Saf Aptallığın Eleştirisi – İkinci Trump Devrini Anlamak

İlk ve ikinci Trump yönetimleri, birbirinden oldukça farklı eleştirel tepkiler doğurdu. 2016’daki şok ve sonrasında yaşananlar, yalnızca ABD’de değil, aynı yıl Brexit referandumunun temel gerçekleri ve rakamları çarpıtan bir kampanyayla kazanıldığı Britanya’da da nesnel bilginin kaderine dair liberal bir endişe dalgası başlattı. Bu epistemik çöküşü tanımlamak için kısa sürede zengin bir sözcük dağarcığı oluştu. Oxford Sözlükleri, “post-truth” (hakikat sonrası) ifadesini 2016’nın kelimesi ilan etti; Merriam-Webster ise “surreal”i (gerçeküstü). İnternetteki botlar ve Rus trol çiftlikleri tarafından pompalanan “sahte haber” belası, profesyonel gazeteciliğin sosyal medyanın yükselişi karşısında ölümcül şekilde yara aldığını düşündürdü. Ve başkanlık danışmanı Kellyanne Conway’in, Trump’ın 2017 başındaki yemin töreninden sadece birkaç gün sonra “alternatif gerçekler” ifadesini icat etmesiyle, yeni yönetimin yalancılığı neredeyse resmileşmiş oldu.

Bu “hakikat paniği”nin istenmeyen bir yan etkisi, aslında karşı çıkmayı hedeflediği kişileri cesaretlendirmek oldu. “Sahte” kelimesi Trump’ın en sevdiği azarlamalardan biriydi; özellikle kendisi ve çevresi hakkında istenmeyen gerçekleri yazan medya kuruluşlarına karşı kullanıyordu. Güçlü bir şekilde büyüyen MAGA medyası, başkanın yalanlarını ve inkârlarını daha da büyüttü. Liberal uzmanlığın araçları, bu tür pervasız ikiyüzlülüğü hesaba çekmede yetersiz görünüyordu. O dönemin başvurulan isimlerinden biri, 1951 tarihli Totalitarizmin Kökenleri adlı kitabında “Totaliter yönetimin ideal öznesi, inançlı bir Nazi ya da adanmış bir komünist değil; gerçek ile kurgu arasındaki farkın artık var olmadığı insanlar” diye yazan, Almanya doğumlu yazar ve filozof Hannah Arendt’ti.

2025’e geldiğimizde ise suçlamaların tonu değişmiş durumda. Pek çoğumuz için esas mesele, bir yalanlar çağında değil, bir aptallık çağında yaşıyor oluşumuz. Bu teşhis, siyasi yelpazenin farklı kesimlerinde de yankı buluyor. Ocak ayında merkez çizgideki köşe yazarı David Brooks, New York Times’ta “Aptallığın Altı İlkesi” başlıklı bir makale kaleme aldı. Yeni yönetim, diye yazdı Brooks, “şu soruyu tümüyle göz ardı eden bir biçimde davranıyor: Bunun ardından ne gelir?”

Mart ayında, belki de ideal bir akıl hocası sayılmayacak Hillary Clinton, aynı gazetede “Daha Ne Kadar Aptallaşılabilir?” başlıklı bir makale yayımladı. “Beni rahatsız eden şey ikiyüzlülük değil,” diyordu Clinton, “aptallık.” Nisan ayında ise Marksist yazar ve entelektüel Richard Seymour, “Tarihsel Bir Güç Olarak Aptallık” başlıklı bir deneme yayımladı. Arendt’in yerine Seymour, Troçki’den alıntı yapıyordu: “Siyasi eğri aşağı yöneldiğinde, toplumsal düşünceye aptallık egemen olur” – yani gerici güçler üstün geldiğinde, akıl hakaret ve önyargıya yenik düşer.

Trump’ın yalanları 2016’dakinden ne daha seyrek ne de daha örtük; ama artık tanıdık, çoktan kanıksanmış gibi geliyor. Trump’ın siyasal kariyerinin onuncu yılında “hakikatle savaş” hakkında daha başka ne söylenebilir?

Yine de ikinci Trump yönetiminin en az iki yönü yeni ve açık biçimde “aptalca”. Birincisi, Atlantic dergisinin editörünün, ABD’nin askeri operasyonlarına dair bir Signal grup sohbetine yanlışlıkla eklenmesine yol açan türden bir karmaşa ve beceriksizliktir – ki bu grupta başkan yardımcısı ve savunma bakanı da bulunmaktadır. İkincisi ise, tıpkı gümrük tarifeleri ya da tıbbi araştırmaların bütçesinin kesilmesi gibi, Trump’ın destekçilerine ve çıkar çevrelerine –seçmenlerinden hiç bahsetmiyoruz bile– herhangi bir fayda sağlamadan derin zararlar verecek politikalarda ısrarcı ve anlaşılmaz bir kararlılıkla ilerlemektir.

Aşı karşıtı, sözde sağlıklı yaşam savunucusu bir ismin sağlık ve insan hizmetleri bakanı yapılması, yalnızca hakikatten bir kopuş değildir; insanın ilerleyişine doğrudan bir saldırı gibi hissedilmektedir. Utah ve Florida’da, Robert F. Kennedy Jr.’ın baskısıyla içme suyundaki florürü yasaklayan yasalar, kanıta dayalı yönetişim fikrine karşı beslenen yeni bir husumetin işaretidir. Trump’ın birinci döneminden ikinciye geçiş, irrasyonelliğin kamusal akıl yürütme alanından devletin damarlarına yayılmasıyla sonuçlandı.

Başkalarının eylemlerini yorumlarken temel bir ilke, insanların davranışlarının arkasında gerekçeler olduğuna inanmaktır – bu gerekçeler duygusal, dar görüşlü ya da çıkarcı olsa bile. Grup sohbeti fiyaskosu ve gümrük tarifeleri karmaşasının ardından, sosyal medya kullanıcıları bir tür oyuna girişerek Trump yönetiminin eylemlerini kendi favori açıklama kalıplarına uydurmaya çalıştılar. SignalGate mutlaka kasıtlı olmalıydı; tarifeler, doları çökertip belli ekonomik grupların çıkarını korumaya dönük büyük bir plan olmalıydı. Oysa bu tür aptalca eylemlere giderek daha karmaşık açıklamalar getirme çabası, yanlışlıkla bu eylemlere bir tür zekâ atfetmeye yol açıyor – siyaset bilimci Robyn Marasco’nun şu tespitini doğrular biçimde: “Komplo teorisi, güce duyulan bir aşk ilişkisidir ama eleştiri kisvesiyle ortaya çıkar.”

Bu tür spekülasyonlar genellikle, aptallık suçlamasını daha da ileri götüren bir itirazla karşılanıyor. Hayır, deniyor, Trump ve çevresi dört boyutlu satranç oynamıyor – sadece en yüksek makama delirmiş bir adamın getirilmesinin ve onun etrafını ehliyetsiz, düşük profilli yandaşlarla doldurmasının sonuçlarına tanıklık ediyoruz. Siyasi sosyoloji yetersiz kaldığında, boşluğu tıbbi psikiyatri ve üstü kapalı bir sosyal Darvinizm dolduruyor.

Trump yönetiminin ikinci döneminin ilk aylarında, Mike Judge’ın 2006 yapımı Idiocracy (Aptokrasi) adlı filmiyle yapılan karşılaştırmalar yeniden gündeme geldi. Filmde, ortalama zekâya sahip bir asker beş yüz yıl sonrasında uyanır ve ABD’nin tam anlamıyla aptallıkla yönetildiğini görür. Kültürel, teknolojik ve ekolojik açıdan çizilen bu tablo günümüzde neredeyse kehanet gibi görünüyor: Atık ve kirlilik kontrolden çıkmıştır. Başkan, profesyonel güreş yıldızlarını andıran tarz ve tavırları olan bir televizyon ünlüsüdür. Doktorların yerini hantal teşhis makineleri almıştır. Tüketiciler, ekran başında reklam ve slogan yağmuruna tutulur ve bunları birer internet “meme”i gibi tekrarlar. Asker, başarısız tarım ürünlerini sulamak için Gatorade benzeri bir içecek kullanan halka su kullanmalarını tavsiye ettiğinde, üretici şirketin kârı düşünce bu işe yarar öneri derhal terk edilir. İnsanlar ona sırt çevirdiğinde, asker çaresizlikle sorar: “Size yardım etmeye çalışan tek kişiyi havaya uçurmak istediğiniz bir dünyada yaşamak istiyor musunuz gerçekten?” Ve evet, öyle yaşamak istedikleri anlaşılır.

Sersemleten bir tüketimcilik ve kâr maksimizasyonu çağında yaşıyor olmamız, bu “aptallık çağı”nın belirtileri olarak tanımlanabilir. Ancak Judge’ın hicivinin temel varsayımı politik olarak son derece sorunludur: ABD’nin yüzyıllar içinde bu çöküşe sürüklenmesinin nedeni, “zeki” insanların (filmde takıntılı profesyoneller olarak betimlenen) çocuk yapmayı bırakması; buna karşın “aptal” insanların (şiddete meyilli, kenar mahallelerde yaşayanlar olarak resmedilen) üremeye devam etmesi ve sonunda gen havuzunu aptallıkla doldurmasıdır. Irksal öjenizm, nüfus politikaları ve IQ takıntısının yeniden yükselişe geçtiği bir dönemde, bu düşünce çizgisi ne liberallerin ne de solcuların kolayca benimseyebileceği bir şeydir. Ama öte yandan, gerici “aptallık” karşıtlarının bazen kendi içlerinde öjenist fanteziler barındırmadığından da kim emin olabilir? Brexit oylamasının ardından –tıpkı gümrük vergileri gibi, görünüşte ekonomik açıdan kendi kendine zarar veren bir eylem– bazı liberal çevrelerde dile getirilen yorumlar, tipik “Leave” (ayrılma yanlısı) seçmenlerinin çok yaşlı olduğu, Brexit nihayet uygulandığında çoğunun ölmüş olacağı yönündeydi.

Bu karanlık fantezilere kapılmaksızın da resmî aptallığın sonunda cezalandırılacağını ummak mümkündür. Zira aptalca ekonomik politikalar, kaçınılmaz olarak aptalca siyasi stratejilere yol açmalı ve bu da iktidarın kaybıyla sonuçlanmalıdır. Britanya’nın yakın dönemdeki deneyimi bu düşünceye bir emsal sunuyor: Dönemin başbakanı Liz Truss, 2022 Eylül’ünde kendi mali doktrinlerini tahvil piyasalarının yargılarının üstünde tuttuğunda, yalnızca 49 gün sonra (İngiltere Merkez Bankası’nın da yardımıyla) görevden alınmıştı. Trump örneğinde de pek çok kişi, “aptallıkla dolu bir dünyada son akıl kalesi” olarak tahvil piyasalarına umut bağlamıştı; yani sonunda bu piyasalar, Trump gibi figürleri gerçeklerle yüzleştirmeye mecbur bırakacaktır. Bu beklenti, özellikle de başkanın çevresindeki şirket yöneticilerine mali zararlar verdiğinde belli ölçüde işe yarıyor – ama yine de sadece en uç noktadaki aptallıkları törpülüyor. Trump’ın politika A’nın sonuç B’ye yol açtığını anlayamaması yalnızca ekonomiyle sınırlı değil; üstelik bu eksiklik sadece Trump’a özgü de değil.

Bu siyasi krizin esas sorusu şu: Bu “aptallık” olgusunu ciddiye alarak nasıl tartışabiliriz; hem onu bütünüyle zihinsel ya da psikiyatrik bir bozukluğa indirgemeden, hem de akıl dışılığını sırf bireysel zayıflıklara yormadan? The Stupidity Paradox adlı kitaplarında André Spicer ve Mats Alvesson, aptallığı bireylerden ziyade toplumsal sistemlerin bir sorunu olarak ele alıyor. Onlara göre aptallık, kimi zaman “işlevsel” hale gelir; yani kurumların günlük işleyiş biçiminin bir parçası olur, fikirleri ve zekâyı engeller, – hatta bunun gözle görülür şekilde zararlı sonuçları olsa bile.

Yine de, Trumpçı aptallıkta “işlevsel” bir şey bulmak zordur. Bu daha çok örgütsel ataletten ya da düzensizlikten kaynaklanan bir sonuç değil; bizzat dünyayı anlaşılır kılan unsurlara –üniversiteler, kamu sağlığı, piyasa verileri– karşı düzenlenen kasıtlı bir tahribat saldırısıdır. Trumpçı aptallık, zeki insanların kontrolü ele geçirememesinden kaynaklanan bir yan ürün değil; tepeden inme ve dayatılmış bir gerçekliktir. Bu nedenle, onunla hem politik hem de sosyolojik düzeyde mücadele edilmesi gerekir. Ancak bunu yaparken de tam tersi bir tuzağa düşmemek gerekir: Trump ve benzerlerini “sanewashing” yoluyla, stratejik bir dehaya sahipmiş gibi göstermek, ya da davranışlarını komplocu teorilerle açıklamak, gerçeği saptırmak olur.

Hannah Arendt 1953’te şöyle yazmıştı: “Bu yüzyılın başından beri anlamsızlığın artışı, sağduyunun yitimiyle birlikte gelişti. Bu çoğu zaman yalnızca giderek artan bir aptallık biçiminde tezahür etti… Kantçı anlamda aptallık artık herkesin zaafı haline geldi ve dolayısıyla ‘tedavi edilemez’ olmaktan çıktı.”

Arendt’in bu tespiti içinde bir umut ışığı barındırıyordu. Toplumsal ölçekteki aptallık, artık bireylerin zihinsel kapasite eksikliğine indirgenemeyecek bir olguysa, o hâlde mutlaka iyileştirilebilir de olmalıydı. Arendt, hem aydınların hem de “halkın”, muhakeme yetilerini kullanmayı bırakıp, ezberlenmiş sözleri tekrarlamayı ya da sadece emirlere uymayı tercih ettiğini düşünüyordu. Ama bu eğilimi normalleştiren sosyal ve siyasal koşullar nelerdi? Arendt’e göre bunun temel nedeni, insanların düşünmek için dışarıdan bir talimat beklediği bir toplum modeliydi – ki bu, totaliterliğin ayırt edici özelliklerinden biriydi.

Aptallığın bu toplumsal modeli –yani Orwellvari biçimde beyni yıkanmış, itaat etmeye programlanmış bireyler imgesi– çağdaş otoriterliğin bir betimlemesi olarak yüzeysel bir ikna gücüne sahip olabilir. Ama bu, 20. yüzyılın sonlarında biçimlenen liberal toplumların temel bir boyutunu gözden kaçırır. Zira burada muhakeme yetisi doğrudan diktatörlükle değil, kişisel olmayan ve “aşırı zeki” veri toplama ve analiz sistemlerine havale edilerek devre dışı bırakılmıştır.

Yirminci yüzyılın ortalarındaki on yıllarda, Friedrich Hayek’in etkili biçimde savunduğu neoliberal piyasa savunusu, piyasaların birincil işlevinin toplumun bilgisini organize etmek olduğunu ısrarla vurguluyordu. Piyasalar düzgün işlediğinde ve fiyatlar serbestçe belirlendiğinde, kimsenin kendi anlık istek, arzu ve beklentilerinin ötesinde bir yargıya ihtiyaç duyması gerekmezdi. Neoliberal bir toplumda, “aptal” bir birey de “zeki” bir birey kadar başarılı olma potansiyeline sahipti, çünkü kolektif sonuçlara eninde sonunda fiyat sistemi karar verecekti.

Yirmibirinci yüzyılın başlarında, benzer argümanlar “büyük veri” için Silikon Vadisi ideologu ve Wired dergisinin eski editörü Chris Anderson tarafından, randomize kontrollü deneyler için ise Massachusetts Institute of Technology’den ekonomist Abhijit Banerjee tarafından dile getirildi: Bu sistemlerin, insanların önyargıları ve hatalarıyla malul olan teorileri, yargıları ve açıklamalarını gönül rahatlığıyla gereksiz kılacağı ileri sürüldü. Her şey nanometrik ayrıntılara kadar nicel hale getirildiğinde, ölçüme bile gerek kalmaz; yalnızca algoritmik desen tanıma yeterlidir. Tüylü, büyük kulaklı bir şeyi tanımak için “tavşan” kavramına ihtiyacınız yoktur; yalnızca bu görüntüyle en sık birlikte görünen kelimeyi tanımlayacak makineleri tasarlarsınız.

Bu nedenle insanlar, bizi aptallıktan kurtarması için tahvil piyasalarına başvurduklarında, “sağduyu”nun geri dönmesini değil, sadece belli davranışların ve politikaların diğerlerinden daha düşük puan almasını umarlar. Benzer şekilde, günümüzde çok şey vadeden büyük dil modelleri de yargı ya da zekâ sunmazlar; yalnızca çok geniş bir emsal veri kümesine dayanan eşsiz bir desen işleme gücü sunarlar. (ChatGPT gibi büyük dil modelleri kendi sınırları dâhilinde zekidir, fakat sınırlarının ötesine itildiklerinde trajikomik şekilde aptallaşırlar. Google’ın yapay zekâ destekli arama özelliğinden “you can’t lick a badger twice” [bir porsuku iki kez yalamazsın] veya “erase twice, plank once” [iki kez sil, bir kez döşe] gibi uydurma deyimlerin anlamını açıklaması istendiğinde, bu deyimlerin tamamen uydurma olduğuna aldırmadan kendinden emin bir şekilde açıklamalar yapmış, tam anlamıyla saçmalık seli üretmiştir. Profesörler de, çok iyi ya da çok kötü olmayan, ama zekiceyle aptalca arasında tuhaf bir bileşim taşıyan öğrenci ödevleri okuma deneyimini tanıyacaktır – bu, yapay zekâ yazılarının belirgin özelliğidir.)

1970’lerdeki neoliberal planlama eleştirisinden Elon Musk’ın Dogecoin hamlelerine kadar, hükümetlerin ve profesyonel otoritelerin insan kaynaklı biçimlerine yönelik siyasi saldırılar, niceliklendirme, karşılaştırma ve değerlendirme üzerine kurulu kapsayıcı teknolojilere alan açma projesiyle paralel yürümüştür. Ancak insani yargıyı azaltma hedefiyle topluma “meta” düzeyde bakabilen teknolojiler arayışı yeni değildir. İnsanlık Durumu (The Human Condition) adlı eserinde Arendt, 1957’de Sputnik’in fırlatılışını tarihsel bir dönüm noktası olarak tanımlar; çünkü bu gelişme, dünyevi olaylara dünyevi olmayan bir bakış açısı sunarak onları aşağılamanın yolunu açmıştır. Soğuk Savaş, internetin ve sayısız kontrol ve gözetim aracının doğumuna yol açan bir dönemdi ve en kapsamlı küresel bakış açısına ulaşmak için verilen bir savaştı. Düşmanın niyetlerini çözmek için hiçbir davranış veya hareket önemsiz sayılmazdı. Musk’ın uzaya duyduğu takıntı (Starlink’in şu anda yörüngede yaklaşık 8 bin uydusu bulunuyor), insani yargıya karşı takındığı umursamaz tutumla uyumludur. USAID’in Gazze’ye kondom göndermek için 50 milyon dolar harcadığını iddia ederek bütçesini kesmeye kalkışmasının gerekçesi sorulduğunda, Musk’ın tepkisi son derece kayıtsızdı: “Söylediğim bazı şeyler yanlış olabilir.”

İnsani etkinliklerin gözetim platformlarına aktarılması, doğruyla yanlışın, gerçek ile söylentinin yalnızca eşit değerde veri noktalarına dönüşmesi anlamına gelir. Yanlış bilgi ve aptalca politikalar, en az doğru bilgi ve akıllıca politikalar kadar piyasaları etkileyebilir; dolayısıyla spekülatörlere eşit fırsatlar sunar. Nisan ayında bir sabah, Trump’ın gümrük tarifesi politikasının askıya alındığına dair viral bir söylenti sonrası S&P 500 %6 arttı – Financial Times, bu söylentinin kökenini, çevrimdışı hiçbir kimliği olmayan, İsviçre merkezli ve “Walter Bloomberg” takma adını kullanan bir X (eski Twitter) kullanıcısına kadar götürdü. Bir Hayekçi bu hatanın hızla düzeltildiğini ve piyasaların bir saat içinde tekrar %6 düştüğünü söyleyebilir – ama bu, düpedüz aptalca bir gelişmeydi.

Tamamen platform-temelli bir dünyada her şey, davranışlar ve örüntüler statüsüne indirgenir; anlam, niyet ve açıklama önemsiz hale gelir. Günümüz Amerikan siyasetindeki bu eğilimi en keskin biçimde analiz edenlerden biri, siyaset bilimciler Nancy Rosenblum ve Russell Muirhead’dir; onların “yeni komploculuk” (new conspiracism) analizine göre:

Klasik komplo teorileri (örneğin JFK suikastı hakkında olanlar), aşırı derecede karmaşık nedensellik zincirleri, stratejiler ve ittifaklarla, aşırı teorik bir tahayyüle dayanır. Tutarlılık ve anlam beklentisi fazladır; rastlantısallığa tahammül ise azdır. Buna karşılık, “Yeni komploculuk, açıklama yükünden kurtulmuştur. Onun yerine ima ve sözlü jest vardır... delil değil tekrar vardır... Yeni komploculuk –sadece suçlama, delil yok– bilimsel doğrulamanın yerine toplumsal doğrulamayı koyar: Eğer bunu pek çok kişi söylüyorsa, Trump’ın meşhur ifadesiyle, bu yeterince doğrudur.”

Yeni komploculuğun teknolojik temeli, dijital platformlarda ve gerici influencerlar ile “komplo girişimcileri”nin yükselişinde yatmaktadır. QAnon tarafından yayılan komplo teorileri veya Sandy Hook okul saldırısının sahnelendiği iddiaları gibi uçuk ve anlamsız fanteziler, dünyayı açıklamak için değil; çevrimiçi etki yaratmak ve koordinasyon sağlamak için vardır. Düşmanları tanımlar ve önyargıları pekiştirirler ama herhangi bir şeyi açıklamaz ya da bir siyasi plan sunmazlar. Yeni komplocunun tek talebi, ileri sürdüğü iddiaların beğenilmesi, paylaşılması ve tekrar edilmesidir. Elde edilen etkileşim –ve gelir– her şeydir.

Bu analiz, bizi 2016 dönemine özgü “hakikat” paniğinin ötesine taşıyarak, bugünkü siyasal taşkınlığın “aptallık” sularını haritalandırmamıza yardımcı oluyor. Cumhuriyetçi politikacılar televizyonda tarifeler, aşılar ya da göçmenlik hakkında saçma iddialarda bulunduğunda, bunu “yalan söylemek” olarak mı anlamalıyız, yoksa bambaşka bir şey olarak mı? Çoğu zaman sadece, komplo ağı içinde özellikle Trump ve RFK Jr. gibi merkezlerden dışa doğru süzülerek yayılan söylemleri tekrar ediyorlar. Bazı iddialar sadakat yemini işlevi görüyor (örneğin 2020 seçimlerinin çalındığını kabul etmek), ama pek çoğu sadece zırvalık derecesinde akıl dışı; hatta Los Angeles’ı Ocak ayında harap eden yangınlar ile aynı ay 67 kişinin öldüğü uçak kazasından DEI (çeşitlilik, eşitlik, kapsayıcılık) işe alım politikalarını sorumlu tutmak gibi hastalıklı iddialar da buna dahil. Bu açıklamaları birer muhakeme ya da yorum olarak ciddiye alırsak, konuşan kişinin bilişsel yetilerini sorgulamamız gerekir; ama belki de bunları “meme”ler olarak görmek daha yerinde olur. Bu bireyler aptal gibi konuşuyor olabilir ama, nedensel açıklamanın yerini simgesel tekrarın aldığı, zamanı doldurmak ve içerik üretmek için kurulu bir medya evreninin mimarları değiller.

Aynı yazısında Arendt, aptallık üzerine düşünürken “ön” (preliminary) ve “gerçek” (true) anlayış arasında bir ayrım yapar. Mevcut kavramları belirli durumlara uygulamayı içeren bu ön anlayış, belirli bir döngüselliğe sahiptir. Akıllıca ya da doğru olabilir ama, insan eylemlerinin hakiki yeniliğiyle karşı karşıya kaldığında yetersiz kalır. Kişi en kaba aptallık biçiminden kaçınabilir, ama yine de tarihsel ve siyasal anın anlamını gerçekten kavrayamaz. En zeki kişi ya da sistem bile olayları “ön-anlayış” düzeyinde kavramaya sıkışıp kalabilir.

Arendt, yargı yetisinin yanında, insanlara daha derin bir kavrayış sağlayan ikinci bir bilişsel yeti daha olduğunu ileri sürer: hayal gücü. Arendt’e göre hayal gücü, bilimsel yöntemlerden farklı olarak empati ve yaratıcılıkla hareket eden, hakikati sezgisel sıçramalar yoluyla kavrama kapasitesidir. Siyaset, ölçülemez ve karşılaştırılamaz durumlar içinde yol almayı gerektirir, çünkü bu durumlar gerçekten yenidir. Bu da bilimsel yargıdan çok estetik yargıya yakın bir yetiyi gerektirir.

“Yalnızca hayal gücü,” diye yazar Arendt, “bize şeyleri doğru perspektifte görme yetisi verir.” Arendt’in bize yönelttiği meydan okuma, hakikat ve anlamı ekonomistin, finansal analistin, veri bilimcisinin ya da sosyoloğun bakış açısından değil, tarihçinin –insani olayları birer kopuş, anomali ve başlangıç olarak gören bir tarihçinin– gözünden düşünmektir.

İşte bu da, platformların ve piyasa gözetiminin kurduğu “kapalı dünya”nın sağlayamayacağı şeydir: ampirik veriye indirgenemeyen bir anlayış biçimi. Yapay ya da piyasaya dayalı “zekâ”, mevcut verilerden aşırı yüksek hızla öğrenme kapasitesine sahiptir; ama olası çıktılarının sayısı ne kadar büyük olursa olsun, yine de sayılabilir ve dolayısıyla sınırlıdır. Böyle “kapalı dünya”ların oyunlaştırılmış mekânında tarih bitmiştir; geriye sadece davranışlar kalmıştır. Her olay, söz ya da fikir –ister piyasanın gerçek zamanlı bilgisayarında, ister veri arşivinin kaydında olsun– çoktan mevcuttur ve sadece keşfedilmeyi beklemektedir.

Trump ve yönetimi, şüphesiz ki aptaldır. Ne yaptıklarını bilirler, ne bağlamı kavrarlar, ne de sonuçlara –ister insanî ister gayriinsanî olsun– dair bir merak taşırlar. Tarifeler konusunda yaşanan fiyasko, modern hafızada ekonomi mesleğinin meşrulaştırılmasına en büyük katkıyı yapmıştır; zira bir dizi katı deneysel sonuçla, uluslararası ticaretin toplamda refahı ve verimliliği artırdığı bir kez daha görülmüştür. Makroekonominin temel kavramlarının dünyada gerçek bir karşılığı olduğu ve bunları hiçe saymanın düpedüz aptallık olduğu ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki, halk sağlığı alanında da benzer bir süreç yaşanmaktadır.

Ama eğer aptallığa karşı tek seçeneğimiz uzman ortodoksisinin “ön-anlayışını” yeniden kurmaksa (ki bu bazı alanlarda memnuniyetle karşılansa da), o zaman aptallığın daha geniş tarihsel koşulları üzerine hiçbir düşünce gelişmeyecek; çağdaş kapitalizm tarafından yalnızca tolere edilen değil, değer verilen aptal politikalar ve süreçler üzerine de düşünülmeyecektir. Yargı yetisinin finansal piyasalara, dijital platformlara ve ikisinin birleşimlerine devredilmesi, aynı zamanda insanların aptalca davranmasına davetiye çıkarır – her ne kadar bu sistemler, esrarengiz bir matematiksel akla göre işlese de. Trump’a ve Trumpçılığa umut bağlamak elbette saçma olur; ama böylesine dünya-tarihsel ölçekte bir aptallık, belki de bize “gerçek” anlayış için bir fırsat sunabilir. Hiçbir şey –ne piyasalar, ne botlar, ne makineler– bizi kurtaramaz; ancak hayal gücümüz kurtarabilir.


Çeviren: Barış Özkul

Makalenin uzun versiyonu https://www.nplusonemag.com'da yayımlanmış, yazarın izniyle Türkçeye çevrilmiştir.