Beyrut'taki dairemin pencereleri patlamaların şiddetiyle sallandı. Çığlıkları, dehşeti, ölümü duydum. Haftalardır doğru düzgün uyuyamıyorum. Çevremizde patlamalar, içimizde korku varken kim uyuyabilir, hatta dinlenebilir ki?
Üç haftadan fazla bir süredir İsrail, Beyrut'u bombalıyor ve ezeli düşmanı olan Lübnanlı militan siyasi ve paramiliter güç Hizbullah'ı hedef almak için güneydeki bölgelere asker gönderiyor. Geçen yıl boyunca, çoğu son birkaç haftada olmak üzere 2.300'den fazla insan hayatını kaybetti, 10 binden fazla kişi yaralandı ve bir milyon kişi yerinden edildi. Son saldırılarda en az 127 çocuk hayatını kaybetti.
Hiçbir yer güvenli değil; kimse emniyette değil. Bu, yaşam değil; ölüm ihtimali için acı verici bir bekleyiş. Aslında, son 50 yıldır Lübnan’da yaşamak, sıradaki felaketi beklemek gibi bir şey.
Önce 1975’ten 1990’a kadar süren ve 150 bin insanın ölümüne, ülkenin harap olmasına yol açan iç savaş vardı. Ardından yıllar içinde çoğu Hizbullah muhalifi siyasetçi, gazeteci ve aktivistlere yönelik bir dizi suikast yaşandı; 2006’da İsrail ve Hizbullah arasındaki yıkıcı savaş ve 2019’da modern tarihin en ağır ekonomik çöküşlerinden biri gerçekleşti. Ertesi yıl, Beyrut Limanı’ndaki felaket niteliğindeki patlama bir başka büyük hadiseydi: tarihteki nükleer olmayan en yıkıcı patlamalardan biri, kentin büyük kısmını harap etti. Lübnan, yoksulluk, evsizlik, işsizlik, güvenlik açığı, ilaç, elektrik ve su kaynaklarından mahrumiyet gibi sorunlarla daha da derin bir uçuruma itildi. Jeneratörler ve su sevkiyatı hayatın temel bir parçası haline geldi.
Burada o kadar çok savaş ve trajediye tanık oldum ki bazen kendimi 100 yaşında gibi hissediyorum.
Babam Atallah, İsrail sınırında, güney Lübnan’da, Yaroun adında güzel bir köydendi. Ölmeden önceki son dileğini yerine getirerek onu geçen yıl orada defnettik. Bu ay babamın memleketi yerle bir oldu. Yaroun'un kaç kez küllerinden yeniden doğduğunu biliyor musunuz? Son yıllarda Lübnan halkı için sıkça kullanılan metafor anka kuşudur. Dirençli olduğumuz, toparlanmayı bildiğimiz, elimizdekilerle yetindiğimiz, bir yol bulduğumuz söylenir. Yiğit ve dirençli Lübnanlılar!
Biz de eskiden bu niteliğimizi değerli bulurduk; onunla açıkça övünür veya içten içe gizlice takdir ederdik. “Hemen ayağa kalkıyoruz,” derdik kendimize ve başkalarına. “Bakın nasıl toparlanıyoruz.” Ama, giderek daha fazla insanın Lübnanlıların direncinden öfkeyle, hatta küçümsemeyle söz ettiğini duyuyorum. Artık dirençli olmak istemiyoruz; sadece yaşamak, geleceğe dair bir hisle yaşamak istiyoruz – sorunlarımızı görmezden gelme ve geçmişe kayıtsız kalma eğilimimizi körükleyen bu “anı yaşa” varoluşuyla yetinmek istemiyoruz.
Lübnan halkı sanki ebediyen zarar görmeye mahkûm edilmiş gibi. Suçu dış güçlere atmak kolay ve haklı bir yaklaşım: Lübnan’ın on yıllardır süren sorunlarının sorumluluğunu İsrail’e, İran’a, Suriye’ye ve özellikle eski sömürgeci güç Fransa’nın, genel olarak da Avrupa’nın müdahalede yetersiz kalmasına yüklemek mümkün. Aynı şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi Makyavelizmi’ne ve İsrail’i körü körüne desteklemesine de –özellikle Biden yönetiminin İsrail’in askerî harekatını durdurma çabalarına kayıtsız kalma kararına– suç yüklenebilir. Hepsi, onlarca yıldır sıkışıp kaldığımız bu cehennemî kısır döngüye katkıda bulundu.
Bu son çatışma, İsrail’in aşırı sağcı radikalizmi, orantısız şiddeti, açgözlü yayılmacılığı ve acımasız savaşlarıyla bize getirdiği sayısız trajediden sadece biri. Hizbullah da aşırı dinî görüşleri, İran’a bağlılığı ve yıllardır Lübnan devletini rehine gibi tutmasıyla yıkım getirdi. İsrail ve İran birbirini tehdit ederken, biz ölüyoruz.
Ancak artık Lübnan halkı olarak bizim de sorumluluğumuz olduğunu kabul etmenin zamanı geldi. Gerekli dersleri almakta tekrar tekrar başarısız oluyoruz. Çoğunluk, mezhepsel dürtülere hitap eden ve klientalizmin cazibesiyle halkı kontrol altında tutan yozlaşmış savaş ağalarını desteklemeye devam ediyor; bu kişiler, bizzat zayıflatılmasına katkıda bulundukları devlet kurumlarının yerini alıyor. Artık kafamızı kumdan çıkarıp, gerçek bir demokratik ve seküler devlet kurmak için birlikte çalışma zamanı.
Geçen ayın sonunda, Şii Amal Hareketi’nin lideri ve Hizbullah müttefiki olan, aynı zamanda daimi parlamento sözcümüz Nebih Berri, devletin “yokluğu”ndan ve son saldırılar nedeniyle yerinden edilen insanların ihtiyaçlarını karşılayamadığından bahsettiği zaman gözlerimi devirmeden edemedim. 32 yıldır bu devletin ana unsurlarından biri olan Berri, onu içten içe yiyip bitiren siyasi ve ekonomik yolsuzluğun bir simgesi.
Bu cehennemî yıkımın, Hizbullah’ın ülke üzerindeki hâkimiyetine karşı tek çözüm olduğunu kabul edemiyorum. Bu amansız katliama karşı bir siyasi alternatif olmadığı fikrini reddediyorum. Adalet hiçbir zaman masumları öldürmeyi içermemeli ve intikam asla barış getiremez. Bu tür gerçekler aşikâr görünüyor, ama kimse onlara inanmıyor.
Ülkemde artık bir çatısı, güvenliği ya da kaynakları olmayan, korkmuş, zayıf ve çaresiz insanları düşünün. Evleri bombalandığı ya da bombalanabileceği için sokaklarda uyuyan çocukları düşünün. Otoparklarda ve meydanlarda yaşayan binlerce kişiyi görün. Her şeylerini geride bıraktılar ve bilinmeyene doğru yola çıktılar. Bu masum insanların acısı kalbimi kırıyor; tıpkı geçen yıl Gazze’deki masum insanların çektiği acı gibi, tıpkı onlarca yıldır Filistin’deki masum insanların çektiği acı gibi.
Bu eşzamanlı trajediler yaşanırken dünyanın suç ortaklığı ve insanlıktan uzaklığı beni derinden sarsıyor. En üst yönetim kademelerinde bu durumu düzeltme aciliyeti yok; yalnızca vicdan rahatlatmak için verilen boş vaatler ve kınamalar var. Umuda yer var mı, bilmiyorum. Karanlık sonsuz gibi geliyor. Umut nereden gelebilir? Küresel siyasette sinizm hakim. Burada geçen her an sanki ödünç alınmış gibi ya da hayatın kırılganlığını hatırlatıyor. Her nefes bir meydan okuma gibi. Belki de tek umudumuz biziz.
İngilizceden çeviren: Barış Özkul