SARI VE MAVİ
Seksen model traktörün römorkunda gidilebilecek en uzak tarihe doğru yol aldığımızda ben yedi yaşındaydım, o ise on iki binli yaşlarında. Oldukça güzel ve oldukça asil olduğunu onu gören herkes anlatıyordu, bense onu ilk defa görecektim. İlk defa ciğerlerim onun havasıyla dolacaktı. İlk defa gözlerime onun sarısı çarpacaktı. İlk defa kulaklarıma zarif nar yapraklarının sesi dolacaktı. İlk defa ayaklarım binlerce yıllık taş yollarında küçük izler bırakacaktı. Nefessiz kalmamda, yaylanan römorkun sarsıntılarının payı yadsınamaz ama nefesimin boğazımda düğümlenmesinin asıl sebebi ona varacak yolun heyecanıydı. Heyecanımın nedeni: Hasankeyf!
Şarkılara eşlik için ellerle tutulan tempoya, tekerleklerin ve egzozun sesi de karışıyordu. Ben ihtar olduğu üzere, römorkun kenarlarından sımsıkı tutuyor ve kesinlikle ayağa kalkmıyordum. Cılız vücudum için sarsıntılar bir yana, rüzgâr bile tehdit oluşturuyordu. Hani bir bulut üflese düşecektim ama o bulutun bugün havada yeri yoktu. Güneşli bir pazar olacaktı. Yükseldikçe yakıcılığı misli seviyede artacak olan güneş, yüzünü yenice gösteriyordu. Muhtemelen dağlara kilitlenen gözlerimi fark etse, “Bu dağlar benim ışığımla, benim ısımla sarardı,” diyecekti. Gururdan göğsü kabardıkça da gözlerimi kısmak zorunda kalacaktım. Sarı bir hakikatin içindeydim. Dağ, güneş, yol, ekinler, anızlar, tınazlar birbirinden farklı tonlarda sarı ve birbirlerine çok yakışıyorlardı. Çok sonraları Van Gogh’un Tınazlarla Buğday Tarlaları ve Orakçı tablosunu görünce bu ân’ı hatırlayacaktım. Hatırlayacak ve hep o günlerin heyecanını anlatacak kelimeleri yan yana dizmekte zorluk çekecektim. Zorluğun nedeni: Hatıralar!
Babam traktörün kafa kısmında amcamın yanında oturuyor, ikide bir arkaya bakıyor, oturduğumdan emin olunca da önüne dönüyordu. Tıngır mıngır bir yol. Sallanıp duruyordu bedenleri. Bıyığının altından kalın dudakları hareket ediyordu. Rüzgâr, gömleğinin düğmelerini açmış, oradan içine doluyordu. Göğsünde havadan bir hareketlenme. Gözleri sarı tepeliklerde olan annemse eltilerinin arasında oturuyordu. Sarsıntılardan midesi bulanıyor, ondan sebep römorka dolan neşeye ortak olduğu söylenemezdi. Hüzünlü yüzünü takınmış. Sorunca, beni yol tutuyor biliyorsunuz, diyor. Bilmemizi istediği kadarını biliyoruz. Bir de, Şuralar çok güzel, diyor. “Yazık,” kelimesi sert ünlemle dudaklarından dökülüyor. Ünlemin nedeni: Ah’lar, henüz farkında olmadığım ah’lar!
Yarım saat demişlerdi ama bu yarım saat diğer yarım saatler gibi hemencecik geçmedi. Ulaşılan yerin kıymetine, heyecanına göre dakikaların aklı ve tabiatı şaşmış, zaman geçmek bilmiyordu. Kendimi oyalamak için oyunlar kuruyorum. Yol kenarındaki ağaçları sayıyorum, hemencecik tükeniyordu. Koyun sürüsünden kuzuları saymaya çalışmak vardı mesela, o da kısa sürüyordu. Zamanın geçmesi için ne yapsam faydasız. Yüreğimdeki saatin dişli çarkları arasına bir taş sıkışmış da kadranlar hareketi unutmuş gibiydi. Ama devam ettim, inat ettim. Saniyelerin geçmesi için saatlerdir diretiyordum sanki. Tepelerde oyuklar görüyordum. Sordum, annem duymuyordu. Sesimi bastırıyordu traktörün sesi. Tekrarladım, daha gür sesle. Annem “Mağara” dedi, “Onlar mağara ama söz ver mağaralara girmeyeceksin.” Tamam, deyip mağaraları saymaya devam ettim. Yirmi yedi, yirmi sekiz, yirmi dokuz, yirmi on… Henüz otuza kadar sayamadığım yaşlardayım. Başa alıyorum. Bir, iki, üç, dört… Arada kaçırdıklarım saydıklarımdan fazla. Gücüm ve matematiğim yetmiyor saymaya. Yüksek sesle sordum, “Anne neden mağaralara girmeyeyim?” Duymadı. Yineledim sorumu. Bu sefer daha yüksek sesle. Annemin yanındaki yengem sorumu cevapladı, “Mağarada dışarıdakiler[1] var.” Annem eltisine döndü, gözlerini belertti, kızdı. Sonra kolumdan tuttu, yanına çekti. Koltuğun arasına aldı, “Hayır, hayır kimse yok içlerinde. Tozludur, diye dedim.” Hem annemin ısrarının nedenini hem yengenim dışarıdakiler dediği insanları merak ettim. Sık duyuyordum bu kelimeyi. Annem beni o kadar sıkı kavramıştı ki bunu soracak halim yoktu. Bir süre böyle devam ettik. Annemin sıcaklığı ve sarı tonlar. Römorktakilerin kafası birden sola dönünce orada bir şeyler olduğunu anladım. Annemin koltuğunun altından çıkıp baktım. “S” şeklinde zarif bir nehir, masmavi parlıyor, nehrin taşlık yerlerinde ise beyaz köpükler oluşuyordu. Çenemi koluma koyup hayranlıkla izlemeye başladım. Traktörün sarsıntıları arasından suyun dinlendiriciliğine bıraktım kendimi. Suyun adı: huzur, nehrin adı: Dicle.
Sordum, “Ne zaman varacağız?” diye. Belki yüzüncü soruşumdu bu, yine “Az kaldı” diye cevapladı annem, sonra ekledi “Şu tepeliğin ardından görünecek.” İlk görüneceği ânı kaçırmamak için gözlerimi tepeye diktim. Yine sarı. Ama bu sefer yanında akan güzel bir mavi var, bir de yer yer yeşil sazlıklar… Hiçbir şey kaçırmamak için gözlerimi kırpmamaya çalışıyordum. “Anne, güzel mi?” Annem sorularımla yorulmuş, artık sabit bir tonlamayla cevap veriyordu, “Güzel, hem de çok güzel.” Annemin cevabını sesli tekrarladım: Güzel, hem de çok güzel. Ona öykündüğümü sandı. Kaşlarını çattı. Gözlerimi nehre çevirdim. Nehirde balık tutan adamları gördüm. Van Gogh’un, Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise köyünde çizdiği buğday tarlasındaki orakçı gibi görünüyorlardı. Varla yok arasında. Belli belirsiz boyutlarda, etrafındaki renklerle bütünleşmiş. Tek farkı sarı yerine mavi olması; kurumuş buğday başakları yerine, gür akan bir nehrin sularıydı. Beş balıkçı! Babam da fark etti onları. Babam ve amcam da fırsat buldukça balığa çıkarlardı. Traktörün direksiyona yapışmış amcama gösterdi nehirdeki balıkçıları. Amcam, selamlamak niyetiyle korna çaldı. Balıkçılar bu selama ellerini kaldırarak cevap verdiler. Balıkçılar geride kaldı ama hâlâ gözlerim onlardaydı. Biri arabaların iç lastiğiyle yapılmış sal benzeri keleğin üzerinde biri nehrinde yüzerek ağı çekiyorlardı. Diğerleri ise ağa dolanan balıkları çıkarıp kumluğa doğru fırlatmakla meşguldü. Babamla daha önce birkaç kez balığa çıkmışlığım vardı. Kumluğa attıkları ve henüz çırpınan balıkları tekrar suya atmıştım son seferinde. Komşumuz durumu fark edince babamı uyarmıştı. Ben de bir daha onlar eşlik edemedim zaten. Ben o güne dalarken annem beni dürttü, “Bak Hasankeyf göründü!” O gün ilk defa gördüm Hasankeyf’i. Sonraki görmelerimde hep o günü hatırladım.
Beyaz
Hasankeyf’i anlatmak birçok bakımdan zordur. Güçlü bir anlatma isteğiyle bu yazı için masaya oturduğumda yazıya nereden başlayacağımı bilmiyordum. Günlerce masadan tek kelime bile yazmadan kalktım. Açtığım beyaz sayfalar hiç bu kadar boş kalmazdı. Cümleler son anda soruya dönüşüyor. Onlarca soru! Ardı ardına! Hasankeyf nedir? Hasankeyf kimdir? Hasankeyf bilim midir, duygu mudur? Sanat mıdır, doğa mıdır? Hasankeyf çiçek midir, böcek midir? Kehribar mıdır, çakıl mıdır? Hasankeyf ne zamandır ve niçindir? Hasankeyf isyan mıdır, nisyan mıdır? Sorular soruları kovaladı. Cevap utangaç bir Fırat kaplumbağası gibi bir türlü kafasını göstermiyordu. İçlerinden çıkamadığım bu sorularla içimdeki Hasankeyf’e ulaşmaya çalıştım. Sorular beni zamanda bir geriye bir ileriye götürdü. İlk gördüğüm günün büyüsünden Hasankeyf’i son gördüğüm günün hüznüne… Tüm bu zamanların toplamı gözümün önünden film şeridi gibi geçerken sorular da flaşlarını çakmaya devam ediyordu. Lucio Fontana’nın beyaz tuvale attığı kesikler gibi duruyordu her şey. Birazdan o kesiklerden Hasankeyf’i olduran ne varsa sızacaktı sanki. Otlarıyla, ağaçlarıyla, böcekleriyle, sürüngenleriyle, kuşlarıyla...
Hasankeyf’i ne zaman anlatmaya başlasam bir çocuk rehberin heyecanını kuşandığımı fark ettim. Yine öyle oluyor. Adından başladım hatırlamaya. Diyarbakır ve çevresini ele geçiren Roma İmparatoru II. Constantius bölgeyi Sasanilerin akınına karşı korumak için Hasankeyf kalesini inşa ettirir. Kalenin inşasıyla Hıristiyanlık bölgede hızla yayılır ve Hasankeyf, Süryani piskoposluğun merkezi haline gelir. MS. 451 yılında Khalkedon (Kadıköy) konsilinde ise Hasankeyf piskoposluğuna, kardinal unvanı verilir.
“Kefa” ismi ilk defa bu konsilde geçmiştir. Süryanice “kaya” anlamına gelen “kifo” kelimesinden ya da Asurca “kipani” kelimesinde geldiği düşünülüyor. Birçok kültürün yaşadığı şehrin ismi Süryanicede Hesna Kepha, Arapçada ise Hisni Keyfa şeklinde tercüme edilip “kaya hisarı” anlamını veriyor. Kürtçede ise adı Heskîf’tir. Şehrin adı Osmanlı zamanında bugünkü şekli olan “Hasankeyf”e dönüşür. Kâtip Çelebi ise buraya Ra’s al Ghul (Gülün başı) denildiğini yazıyor.
Aç Parantez - Popüler kültürden bir not: “Ra’s al Ghul” Batman çizgi romanında ölümsüz baş düşmanlardan biridir ve soyu Haşhaşilere dayanır. Talia Al Ghul ve Nyssa Al Ghul’ün babası. Batman ve Talia’dan çocuğu Damian Wayne’nin dedesidir. Damian Wayne, Batman’in yerine geçmesi için tasarlanmış bir Robin karakteri. Kapa Parantez
Hasankeyf isminin bir efsanesi de var. Bu hikâyeye göre, tarihi belirsiz bir vakitte Hasan adlı bir çoban ile sultanın kızı birbirlerine âşık olmuşlar. Durumdan haberdar olan sultan, ne olursa olsun bu aşkı bitirmeye, sevenleri ayırmaya karar vermiş. Çünkü bu onun için bir itibar meselesiymiş. Ne yapmış, ne etmişse de ayıramamış, buluşmalarına engel olamamış. Zamanla çiftin aşkı iyice alevlenecek ve artık önüne geçilemeyecek bir hâl alacak korkusuyla sultan kesin bir çözüme varmak istemiş ve çobanı zindana atmaya karar vermiş. Yalnız bu da âşıkların görüşmesini engelleyememiş. Sultanın kızı şehrin kayaları arasından zindana giden bir geçit keşfetmiş. Saraydan kaçıp gizli gizli Hasan'ı görmeye gidermiş bu geçitten. Bunu öğrenen sultan, kızını da bir Hasankeyf Kalesi’nde bunulana saraya hapsetmiş. Ama bunun da yeterli bir önlem olamayacağını düşünüp en sonunda Hasan'ı öldürtmeye karar vermiş. Adamlarına Hasan'ın son isteği yerine getirildikten sonra öldürülmesini emretmiş. Hasan'a son isteği sorulmuş. O da, "Koyunlarımla son kez şehri gezmek istiyorum," demiş. İsteği kabul edilmiş ve muhafızların gözetiminde sürüsünün başına geçmiş. Sürüsüyle Dicle Nehri üzerindeki köprüye varmış. Uzun uzun sarayı izlemiş. O sırada sultanın kızı, sevdiğinin hasretine daha fazla dayanamayıp sarayın penceresinden Dicle’nin sularına atlamış. Tüm bunlara şahit olan Hasan, artık kimsenin onları ayıramayacağı bir yerde, öbür dünyada kavuşacaklarına inandığı için "Bugün Hasan'ın keyif günüdür," deyip sevdiğinin arkasından Dicle Nehri’ne atlamış. İki âşık, nehrin sularında can vermiş. Olaya şahit olanlar, bunu “Hasan’ın keyfi” olarak anlatıp durmuş. Zaman içinde Hasankeyf olarak değişmiş bu. Yöre halkının kulağına bu aşk hikâyesi şehrin isminin karşılığı olmuş durumda.
İsmi ister aşktan ister kayadan gelsin Hasankeyf, “medeniyetlerin beşiği”, “mağaralar şehri” olarak da anılır. Şimdilerde bu medeniyet sular altında.
Kara
Bu kez ünlemler var! Zero sanat akımından Otto Piene’in siyah lekelerinin renkleri örttüğü tablolar gibi korkunç çığlıklar taşıyor bu ünlemler! Hasankeyf’in renklerine karaya yayılıyor! Çünkü yokediliş, mahvediliş Hasankeyf’i ait olduğu medeniyetten uzaklaştırdı! Bir kısmını sulara gömdü, bir kısmını anlamsız yerlere taşıdı! Hasankeyf bu yıkıma adım adım sürüklendi! Gündüz tüm güzelliğini gözlerimizin önüne sererken geceleri çığlığa dönüşüyordu manzarası! Karanlık basınca Dicle’nin yakarışı ortaya çıkardı! Bir silüet! Köprünün ayağı, geceleri yüzünü göğe dönüp çığlık atan kadına dönüşüyor! Yıkıntılarla çığlığın bir temsili! Bazen Mehmed Uzun’un kitabının adıyla da anıyorduk bu silüeti: “Hawara Dîcleyê” Yaklaşan tehlikeyi duyurmaya çalışan bu yakarış, suların yükselmesiyle beraber artık kayboldu! Batman’dan fotoğrafçı arkadaşlarla defalarca fotoğrafladığımız çığlık kesildi, barajın suları örttü üstünü!
Bugün sulara gömülü olan Hasankeyf Köprüsü hakkında 13. yüzyıl Arap yazarlarından İbn Şeddâd da şu bilgileri veriyor:
“Köprü taştan inşa edilmiştir. Ancak ortası ahşap bir tavandır, düşman şehre saldırınca mevzilere çekilinir ve köprü kapanır. İçerde kalanlar ise mevzilerde dolaşır ve orada ikamet edilirdi.”[2]
Venedikli seyyah Giosofat Barbaro, Hasankeyf’ten Bitlis’e giderken Dicle Nehri üzerindeki taş bir köprüden geçtiğini ancak bu taş köprünün orta kemerinin ahşaptan yapıldığını gezi notlarında ifade etmiştir. Barbaro, 15. yüzyılda geçtiği bu köprüyü şöyle tanımlamaktadır:
“Köprünün su içindeki orta kemeri o kadar yüksek ve geniştir ki, altından 300 fıçılık bir gemi bütün yelkenleri açık olarak geçebilir. Gerçekten, çok kere köprünün üzerinde durup nehre baktığım zamanlar, bu kadar yükseklikten dolayı bana korku gelirdi. Köprü fevkalade ve kayda şayan özelliktedir.”[3]
Köprüsü de kalesi de yok artık Hasankeyf’in! Tüm renkleri de hüsrana döndü! Ve kara! Yasını hep sürdürecek bir kara!
Gri
İnsanın doğup büyüdüğü şehirde, çocukluğuna kolay dönebildiği mekânları vardır. En çok oralarda kendidir insan. Benim için bu mekânlar çocukken yoğurt sattığım Sanayi Mahallesi’nin sokakları ve Hasankeyf’tir. Batman’a her döndüğümde o sokaklara ve Hasankeyf’e mutlaka uğrardım. Son seferi benim için en zor olanıydı. Hasankeyf’e gitmek istiyor ama karşılaşacağım tahribattan korkuyordum. Uzun bir tereddütten sonra gitmeye karar verdim. Yol boyunca Zero’dan Günther Uecker’ın tenimde hissettiğim gri çivileri, mıh olup deldi geçti beni Hasankeyf’in son halini gördüğümde.
Yedi yaşındayken Hasankeyf’i ilk gördüğüm günü, keleklerle nehirden geçtiğimiz günleri, botlarla rafting yaptığımız günü, özel günler için toplaştığımız anları, uyku tutmayan gecelerde Dicle’nin sesine sığındığım günleri, şarkılarla sabahladığımız, şenlik ateşin etrafında halay çektiğimiz günleri hatırladım. Tüm güzel günleri art arda hatırlamak genellikle bir şeylerin sonuna denk gelir. O son Hasankeyf’indi.
[1] Kürt gerillaları halk dilinde Kürtçe olarak “ên derve” olarak da adlandırılır (Türkçesi: Dışarıdakiler).
[2] Alıntı, referans: http://www.turizmhaberleri.com/koseyazisi.asp?ID=3324
[3] Viaggio di Barbaro alla Tana e nella Persia, (trc. W. Thomas Taraf), Londra 1873, s. 1-101 (Aktaran: Semavi Eyice, https://islamansiklopedisi.org.tr/dicle-koprusu--hasankeyf)