Narin Güran Vakası ve Günah Keçisi Arayışı: Maksimalist Bakışın Tefessühü

René Girard’ın günah keçisi teorisi ile Émile Durkheim’ın ceza ve dayanışma kavramları birlikte ele alındığında, toplumsal kriz anlarında düzenin korunması ve dayanışmanın pekiştirilmesi için kurbanlaştırma ritüellerinin temel bir işlev gördüğü görülmektedir. Girard’a göre insanlar arasındaki çatışmanın temelinde, başkalarının arzularını model alarak geliştirilen mimetik (taklitçi) istekler yatar; bir bireyin bir şeyi istemesinin nedeni, bir başkasının da o şeyi istemesidir ve hedeflerin sınırlılığı nedeniyle bu durum gerilim ve çatışmayı kaçınılmaz kılar. Mimetik arzular toplumsal düzeni tehdit edecek ölçüde yoğunlaştığında, bu şiddet bir kurban üzerinde odaklanarak dışa vurulur. Toplumsal düzenin kırılgan kriz anlarında, suçlamaların yöneltildiği ve kolektif şiddetin yüklendiği günah keçisi, öfke boşaltımının ve geçici bir yeniden birleşmenin sağlandığı bir odak hâline gelir. Girard bu süreci, toplumun sürdürülebilirliği için kasti olarak seçilen bir kurbana yöneltilmiş, aslında rastlantısal olmayan bir şiddet biçimi olarak tanımlar ve bu davranış kalıplarının modern dünyada zorbalık, linç ve benzeri biçimlerde sürdüğünü belirtir (Girard, 1979: 90-91). Toplumsal çatışmaların kaynağı her zaman somut bir biçimde ortaya konmamış olsa bile, hedef seçilen kurbana yöneltilen şiddet, bir öfke boşaltım mekanizması işlevi görür ve toplumun yükünü tek bir odak üzerine yığarak geçici bir uyum yaratır. Ayrıca olayların hikayesi de günah keçisini seçenlerin bakış açısından anlatılmalıdır. Burası çok kritiktir. Suçlanan tarafın bakış açısı mite asla dahil edilmemelidir, çünkü karşı tarafın ya da onları savunanların ne anlattığına kulak vermek günah keçisi mekanizmasının psikolojik etkisini bozacaktır.

Durkheim da paralel biçimde, cezalandırmayı kolektif vicdanın bir dışavurumu ve toplumsal dayanışmanın yeniden teyidi olarak değerlendirir. Ona göre suç, toplumun ortak vicdanına aykırı bir eylemdir ve ceza bu ortak vicdanın saldırıya uğradığını gösteren tutkulu bir tepkidir. Suç, kolektif norm ve değerlerin ihlali anlamına gelirken; ceza ise bu ortak vicdanı yeniden harekete geçirerek toplumsal bütünlüğü pekiştiren bir işlev üstlenir. Özellikle mekanik dayanışmanın hâkim olduğu küçük, benzerlik temelli topluluklarda ceza, bir tür ritüel niteliği taşır ve toplumun normlar etrafında yeniden kenetlenmesini sağlar (Durkheim, 2013: 59). Bu ritüel, yalnızca suçluyu cezalandırmakla kalmaz; aynı zamanda topluluk üyelerine toplumun kendi özünün iyi, doğru ve yüce olduğu hissini tekrar üretir. Toplulukların cezalandırma ediminden anladıkları şey, yalnızca bir bireyin sapkınlığını düzeltmek değil, aynı zamanda toplumun özüne yöneltilmiş bir tehdit karşısında o özü yeniden inşa etmek ve korumaktır. Bu bağlamda ceza, toplumun saf ve iyi olduğuna dair bir inanç üretir; cezalandırma sırasında ve sonrasında topluluk, özünün uzaklarda bir yerlerde var olan ve geçmişin “asr-ı saadet” olarak idealize edilen düzenini temsil ettiğine dair bir yanılsama geliştirir.

Girard’ın günah keçisi mekanizması ile Durkheim’ın ceza ve dayanışma anlayışı bir arada değerlendirildiğinde, kriz anlarında toplumun içsel huzursuzluğunu herkesin bir odağa karşı birleştiği bir dinamik yaratarak bastırdığı, toplumun kendi özünü yeniden iyi ve kutsal olarak tahayyül ettiği ve bir tür barış yanılsaması ürettiği görülür. Bu süreç, her ne kadar gerçekliği çarpıtan bir yanılsama yaratıyor gibi görünse de, toplumsal düzenin sürdürülmesi açısından işe yarar bir uzlaşma biçimi olarak belirmektedir.[1]

2024 yazında Diyarbakır’da sekiz yaşındaki Narin Güran’ın katledilmesi etrafında gelişen kamuoyundaki tepkiler, toplumun yaşadığı kriz anında rasyonel akıl yürütme süreçlerinin yok sayılarak gerçek-dışı iddialarla bir ailenin –ve hatta bir köyün– günah keçisi ilan edilmesine bir örnektir. Bu süreçte siyasi ve ideolojik saiklerle örülü ajandalar, etkileşim peşindeki ırkçı influencarlar, emekli polisler ve medya figürleri, arzulanan adalet pratiğini adeta hallaç pamuğuna çevirmiştir. Yaygın orta sınıf kitlelerin estirdiği linç rüzgarına ek olarak sol ve Kürt siyasetinden bazı isimler de feodalite-patriyarka eleştirisi üzerinden geliştirdikleri açıklamalarla meseleyi anlamaya çalışırken, Diyarbakır barosu gibi yerel unsurlar da hukuki sahada ilk kez devletle iş birliği halinde olmanın heyecanıyla olsa gerek maalesef kamuoyundaki linç atmosferine ve ailenin/köyün hukukunun hiçe sayılması sürecine itiraz kabilinden dahi olsa bir aksiyon almamıştır. Bu süreçte özellikle Diyarbakır barosu, ailenin/köyün, hukuki nosyonların hiçe sayılarak doğrudan hedefe konmasına dair hukuki bir sınır ortaya koymadığı gibi, kameralara çıkan bazı isimler de aile avukatlarının ortaya koyduğu karşı delilleri dikkate almamış; hatta daha kötüsü, sonraki süreçte sanıkların lehine ortaya konan başkaca delilleri de nazarı dikkate almamışlar, tutumlarında da bir değişikliğe gitmemişlerdir.[2] Baronun ve bağlı avukatların Güran davası konusundaki bu tek yanlı tutumu açıklanmaya muhtaçtır.

Sol ve Kürt siyasetinin bu tavrı ile Türk milliyetçisi ve modernist aktörlerin Kürt köy yaşamına dair ileri sürdükleri oryantalist klişeler arasında paralellikler çarpıcıdır. Bazı ırkçı odaklar bu gibi totalleştirici bakışların ardına gizlenerek akraba evliliği ve ensest vurguları ile hakaretlere varan yakışıtırmalarda bulunmuşlardır. Bazı Kürt siyasetçilerin Jitem, Hizbullah, devlet-yerel unsur işbirliği, feodalite ve Türk milliyetçilerinin akraba evliliği, ağalık ve kız çocuklarının değersiz görülmesi gibi, yaşanan somut/kriminal gerçeklikle hiçbir teması olmayan maksimalist anlatılar yoluyla bir ailenin ve köyün hayatının nasıl umursamazca cehenneme çevirebileceği açıkça görüldü.  İktidara yakın kanalların ve gazetecilerin de kamuoyunun tepkileri ekseninde yaptıkları yayınları zikretmeye gerek yok. Bu örnekler, kolektif psikolojinin çarpıcı derecede irrasyonel bir mahiyet kazanabildiğini ve hukuka/akla/mantığa dayanmayan vicdan anlatılarının bir eziyete ve işkenceye yol açabildiğini göstermesi açısından ibretliktir. Belki de orta sınıfların vicdan reaksiyonuyla adaletin nasıl kuşa çevrilebildiğini vurgulamak kadar, bu yaralı psikolojinin nasıl tamir edilmesi gerektiğini de konuşmak gerekir.

Olayın ilk günlerinde eksik yürütülen soruşturma ve delil toplama süreci aileyi şüpheli kılacak bir sürece doğru evrilmişti. Bu konuda gün gün detaylı olarak nelerin yaşandığını tartışmak bu yazının konusu değil.[3] Aslında aile aleyhine delil olarak sunulan tüm iddiaların hayatın olağan akışına uygun olduğu ortadaydı, mamafih aile artık hedefteydi. Dediğim gibi detaylara girmeyeceğim, çünkü çok yorucu ve psikolojik savunma mekanzimalarının çok aktif olduğu bir konu olduğu için, önyargılara sahip insanların şu ana kadar sormadıkları bazı sorulara yönelmelerini ummak bana daha gerçekçi görünüyor. Girard’ın belirttiği gibi, insanlar günah keçisinin bulunduğu tarafla ilgili bir savunma duymak istemiyorlar. Çünkü büyü bozulacak, temizlenen toplumsal vicdan yine eskisine dönecek. Bu aşılması çok zor bir psikolojik bariyer. Fakat elmizde uygulanabilecek başkaca bir metot yok: Savunma tarafını, başka yorumların filtresinden geçirmeden, kendi akli melekelerimizle dinlemek. En azından kamuoyunun biraz sakinlediği şu ortamda belki bazı avukatların, adli bilişim uzmanlarının ve bazı gazetecilerin yorumlarına bakmak bizi biraz da olsa farklı bir pencereye ulaştıracaktır.

İlk günleri düşünürsek, önyargıların belirlediği bir vasatta en sıradan davranış biçimi, çelişkili ve zayıf kanıtlarla kanaatler oluşturup aile ve köy üzerine hikâyelerin üretilmesi oldu. Bu bir kısır döngüydü elbette. Önyargıdan yola çıkarak en sıradan gündelik hareketler kanıt sayılmaya ve bu kanıtlar(!) da önyargıları beslemeye başlamıştı. Bu durum aylarca sürdü. Medyada yayılan hikâyelerde amca-yenge ilişkisi, köpek tecavüzü, feodalite, ağalık, Kürtlük, ensest, Hizbullah ve mermi depoları gibi son derece çarpıtılmış unsurlar kullanıldı. Her grup kendi ideolojik motivasyonuna uygun olarak bu heyecanlı senaryolar üzerinden kendi haklı pozisyonuna malzeme devşirdi ve haklılık hissini, kendi ait olduğu toplumsal grubun yüceliğini bir kez daha teyit etti. En ideolojisiz insanlar bile ortaya dökülen bu karmaşadan inşa ettiği senaryoyu vicdan boyasıyla parlatmaktan çekinmedi.

Diğer taraftan ailenin ve köylülerin hayatın olağan akışına uygun görünen anlatımları ise duyulmadı. Basında ve sosyal medyada uzun süre dolaşıma giren “Narin artık bizim kızımız, tek tarafımız Narin” gibi, daha çok ırkçı influencarlar’ın ileri sürdüğü sloganlar, aileyi ve köyü gönül huzuruyla  linç etmenin meşru yolu haline gelmişti. Bu süreç, toplumun elinde bir kanıt olmadığı halde doğruluğuna kanaat getirdiği fantastik bir senaryoya sabitlendi. Tüm toplum kesimleri, belki de hayatlarında şahit oldukları adaletsizliklere karşı duyduğu öfkeyi bir linç ritüeline dönüştürerek bir nebze olsun rahatlamaya çalışıyordu sanki.

Yaygın orta sınıfların tepkileri gündelik hayattaki düzensizliklere, haksızlıklara, adaletsizliklere olan tepkiler zaviyiyesinden bir nebze olsun anlaşılabilir. Fakat kadın ve çocuk derneklerinin, Dem Partililerin ve bazı sosyalist derneklerin meseleyi maksimalist anlatılara kurban ederek fahiş hatalar yapmaları affedilmez cinstendi[4]. Somut vakadaki verileri düşünüp tartmadan, delil toplama ve sorgulama süreçlerini kritik etmeden ve hepsinden önemlisi masumiyet karinesini önemsemeden, kamuoyunda zaten linç edilmekte olan kişilerin karanlık ilişkilerini ima ederek büyük toplumsal ve siyasi anlatılara yaslanmanın ve buradan haklı pozisyonlar devşirmenin adalete olan inanca ve hepsinden önemlisi sorumluluk alıcı aktif siyasi katılıma vuracağı darbe kaçınılmazdır. Örneğin bazı yazarlar Türkiye’yi on yıllardır sarmış bir “sağcı-gerici” ittifakın şiddetine vurgu yaparak, “feodal ilişkiler, aşiretler, tarikatlar ve cemaatler”in çocukları öldürdüğünü yazdı. Mamafih bu türden maksimalist görüşler, olayı bireysel adi bir suçtan ziyade “kadına ve çocuğa toplumun genel şiddeti” şeklinde okudu. İhtimal odur ki maksimalist bir tutum topluma bir farkındalık kazandırabilir, ve fakat gözden kaçan husus, adi bir suç olma ihtimali hayli yüksek olan bir cinayet, bu bakış açısı yüzünden kamuoyunda, sanki daha büyük bir karanlık ittifakın bile isteye işlediği cinayetmiş gibi algılanmasına yol açtı. Bu durum çocuklarını kaybetmiş ailenin sırtına yüklenen yeni yükler anlamına geliyor iken, cinayeti tek başına işlemiş olma ihtimali olan zanlıyı da işin içinden kurtarıyor, ya da onu önemsiz bir detaya indirgiyordu.

Narin cinayetinin gerçekte nasıl işlendiği ve failine nasıl ulaşılması gerektiğine dair hukuki süreçlere dair itirazları duymazdan gelmek bu sayede kolaylaşmıştı. Sözgelimi eski Diyarbakır barosu başkanı, köyün organize bir kötülük içerisinde olduğunu ve bilerek sustuklarını iddia etti. Bu gibi söylemlerden cesaret alan ırkçı influencarlar twitter’daki space odalarında linç rüzgarlarını daha şiddetli estirdiler. Dem Parti eş başkanı Tülay Hatimoğulları Narin Güran’ın mezarını ziyaretinde Jitem ve silah depoları vurgusuyla yerel ile devletin kirli ittifakından bahsederken, diğer eş başkan Tuncer Bakırhan da benzer şekilde cinayetle alakalı karanlık ilişkiler vurgusunda bulundu. Yine Hatimoğulları bir İmralı ziyareti sonrasında “toplumsal sahadaki örgütlülük vurgusunun” yapıldığını vurguladı (ne Tülay Hatimoğulları ne de Tuncer Bakırhan ortaya konan onca karşı delile rağmen, bu önceki açıklamalarını düzeltme gereği duydular. Siyasi bir pozisyona haklılık devşirme heyecanı, insanların hayatlarının yok yere karartılmasından daha önemli olmamalıydı)[5]. Önce Kadınlar ve Çocuklar Derneği başkanı avukat Müjde Tozbey de katıldığı bir youtube programında benzer bir maksimalist perspektiften hareket ederek Narin’e Türkiye’nin sahip çıktığından ve eğer bu sahip çıkma eylemi olmasaydı Narin’in cesedinin bulunamayacağından dem vurmaktaydı. Mamafih, alelacele birilerinin tutuklanması ve doğru düzgün bir gerekçe ortaya konmadan aileden birilerinin müebbet hapis alması Müjde hanımı rahatsız etse de, kendi vurgusuyla “sonuçlarından bağımsız olarak” toplumsal mücadele sonucunda davanın yürüyebildiğini, bir takım sonuçlara ulaşıldığını ileri sürdü. Oysa aylardır izlediğimiz manzara, kamuoyunun Narin’e sahip çıkması değil, kamuoyunun el birliğiyle yaralı bir aileyi linç etmesi, Narin’e sahip çıkma adı altında ırkçı söylemlerin neşvü nema bulması ve Kürt-sol maksimalist söylemlerin dolaşıma girmesiyle karanlık ilişki vurgularının artması, zanlıların mahremiyetlerinin alaşağı edilmesi ve sonucunda bazı üyelerinin müebbet hapis cezasına çarptırılması iken; buna mukabil cesetle somut teması ispatlı olan tek zanlının adeta gariban muamelesi görmesi oldu. Tüm bu fahiş hukuk hataları, yanlış maksimalist pozisyon ve toplumsal linç kültürü ortadayken, “Narin’e tüm Türkiye sahip çıktı, en azından sonuçlarından bağımsız dava ilerledi” gibi tuhaf siyasi çıkarımlar yapmak sosyalistlerin hanesine ne katıyordu acaba? Hukuki süreçteki hataların tek tek ele alınıp soruşturmanın yeniden hukuka uygun olarak değerlendirilmesinin gerekliği vurgulanmalıyken; feodal yaşam, toplumsal sahadaki örgtülülük ve güç odakları ile kurulan kirli ittifaklar gibi devasa anlatıların dava sürecine katkısı nedir, gerçekten anlamak güç. Üstelik tüm bu sosyal yapı üzerinde yapılan haksız yorumlar modernist-ırkçı influencer kitlesinin eline bu kadar malzeme veriyorken. Sonuçta sol medyada yer alan bu ve benzeri değerlendirmeler, toplumsal enerjiyi köy ve aile üzerinde yoğunlaştırarak, asıl odaklanılması gereken hukuki süreçleri berhava etti.

Diyarbakır Barosu gibi hukuk kurumları da kendilerinden hiç beklenmeyecek bir tavır ortaya koydu. Olayın soruşturma aşamasında işkence iddiaları gündeme gelmişken bile, yazılı imzalı beyanın yokluğu gerekçesiyle bir aksiyon alınmadı (oysa mahkeme salonunda ve ailenin sair konuşmalarında işkence iddiaları defalarca dillendirilmeye devam etti ama baro kulağının üstüne yatmayı tercih etti). Bunun yerine, eski baro başkanı sanki cinayetin detayları baştan ispatlanmış gibi davrandı ve dar baz gibi tuhaf teknikleri delil olarak savundu. Ailenin omerta yemini yaptığını kendinden emin bir şekilde dile getirdi. Sanki bir cinayet, kimsenin göremeyeceği şekilde sadece tek bir kişi tarafından gerçekleştirilemezmiş gibi, köyün organize kötülüğünden, köylülerin kasten susmalarından, bilip de konuşmamalarından bahsetti ve köy etrafındaki fantastik senaryoları besledi. Bunu da henüz savcılık iddianamesi hazırlanmamışken dile getirdi; mantıki ve hukuki çerçevesi zayıf bir vicdan vurgusu yaptı durdu. Sonuçta bu süreçte, toplumsal öfkenin etkisi hukuk kurumlarına da yansıyarak aile üzerinde ilahi adaletin tecelli ettiğine inanıldığı bir linç performansına dönüştü.

Milliyetçi-modernist çizgideki medya kuruluşları ve etkileşim amacındaki ırkçı influencerlar da doğudaki kırsal yaşamla ilgili oryantalist stereotipleri tetikleyerek ön yargıları körükledi. Televizyon haberlerinde ve programlarda aniden bölge coğrafyası hakkında “kadercilik” çıkarımları yapıldı. Olayı yorumlayan bazı sunucular, Narin’in annesi Yüksel Güran’ın bozuk Türkçesiyle ifade ettiği bir sözünü kasıtlı çarpıtarak bir çocuğunu diğeri için feda ettiği imasını paylaştı. Annenin mahremiyeti tuhaf senaryolarla sürekli ihlal edildi. Başka bir gazeteci de  doğuda asıl olarak erkek çocukların önemsendiği, dolayısıyla kız çocuklarının ölümünün göz ardı edildiğini üzgün bir yüz ifadesiyle ileri sürdü. Programlarda konukların sıklıkla gündeme getirdiği söylem, bölgede erkek çocukların kızlardan daha değerli olduğu yönündeydi. Bu tür yorumlar, zanlılara sırf Kürt ve köylü oldukları için duyulan şüpheciliği pekiştirmeye yönelmişti. Sosyal medyada gerekli anahtar kelimelerle arama yaptığınızda Narin Güran ve köy hakkında akıllara durgunluk veren tanımlamalar yapıldığını göreceksiniz. Bunlar bir kaç marjinalin uçuk-kaçık görüşleri de değildi, çılgın kalabalıklarca alkışlanıyor, sıralanan saçmalıkların önü alınamıyordu. Mesela davanın kahramanı olarak gösterilen bir gazetecinin -sonradan sildiği- bir paylaşım 8 yaşındaki Narin’i adeta bir Aydınlanma şehidi olarak yad ediyordu:

“Narin, köyde gördüğü her yanlışa tepki verendi. Asla yalan söylemezdi. Lider özelliği hep ön plandaydı…. Araştırmacı ve soru sorma özelliği vardı. Kitap okumayı severdi. Yalan söyleyen arkadaşları ile mesafeli duruşu vardı. Ve Narin’in zeka seviyesi yaşının çok üstündeydi. Şimdi anladınız mı Narin neden katledilmiş?”

Sosyal medya platformlarında arama kısmına Narin kelimesine ek olarak berdel, akraba evliliği, feodalite, ağalık, aydınlanma, kuran kursu, aşiret  gibi nice fay hatlarına yapışık kelime gruplarını yazdığınızda karşınıza hayal kırıklıklarıyla dolu modernist-ırkçı yorumlar çıkacaktır.

Bu noktada aile, aşiret gibi bazı sosyalleşme kurumlarının eleştirisinin ya da kurumlar etrafında sosyal-felsefi tartışmaların ihmal edilmemesi bir zorunluluktur elbette. Hukuki bir meseleye taalluk eden toplumsal gerçeklikler göz ardı edilmemeli ve gündemde olmalıdır. Bu prensip düzeyinde bir hakikattir. Fakat bazı suçlar da sadece ama sadece adi bir suçtan ibarettir veya en azından böyle olabilme ihtimalini de düşünmek gerekir. Ya da total bir yapı eleştirisi yapılırken bu eleştirinin davaya ne gibi bir katkısı olduğunun, hatta ona zarar verip vermediğinin muhasebesinin de iyi yapılması gerekmektedir. En azından böylesi toplumsal linç ortamının yoğun yaşandığı dönemlerde.

Kıyaslama yapmak ve önyargılarımıza nasıl kapıldığımızı anlamak için şu örneği vereyim: Diğer bazı adi suçlarda, insanların bir yerlerde normal gündelik hayatlarını yaşarlarken, yakınlarının dışarıda cinayete kurban gitmesi nedeniyle bu konudan haberdar olmamaları normal karşılanırken, neden bizler Narin davasında kendi evlerinde oturan kişiler hakkında bu kadar şüphe duyar olduk ve neden bu zanlılar evlerinde oturur halde olmaktan dolayı bir anda sanık sandalyesine oturtulabildiler? Neden Narin’in patikayı çıktığından bu kadar eminiz?[6] Birlikte şu hesabı yapalım mesela: Narin’in patikaya doğru yönelirken göründüğü saat ile komuşu Nevzat Bahtiyar’ın onu dereye doğru arabayla taşıdığı süre arasında 25 dakika var. Narin’in patikada yürüdüğü ve arabanın köyden ayrıldığı süreyi da çıkarsak bu 18 dakikaya düşüyor. Yani kurgulanan dehşetli ve heyecanlı(!) hikayelere inanacak olursak Narin tepeyi çıkacak, evine gelecek, evinde görmemesi gereken bir olay görecek, bu yüzden birileri onu öldürecek, anne-abi-amca ve varsa başkaları bu cinayeti soğukkanlılıkla kabullenecek, sonra amca cesedi ortadan kaldırmak için aylardır aramadığı komşu Nevzat Bahtiyar’ı çağırmak için dışarı çıkacak, aşağıda patikanın girişinde o esnada patlıcan sulayan komşuyu yukarı çağıracak, eve gelen komşu cesedi görecek ve kendisine Narin’in yasak olan bir cinsel ilişkiyi gördüğü ve o yüzden öldürüldüğü, cesedi parçalara ayırıp dereye gömmesi söylenecek, komşu da bunu soğukkanlılıkla kabul edecek ve cesedi amcayla birlikte alıp kendi evinin ahırına götürecek, seri numaraları olan çuvallardan birine sığdırıp kendi arabasına koyacak ve dereye doğru yola koyulacak.[7]

İşte tüm bu sıradan gündelik bir olaymış gibi anlatılan fantastik hikaye tam 18 dakikada oldu. Öyle mi?

Fakat işin ilginci, bu hikayeye inanılıyor olması. Narin’in patikaya yönelmesinden 25 dakika sonra, cesedinin patikanın girişindeki komşunun arabasında dereye doğru götürülürken kameralara yansıması, komşu hakkında bir şüphe duymayı gerektirmemiş. Üstelik komşu cesedi gömdüğü derenin bu noktasında 40 dakikaya yakın kalıyor[8]. Heralde bu adi suç ihtimali heyecanlı bir hikaye yaratmıyor veya jitem, silah depoları, akraba evliliği, ensest, feodalite, ağalık ve Hizbullah gibi bir büyük anlatıyı beslemiyor olsa gerek. Ve fakat 18 dakikaya sığan ve inandırıcı hiçbir yöntemle ispatlanamayan -yukarıda özetlediğim- bir hikayeye inanmamız bekleniyor. Ve fakat, evet, işin ilginci kamuoyu bunu satın aldı. En azından 11 ay kadar bu hikaye hep yeni bazı başka fantastik hikaye üretimlerine olanak sağladığı için insanlar kendi senaryosunu büyük bir şehvetle üretmeye devam etti. Ama bu mebzul hikaye ortamında görülemeyen bir nokta vardı, o da suçun nasıl ve kimler tarafından işlendiğinin ortaya konamaması. Yani aslında insanların bunca satın alma rahatlığı göstermesine yol açan saik, aslında tam da yine bizatihi bu hikayenin kriminal tarihine girecek boşluklara sahip olmasından besleniyordu. İnsanlar bu boşlukları sorgulamak yerine, yapboz gibi keyiflerince senaryolar uydurmayı daha çok sevdiler. Anne, abi, amca müebbet almış; işkence iddiaları varmış, Kürtçenin yanlış çevirisinden çoluk çocuk aylarca tutuklu kalmış, kimin umurunda?

Evet, tekrar ediyorum, bazı suçlar sadece suçtur. Türkiye’nin doğusunda toplumsal yapıya ve devletle kurulan sorunlu ilişkilere dair tonlarca şey söylenebilir; söyleniyor ve yazılıyor da. Ama bazı suçlar sadece suçtur. Bu bağlamda vicdanlı insanları bu şekilde düşünmekten alıkoyan, büyük anlatılarla bir aileyi kolaylıkla hedefe koyarak vicdani bir iyilik, doğruluk, güzellik hissine ulaştıran neydi; bunlara kafa yormanın daha çarpıcı ve öğretici olduğunu düşünüyorum. Siyasi-sınıfsal kırılganlık ve bu kırılganlığın yıllara yayılan öfkesi mi? Neydi demokrat, orta sınıf, eğitimli insanları (ve dahi tüm kamuoyunu) somut verilerden koparan ve büyük anlatılara dört elle sarılma ihtiyacını hissettiren? 18 dakikada bunca fantastik olayın gerçekleşme ihtimaline neden bu kadar inanmaya hazır idi insanlar? Yapısal analizi yapılacaksa bence bunlara evveliyat verilmeli.

Narin vakasında toplum, somut kanıtlar yerine inandırıcı gelen fantezi senaryoları benimseyerek öfkesini bir aileye ve köye yöneltti. Girard’ın ifadeleriyle, bu günah keçisi üzerindeki şiddetin dışa vurumu sayesinde toplum bir an için birlik hissine kapıldı. Toplumu felce uğratacak şiddet birleşik ve tek taraflı bir akışa indirgenmiş oldu. Toplumun yüzüne tokat gibi çarpan bu kabul edilemez suç, birileri üzerine yığıldı ve böylece yücelik arayışındaki toplumsal grupların ve dahi toplumun bir nebze rahatlaması sağlandı. Ayrıca bu sayede Durkheim’ın vurguladığı ortak vicdanın (kollektif bilincin) pekişmesi sağlanmış oldu.

Durkheim’a göre, suçun cezalandırılması toplumsal dayanışmayı güçlendirir; ceza topluma sınırlarla ilgili güçlü bir mesajı verir ve ortak değerleri yeniden teyit eder. Diyarbakır’da yaşananlarda da linç tutumunun anahtarı buydu: Çok az kişi somut delillere önem verirken, herkes Narin’e reva görülen kötülük karşısında birleşmek istiyordu. Ailenin cezalandırılması arzusuyla davranmak, topluluğa kısa süreli de olsa adaletin sağlanabileceği hissini vermekteydi. Devlet yetkililerinin de bu atmosferde yaptığı sert açıklamalar, tam anlamıyla bir toplumsal ritüel olarak okunabilir. Durkheim’ın deyimiyle, bu tür bir cezalandırma toplumsal vicdanda arzulu/tutkulu bir reaksiyonun yansımasıydı; yani suçluya duyulan kızgınlık, yasa tarafından ifade edilerek toplumun ortak benliğini korumaya yaramaktaydı.

Ancak Girard’ın da belirttiği gibi bu kurbanlaştırma bir yanılsamadır. Günah keçisi cezalandırıldığı için toplum gerçekten tüm sorunlarından kurtulmuş sayılmaz. Bu tür ritüeller, tıpkı dinlerdeki kurban törenleri gibi yenilenme hissi yaratır; insanlara şimdi huzur içinde oldukları duygusunu verir. Kurban ritüelleri günümüzde, ancak insanlar günah keçisinin suçlu olduğuna inanırlarsa işe yarar. Yani toplum kendine olan inancını taze tutmak zorundadır; çünkü olay sahiden aydınlatılmadıkça çözüm geçicidir. Narin vakasında da soruşturma safahatında yayılan (ama yayılmaması gereken) bilgiler bile kamuoyunda  dehşetle karışık bir coşkuya yol açıyordu; linç edenler ikna olmuşçasına zafer ilan ediyorlar, fakat somut bir kanıt ortaya konamadığı için de akıllardaki şüphe gitmek bilmiyordu.

“Neden kimse itiraf etmiyor? Belki tüm köye müebbet verilirse konuşurlar. Hatta biraz işkence de fena olmaz.”

Sonuç olarak, Narin Güran cinayeti etrafındaki toplumsal patlama, Girard’ın ve Durkheim’ın gösterdiği mekanizmaların canlı bir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Kriz anında farklı sınıf, ideoloji ve inanç grupları hızla birleşmiş; suçluyu cezalandırmak zorunlu inancında ortaklaşmışlardır. Zayıf kanıtlar dahi inançlı bir topluluğa yeterli gelmiş (ki öyle olmak zorunda) ve ailenin günah keçisi olduğu ilan edilmiştir. Bu süreç sonunda toplum kısa süreli bir rahatlama sağlamış, ortak vicdanını temize çıkarmıştır (burada anahtar tutum karşı tarafı asla ve kat’a dinlememektir, unutmayalım). Fakat Girard’ın terimleriyle bu bir sahte ilaç gibidir. Topluluk bu tedaviyi inançla kabul etmeye devam ettiği sürece rahatlar ve gerçeklik arayışını bırakır. Oysa krizlerin çözümüne bizi ulaştıracak yegane yol somut ve ikna edici kanıtlarla gerçek durumun ortaya çıkarılmasıdır ve bu irrasyonel “vicdan” söylemini toplum olarak bırakmadıkça hadiselere çocukça tepkiler verip geçici rahatlamalar yaşamaya devam etmemiz mukadderdir. Ya da en azından şunun muhasebesini yapmamız gerekir: gerek ait hissettiğimiz toplumsal grubun, gerekse total olarak tüm toplumun iyi-doğru-güzel payeleri ile taltif edilmesi kimlerin kurban edilmesi pahasına gerçekleşmektedir?


Kaynakça

Durkheim, E. (2013). Division of Labour in Society, (Second Edition, Trans. by W. D. Halls), Palgrave: Macmillan.

Girard, R. (1979). Violence and the Sacred. Baltimore: Johns Hopkins University Press.


[1] Girard’ın günah keçisi anlatısı toplulukların suça ve kendilerine dair projeksiyonlarını anlamak için faydalı bir başvurudur. Fakat bu anlatıda barış sonrası kurbanın tanrısallaşması gibi sonraki mitsel süreçler güncel referansımıza dahil edilmemiştir. Bu anlamda bu anlatıyı bir örüntü olarak değil, toplulukların benliklerine dair reflekslerini anlamak için sınırlı bir yorum çerçevesi olarak operasyonalize ettim.

[2] Bir örnek: Eski Diyarbakır baro başkanı Nahit Eren, Narin Güran’ın babası Arif Güran’ı iğneleyen X (Twitter) paylaşımlarını destekler mahiyette repost etmişti. https://x.com/GevriyeAtli/status/1887933775449047295

[3] Aile üzerine oluşan negatif tutumun nasıl şekillendiği, ileri sürülen iddiaların neler olduğu, hangilerinin savcılıkça ciddiye alınıp iddianameye konduğu, hangilerinin hükme esas alındığı, hangilerinin gerekçeli kararda yer bulduğu ve son olarak tüm bu iddiaların sanık avukatlarınca nasıl açıklandığı geriye dönük olarak sorgulanabilir. Ancak böylece aile hakkında şaibe yaratan “suskunluk” ve “bir şeyleri saklama” iddialarının ikna edici olup olmadıkları anlaşılabilir.

[4] Milletvekilleri Sevilay Çelenk ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu bu vesileyle bir kenara koymak gerek. Sayın Çelenk, davanın ilk günlerindeki linç atmosferinin kamuoyunu nasıl etkilediğini şu çarpıcı satırlarla dile getirmişti: “…Narin’i şu hayatta belki de canından çok sevmiş, korumuş, kollamış olan annesi, daha biricik kızının başına ne geldiğini öğrenmeden ve mezarını bile görmeden evvel, korkunç iftira ve hakaretlere uğramış, evladının yasını tutamadan namusunu aklamaya davet edilmiş ve en nihayetinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış olabilir. Maalesef bunun oldukça yüksek bir olasılık olduğunu düşünüyorum." https://bianet.org/yazi/narin-e-hakikat-borcumuz-var-olaylar-nasil-guran-ailesinin-aleyhine-dondu-304164

[5] Sevilay Çelenk de, bu yazının hazırlanma aşamasında yayınlanan bir yazısında, konuşması gereken kesimlerin sustuklarından hasaretle bahsediyor: “Narin çok sevilmiş ve mutlu bir çocuktu. Ona bir zarar vermektense her biri kendisi en büyük zararı görmeye razı olurdu. Sansasyon medyası her şeyi ama her şeyi “fazladan” gördü ama bu basit hakikati neredeyse bir yıl görmemekte inat etti. İnat ediyor. Onunla birlikte siyasetçiler, hak savunucuları, gazeteciler, insan hakları kuruluşları, barolar ve maalesef kadın örgütleri de görmedi bunu. Şimdi zaten herkes başını tümden başka yöne çevirmiş durumda.

Oysa bu konuda bir tek cümle bile kurmuş olan, Narin’in ailesinin bu korkunç cinayete ortak olduğu bilgisini benimseyerek bu konuda haber, yayın ya da yorum yapmış olan herkesin ama herkesin belirmekte olan yeni tabloya eğilme sorumluluğu var.” https://bianet.org/yazi/erzincanda-yuksel-ve-enesle-309446

[6] İlginçtir ki soruşturmanın ilk evrelerinde İsmail Saymaz bu ihtimali ortaya koyma cesaretini göstermişti; diğer herkes gariban/maraba(!) ya da Güranlar’ın işçisi(!) olarak kodlanan komşuyu görmezden gelirken. Sanki cinayet suçu için sınıfsal ya da bireysel bir karakteristik şartı varmış gibi.

[7] Bu arada ellerinde cesetle patikadan aşağı doğru yürüdükleri iddia edilen iki yetişkin insanın karartı kabilinden dahi olsa kamera görüntüleri nerede?

[8] Bir diğer kahredici nokta ise Narin’in iç vajen bölgesinde ve iç çamaşırında erkek üreme hormonu psa bulgusuna rastlanması. Fakat ne acıdır ki bu bulgu, akla ilk gelmesi gereken pedofili içerikli bir saldırı ile değil de, Narin’in eve vardığı esnada şahit olduğu muhtemel yasak ilişki sonrası kendisine müdahale edilmesi ve boğuşma esnasında bu psa sıvısının kendisine bulaşmış olma ihtimali ile açıklanmaya çalışıldı. İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez mi demek lazım acaba?