Olağanı Hatırlamak

19 Mart’tan, hatta ondan da öncesinden beri o kadar uzun süredir fiili bir olağanüstü hâl (OHAL) altında yaşıyoruz ki, artık bir olağanüstülüğü kalmadı içinde yaşadığımız hâlin. Anayasa’nın ve hukukun, kayıtsız şartsız millete ait olması gereken egemenlik yetkilerini gasp eden bir siyasi irade tarafından fiilen askıya alındığı, yargı organlarının o iradenin arzuları doğrultusunda siyasallaştığı istisna rejimi kural oldu; bu rejimin kendisine istisna teşkil ettiği demokratik ilke ve kurallar ise çoğumuz için Kaf Dağı’nın ardındaki bir ütopyadan öteye anlam taşımaz hale geldi. Dolayısıyla olağanı, yani hukukun üstün, AİHS ve Anayasa’nın bağlayıcı olduğu, yargının tarafsız işlediği, iktidarı adil ve tarafsız seçimler yoluyla değiştirmek amacıyla siyaset yapmanın suç değil hak sayıldığı bir durumu hatırlamanın ve hatırlatmanın hepimize iyi geleceği kanaatindeyim.

İlk olarak daha önceki birkaç yazımda ve kitabımda da çağdaş siyaset kuramının en derin düşünürlerinden birinden, Hannah Arendt’den aldığım ilhamla başvurduğum iki kavramı hatırlayarak başlayalım işe: politik güç ve şiddet. İçinde yaşadığımız fiili OHAL rejiminde bu iki kavramın arasında çok temel bir fark olduğunu görmek gerçekten de zor olabilir. En çok şiddet aracı olanın, en güçlü olduğunu düşünebiliriz. Güçlü olanın, siyasi rakiplerini hapse atıp, istediği kadar hapiste tutabilen olduğuna; hapiste tutulanların ise, bu keyfi şiddet karşısında çaresiz oldukları için güçsüz de olduklarına inanabiliriz.

Ancak politik güç ve şiddet, bırakın birbiriyle aynı şey olmayı, birbirinin zıddıdır, Arendt’e göre. “Birinin mutlak olarak hüküm sürdüğü bir yerde, diğeri olmaz Şiddet, güç tehlikeye girdiğinde ortaya çıkar, ama kendi haline bırakılırsa gücün yok olmasıyla sonuçlanır… Şiddet gücü yok edebilir; şiddetin güç üretmesi ise asla mümkün değildir.”

Politik güç, sadece ve sadece farklı farklı işleyen kendi akıl ve vicdanlarından yön alan eşit ve özgür insanların, tüm bu farklılıklarıyla birlikte, ortak bir vicdani kanaatte ve bu kanaatten hareketle, ortak bir politik eylemlilikte buluşmasından doğar.  Politik güç eşit insanların özgür akıl ve vicdanları doğrultusunda buluştukları ortak bir kanaat ve eylemlilikten doğduğu için, kendiliğinden meşrudur. Politik güç, politik meşruiyet demektir.

Örneğin, Ekrem İmamoğlu 19 Mart günü gözaltına alındığında, onu gözaltına alan iradenin dayattığı tüm yasaklara rağmen Saraçhane Meydanı’nı dolduran, tutuklandığı 23 Mart günü açılan dayanışma sandıklarına koşup onu Cumhurbaşkanlığına aday gösteren, o gün bu gündür de her çarşamba günü İstanbul’un bir ilçesinde, her haftasonu da Türkiye’nin bir ilinde buluşan milyonların bu eylemliliğinden doğan şey “politik güçtür.” Bu anlamda Ekrem İmamoğlu belki hapse atılması ve orada tutulması karşısında çaresizdir, ama politik anlamda güçlü olan onu hapse atan siyasi irade değil, İmamoğlu’dur. Aynı şekilde Selahattin Demirtaş da güçsüz olduğu için değil, onu hapse atan siyasi iradenin gücünü tehlikeye atabilecek ölçüde güçlü olduğu için hapistedir.

Velhasıl, bu politik güç bahsinde, “olağanlık” adına anımsamamız gereken şey şudur: Siyasi rakiplerini hapse atan bir irade politik anlamda güçlü olduğu için değil, tam tersine rakiplerini kendi gücüne tehdit olarak gördüğü, kendini politik anlamda güçlü değil, zayıf hissettiği için hapse atar. Yani, Arendt’in dediği gibi, politik gücü tehlikeye girdiğinde, şiddet kullanır. Ve bu “olağan” değildir. Olağan olan, hiçbir siyasal aktöre, politik güç kaybettiğinde siyasi rakiplerine karşı şiddet kullanma, yani örneğin onları hapse atma izni vermeyen bir siyasi rejimdir.

Şiddet, “politik güçten” farklı olarak, “politik meşruiyet” üretemez, çünkü hiçbir zaman kendi başına bir amaç olarak çıkmaz karşımıza. O sadece ve hep bir araçtır. Bir insanı veya insan topluluğunu yapmak istemediği bir şeyi yapmaya zorlamak veya yapmak istediği bir şeyden zorla alıkoymak için kullanılır. Örneğin İmamoğlu gibi bir siyasi rakibi Cumhurbaşkanı adayı olmaktan zorla alıkoymak için, onlarca yıl önce aldığı üniversite diplomasını iptal ettirmek ve dedikodu niteliğindeki kanıtlara dayanan mesnetsiz iddialarla hapse attırmak, şiddettir. Ya da Özgür Özel gibi bir siyasi parti başkanını İmamoğlu’nu desteklemekten vazgeçmeye zorlamak için partisinin yönetimine kayyum atamakla, partisini kapatmakla tehdit etmek şiddettir. Şiddet kullanmak etkilidir; ama meşru değildir. Şiddet sırf kullanıldığı için meşruiyet üretmez. 

Şimdi, Max Weber’in meşhur tanımı uyarınca, bütün modern toplumlarda “meşru şiddet tekeli” devlete aittir.  Buradaki anahtar kelime “meşru”dur. Modern toplumlarda, en azından teorik bir ihtimal olarak, sadece devlet değil, herkes şiddet kullanabilir. Öyle olmasa, örneğin, bizimki de dahil olmak üzere her devletin ceza yasalarında insan öldürmeyi ya da yaralamayı ya da insanları zorla alıkoymayı suç sayıp, bu fiilleri işleyenlerin cezalandırılmasını öngören hükümler olmazdı. Ama modern toplumlarda sadece ve sadece devletin yetkili organları tarafından kullanılan şiddet “meşru” sayılır.

Peki şiddet, sırf kullanıldığı için meşruiyet üretemiyorsa, modern toplumlarda devletin kullandığı şiddeti meşru kılan şey nedir? Kısa cevap: Hukuktur. Daha uzun cevap ise eşit ve özgür insanların birlikte eyleyerek yaptıkları demokratik siyaset sonucu üretilmiş yasalardan müteşekkil hukuk düzeni ve hem bu demokratik siyaset zeminini kuran, hem de bu zemin üzerinde yükselen hukuk düzeninin üstünlüğünü teminat altına alan anayasadır. İnsanların hapse atılması ve orada tutulması sadece tarafsız yargı organlarının hukuka, yani yürürlükteki yasalara ve anayasaya uygun olarak verdiği kararlara dayandığı ölçüde meşru görülebilir.

İşte, kendisini güçsüz hissettiği için anayasamız gereği kayıtsız şartsız millete ait olması gereken egemenlik yetkilerini gaspeden bir siyasi iradenin, hukuku ve anayasayı fiilen askıya alması, yargıyı siyasallaştırması ve siyasi rakiplerini devletin şiddet araçlarını kullanarak saf dışı bırakmaya çalışması, tam da bu nedenle “olağan” görülemez, görülmemelidir. Zira devletin kullandığı şiddeti meşru kılan şey, o şiddeti uygulayan polisin veya cezaevi gardiyanlarının üniforması, o şiddetin uygulanmasına karar veren hakimlerin cüppesi değil, hukuktur. Üniforma veya cüppe kullanılan şiddete bir “meşruiyet” görüntüsü verebilir. Ama bu görüntü yanıltıcıdır. Çünkü anayasaya fiilen askıya alındığında, yargı siyasallaştırıldığında, yani hukuk denklemden çıkarıldığında devletin uyguladığı şiddetten geriye saf şiddet kalır. Bir siyasi rakibi devlet zoruyla hapse atmanın, yeraltı dünyasındaki rakibini evinin bahçesinde zorla alıkoyan mafya babasının şiddetinden niteliksel bir farkı kalmaz.

‘Kalmazsa ne olur?’ diye soranlara da yanıtı ben değil, AKP’li siyasetçi Şamil Tayyar versin. Tayyar, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 6 Kasım tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin Tayfun Kahraman’ın yeniden yargılanması ve serbest bırakılması yönündeki kararının kendisini bağlamadığını ve bu karara uymayacağını ilan etmesiyle ilgili olarak yaptığı X paylaşımında şunları yazmış: “Anayasa rafa kaldırılıp her kurum kendi özel hukukunu oluşturmaya kalkarsa, gayri nizami unsurlar ülkeye hükümdar olur, kaos olur, yazık olur.”

Kısaca, modern toplumlarda olağan olan, şiddetin değil hukukun hüküm sürmesi, iktidar koltuğunda en çok şiddet kullananın değil, politik anlamda en güçlü olanın oturmasıdır. İktidar sahiplerinin iktidarda kalmak için politik rakiplerini siyasallaşmış yargı organları vasıtasıyla saf dışı bırakmaya çalışması olağan değil, politik güç kazanmak amacıyla demokratik zeminde siyaset yapması, yani rıza üretmek, destekçi tabanını büyütmek için çaba sarf etmesi olağandır. Güç kazanmaktan, rıza üretmekten umudunu kesmiş bir iktidarın, bu zafiyetini telafi etmek için kullandığı şiddetin dozunu her geçen gün biraz daha artırması olağan değil, bir an evvel seçime gidip, iktidarı politik güç üretebilen, rıza üretebilen rakiplerine devretmesi olağandır. Velhasıl modern bir toplumda olağan olan demokrasinin Kaf Dağı’nın ardındaki bir ütopya kadar uzak değil, bir sonraki seçimler kadar yakın olmasıdır.

İçinde yaşatıldığımız fiili olağanüstü halden çıkışın yolunu da işte bu olağan hali hiç unutmamak, iktidar sahiplerinin bunu unutturmasına hiç izin vermemek açacaktır. Demokrasiye giden bu yol çok uzun olduğu için değil, çok kısa olduğu için Kaf Dağı'nın arkasındaki ütopya kadar uzak gösterilmektedir bize.