olması nedeniyle ihtiyaç duyduğu güven ve istikrar ortamı da, ülkenin hegemon güç odaklarıyla iyi ilişki içinde olmasını ve uluslararası ekonomik sisteme uyum sağlamasını zorunlu kılmaktadır diyebiliriz.
1 Bu çalışma, 09 - 19 Haziran 2006 tarihleri arasında yapılan Ürdün gezisinden edinilen izlenimler temelinde hazırlanmıştır. N.Y.
2 Şerif Hüseyin’in de mensubu olduğu Hâşimî ailesinin Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine inanılır.
3 Bayrakların boyutu ve sayısını vatanseverliğin bir göstergesi olarak kabul eden Türkiyeliler hiç üzülmesinler, Ankara-Mamak muhitine dikilen bir bayrakla Türkiye, Ortadoğu semalarında dalgalanan en büyük bayrağa sahip olma rekorunu eline geçirdi.
4 İlçe nüfusunun % 95’i Hıristiyan’dır.
5 Bu antlaşma, Ürdün Kralı Hüseyin ile İsrail Başbakanı İzak Rabin arasında, ABD Başkanı Bill Clinton’un da eşlik ettiği görüşmelerin ardından, 26 Ekim 1994’te Washington D.C.’de imzalanmıştır.