Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi için emperyal gücün ve müttefiklerinin başvurduğu “yapıcı” vahşetin sıradaki hedefinin İran ya da Suriye olması beklenirken, saldırganlar yeni hedef olarak bu iki ülkeye de vurabilecekleri bir proxi hedefi, yani Lübnan’ı tercih ettiler; enikonu Soğuk Savaş yıllarını hatırlatan bir tercih bu. Bir yandan da ABD ve müttefiklerinin artık, tek kutupluluğun ilk zamanlarında takındıkları o kendilerinden çok emin tavırları bıraktıklarını gösteriyor bu durum. Daha ihtiyatlı ve derinden gitme ihtiyacı içindeler. Zira, Irak ve Afganistan’da ummadığı bir direnişle karşılaşan emperyalist saldırganlık Lübnan’da da umduğu zaferin çok uzağında kaldı. Hizbullah’ı yerle yeksan etmek için girişilen eylem Güney Lübnan kentlerini ve İsrail ordusunun yenilmezlik efsanesini yıktı sadece.
Ortaya çıkan bu politik ve askerî konjonktürde, İsrail daha önceki Lübnan işgallerinde olduğu gibi arkasında kendi pis işini yapacak bir güç bırakıp mavi hattın arkasına geçmek ve kendi uygun gördüğü zaman ve biçimde Lübnan’a saldırabilmeye devam etmek istiyor. Oysa bu defa ortada ne Güney Lübnan Ordusu var, ne de Beşir Cemayel. İsrail’in Hizbullah’a son saldırısı Lübnan içindeki olası müttefiklerine cesaret verebilmekten çok uzak, tam tersine yerli Lübnanlı güçler Hizbullah’a her zaman olduğundan daha sıcak. Uluslararası toplum ise Lübnan’a giden askerlerin başlarına neler gelebileceğini 1983 yılında Beyrut’taki intihar saldırısında görmüştü. Irak ve Afganistan deneyimleri ise zaten Ortadoğu’da askerî müdahale niyeti olanların iki defa düşünmesine yol açıyor. Gene de uluslararası topluluk denen “şeyin” varlığının inandırıcılığı için bile Lübnan’a bir “Barış Gücü” göndermek zorunda BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri.
Bu ortamda Lübnan’da görev yapacak uluslararası gücün 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı doğrultusunda Hizbullah’ı silahsızlandırmaya, en azından ilk anda kalkışmayacağı açık. Türkiye’nin bu uluslararası güce asker verip vermemesini bu nokta üzerinden tartışmak tam da bu nedenle çok saçma. Söz konusu güce dair esas sorulmaması gereken soru bu askerî birliğin İsrail karşısında ne yapacağıdır. Bu noktaya şimdiye kadar sadece Mete Çubukçu dikkat çekti. 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı, Lübnan’da görev yapan barış gücü UNIFIL’i genişletirken İsrail-Lübnan sınırını çizen mavi hattın güvenliğini de bu güce veriyor; ama aynı kararın İsrail’e kendini savunmak adına tanıdığı haklar mavi hattın güneyden kuzeye doğru ihlalini pratikte meşru hale getiriyor.
İsrail cezaevlerinde 2000’de sona eren işgalde ele geçirilmiş Lübnan vatandaşları var. İsrail savaş uçakları sıklıkla Lübnan hava sahasında alçaktan ses hızında uçuyor, bu sonik bomba denilen uygulama. İsrail dronları da Lübnan hava sahasını ihlal ediyor ve yakın gelecekte hatta UNIFIL oradayken bunların Hizbullah önderliğine karşı çeşitli suikast görevleri gerçekleştirmeleri muhtemel, bunun da ötesinde İsrail ordusunun özel kuvvetlerinin geçenlerde yaptığı gibi sınır ötesi operasyonlar yapması da gündemde. Her şeyden önemlisi Lübnan’ın kendi toprağı saydığı Şebaa çiftlikleri konusunda da İsrail masaya oturmuyor ve 1701 bunu ona zorlayacak herhangi bir hüküm içermiyor. 1701 Lübnan’ın güvenliğine karşı tek gerçek tehdidin İsrail kaynaklı olduğu gerçeğini hasır altı ediyor, kısa vadede ateşkes sağlayarak Lübnan sivil halkına nefes alma imkanı tanırken, Lübnan’ın sorunlarının gerçek nedenini, İsrail saldırganlığını, gizleyerek, bunların çözümünün de önünü kesiyor.
UNIFIL’in orada bulunması ve İsrail’in kuzeyine Lübnan toprağından her türlü saldırıyı kesmesi durumunda bile yukarıda sayılan meselelerin hiçbirinde bir gelişme olmaması neredeyse kesindir. İsrail’in onaylamadığı ülkelerin yer alamadığı bir barış gücü bu. Oysa ki İsrail toprağında görev yapmayacak. Bunun anlamı çok açık, İsrail etrafını bantustanlarla çevirmeden kendini güvende hissetmeyecek ve etrafındaki hiçbir ülkeyi kendiyle eşit görmüyor. Bunun da ötesinde bunların egemenlik haklarına da saygı göstermiyor. Bu durumda UNIFIL’in 1701’de tanımlanan görevinin, İsrail’in, dolayısıyla 1559’un sponsorlarının yani ABD ve Fransa’nın palyaçosu olmaktan başka bir şey olmadığı ortadadır. Bu güç İsrail, Lübnan toprağına saldırdığında eli kolu bağlı seyredecektir. İsrail saldıracaktır, zira 1701’de İsrail’e bu hak pratikte tanınmıştır. İsrail’in uluslararası hukuku kendi anladığı biçimde yorumlamasına da uluslararası toplum denilen şeyin göz yumduğu bilinen bir gerçektir.
Bunun karşılığında Lübnan’ın aldığı ne? İsrail uluslararası hukuku çiğneyerek insanlığa karşı suç işlemeye ve savaş suçu işlemeye belli bir süre için son vermesi. 1701, İsrail’in suç işlememesi karşısında İsrail’e güvenliğini vaat ediyor. Lübnan’ın sivil halkının umabileceği tek şey ise geçici bir ateşkes. Bu adil bir barış değil, adil olmayan barışlar geçici ateşkeslerden başka bir şey değildir. Bu durumda orta vadede UNIFIL ya Hizbullah ile çatışacak ya da son İsrail saldırısında olduğu gibi kendini korumaya bile fırsat bulamadan İsrail saldırılarında yanlışlıkla hedef alınacaktır ve onu oraya yollayan BM Güvenlik Konseyi bunu kınamayacaktır bile. Bu durumda ise 1701’e göre UNIFIL’in görevi Hizbullah’ı misilleme yapmaktan alıkoymak olacaktır. Bu da orta vadede Lübnan’ın yerel güçlerinin hiç değilse bir kısmıyla çatışmak demektir.
Lübnan’ın egemenliği sağlanmalıdır ve bu bölgedeki tüm ülkelerin de sorumluluk alması gereken bir süreçtir. Ama Lübnan’ın egemenliğini tehdit eden Hizbullah değil İsrail’dir. Hizbullah esas olarak İsrail’in oluşturduğu tehdidin yarattığı bir sonuçtur. Temeldeki nedenle yüzleşmeden semptomlar gerçek hastalıkmış gibi davranmak kaynakların boşa harcanmasından başka bir şey değildir. Bizim örneğimizde ise boşa harcanan kaynak genç yurttaşlarımızın hayatıdır. Varolduğu haliyle İsrail’i savunmak uğruna ölüm riski almak kabul edilebilecek bir ülkü değildir.
Lübnan uluslararası desteğe ihtiyaç duyuyor burası kesin, ama bu destek Lübnan’a olmalıdır. 1701 ise fiilen sadece İsrail’i destekliyor. Bu yüzden 1701 bağlamında oraya asker göndermek Lübnan’a değil İsrail’e destektir. 1701 ancak sivillerin her gün acımasızca öldürüldüğü bir ortamda kabul edilebilirdi, şimdi ateşkes sonrasında oraya bu ülkenin yurttaşlarını göndereceksek, onları ölüm tehlikesinin ortasına göndereceksek, bu Lübnan’a yardım için olmalıdır. İsrail’in savaş suçlarını seyretmek, şimdiye kadar gayrısmeşru biçimde elde ettiği kazanımlarını muhafaza etmesine yardımcı olmak için değil. UNIFIL’e 1701’de biçilen kaftan onu fiilen İsrail destekçisi yapmaktadır. Zaten İsrail pilotları sivil halkı daha yetkinlikle öldürsün diye kendi hava sahasında onların eğitimine cevaz veren bir ülke olarak İsrail’e yeterince yardım ediyoruz bir de UNIFIL’e katılmamız gereksizdir.
Eğer UNIFIL sahici bir barışa hizmet edebilecek bir kuvvet olsaydı, o zaman Türkiye’nin katılımını başka parametreler üzerinden tartışırdık. Sahici bir barış ise sadece İsrail’in yukarıda birkaçını saydığımız önemli anlaşmazlıklarda Lübnan lehine ödünler vermesiyle gündeme gelir. UNIFIL bunu sağlamayı önüne koyuyorsa meşru bir güç olur. Aksi halde bu güce bağlı askerlerin ölüm tehlikesi içeren numaralar yapan palyaçolardan farkı kalmayacaktır. 1559’da, 1701’de Lübnan ordusu güçlendirilmelidir diyor. Haklılar ama bu ordu Hizbullah ile başetmek için değil, İsrail’e kafa tutmak için yeterli olursa, ancak o zaman Hizbullah’ı silahsızlandırmak hem imkansız hem de gayrımeşru bir hedef olmaktan çıkar. Ne zaman ki BM’ye hakim zihniyet bunun ayırdına varır, o zaman onların kurguladığı Barış Güçleri de gerçekten barışa hizmet eder, yurttaşlarımızın hayatlarıyla bunlara destek verme meselesini ancak ondan sonra tartışırız.