Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Kimin?

Hukukun siyasallaşması kötü bir şey. Bunu biliyoruz, bilmesine de son günlerde yaşadığımız bir dizi olay bunu bize bir kez daha anımsattı.

Sırayla gitmek gerekirse, önce 11 Kasım günü İmamoğlu iddianamesi yayınlandı. İddianamede dile getirilen “iddiaların” çoğunun dedikodu niteliğindeki “kanıtlara” dayanması bir yana, iddianamenin daha ilk cümlesi 19 Mart’tan beri Türkiye’ye yaşatılanların ardında siyasi saikler olduğuna hâlâ inanmak istemeyenler varsa, gerçeğin bu olduğuna onları dahi ikna edebilecek somutlukta bir kanıt niteliğinde. Zira savcı, Ekrem İmamoğlu’nu mensubu olduğu partinin yönetiminde etkili olmaya ve vatandaşı olduğu ülkenin Cumhurbaşkanı olmaya çalışmakla, yani tek kelimeyle “siyaset yapmakla,” demokratik siyaset sahnesinde etkili bir siyasi aktör olmaya çalışmakla suçluyor. Bu yolda ona maddi ve manevi destek verenleri de İmamoğlu’nun liderliğindeki bir suç örgütünün mensupları olmakla itham ediyor. Ekrem İmamoğlu’nun siyaset yapmasının ve ona destek vermenin bir suç olduğunu bizzat koskoca başsavcı, hem de yazdığı 3000 küsur sayfalık iddianamenin ilk cümlesinde açıkça söylüyorsa, herhalde konunun siyasi olmadığını, tümüyle hukuki saikler güdüldüğünü söylemek bizim gibi sıradan vatandaşlara düşmez!

Sonra, 12 Kasım günü, Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’nde Selahattin Demirtaş’la birlikte yatan Selçuk Mızraklı’nın “denetimli serbestlik” talebinin “örgütten ayrıldığına dair beyanı olmadığı” gerekçesiyle reddedildiğine ilişkin haberler kamuoyuna yansıdı. Mızraklı, yargılama sürecinde, hüküm giymesine gerekçe olarak gösterilen fiillerin hepsinin açık ve yasal faaliyetler olduğunu, bunların hiçbirinin “örgüt üyeliği” anlamına gelmediğini söylemiş ve bu anlamda “örgüt üyeliği” iddiasını reddetmişti. Kaldı ki söz konusu “örgüt” hâlihazırda yürümekte olan ve hükümetin adına “Terörsüz Türkiye” dediği süreç kapsamında kendisini feshettiğini açıklamış ve bu yöndeki açıklaması devletin en üst makamları tarafından da kabul görmüş olan PKK. Dolayısıyla Mızraklı, üyesi olduğunu hiç kabul etmediği ve kendisini feshettiği için artık olmayan bir örgüte “üye olmadığını beyan etmediği” için hapiste yatmaya devam ediyor. Mızraklı’nın bu keyfi şekilde özgürlüğünden yoksun bırakılmasının hukuka uygun olduğunu söylemek, hukukun yönünü akıldan ve mantıktan almadığını söylemek anlamına gelir. Ama eğer hukuk yönünü akıldan ve mantıktan almıyorsa, nereden alıyor olabilir? Sakın kendisini hukukun üzerinde ve ötesinde gören bir siyasi iradeden, o siyasi iradenin güncel siyaset sahnesindeki, özellikle de yürümekte olan yeni çözüm süreci bağlamındaki hesaplarından olmasın?

Mızraklı’nın tahliye talebinin reddedilmesine ilişkin haberlerin kamuoyuna yansımasından bir gün sonra, 13 Kasım günü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin Gezi davası hükümlüsü Tayfun Kahraman’ın yeniden yargılanması ve tahliye edilmesi yönündeki kararının kendisini bağlamadığını açıklayan 6 Kasım tarihli kararına yapılan itirazı reddetti. Anayasa’nın 153/6. maddesindeki “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazete’de yayımlanır, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmüne açık bir aykırılık teşkil eden bu mahkeme kararları, türlerinin ilk örnekleri değillerdi. Anımsanabileceği gibi daha önce Can Atalay davasında da benzer bir süreç işlemiş ve Anayasa fiilen askıya alınmıştı. Peki memleketin bazı ağır ceza mahkemeleri ve Can Atalay örneğinde Yargıtay, kendilerini Türkiye’nin iç hukukunun kurucu metni niteliğindeki Anayasa ile bağlı saymıyorlarsa, neyle bağlı sayıyor olabilirler? Sakın kendisini Anayasa’nın üzerinde ve ötesinde gören bir siyasi irade, o iradenin keyfi karar ve arzuları olmasın, onları bağlayan şey?

Son olarak, bu satırların yazıldığı 14 Kasım günü Selahattin Demirtaş henüz tahliye edilmemişti. Oysa AİHM’in Demirtaş’ın derhal tahliye edilmesi yönündeki kararı, Türkiye hükümetinin son itirazının 3 Kasım günü Büyük Daire tarafından reddedilmesiyle kesinleşmişti. AİHM kararlarının hilafına ve Anayasa’nın “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde, çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağını” düzenleyen 90/son maddesindeki açık hükme rağmen, Demirtaş’ın hâlâ tahliye edilmemiş olması, hukukla açıklanamayacağına göre, neyle açıklanabilir? Sakın Demirtaş’ı keyfi bir biçimde dokuz yıldır özgürlüğünden mahrum bırakan şey, kendisini sadece Anayasa’nın değil, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de üzerinde gören bir siyasi irade olmasın?

19 Mart günü, yani Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı gün yazdığım ve 20 Mart günü Birikim Güncel’de yayınlanan “Kurtuluş Yok Tek Başına: Çoğulluğun Politik Gücü veya İmamoğlu Neden Gözaltına Alındı” başlıklı yazımda şunları demişim:

Muhalefetin toplumsal tabandan gelen çoğul politik gücü arttıkça ve muhalefet siyasi tavanda da birlik görüntüsü vermeye devam ettikçe, iktidar şiddetini daha da yükseltmeye yönelebilir.

Nereye kadar yükseltebileceğini bilemem. Ancak bildiğim, bugünkü sivil darbe girişimi Türkiye’nin bugüne kadarki demokrasi yolculuğunun son durağı olarak geçmeyecekse tarihe, bundan sonraki demokrasi yolculuğunun ilk durağı olarak anılacaktır gelecekte.

O günden beri yaşadıklarımız, iktidarın şiddetini daha nereye kadar yükseltebileceğine ilişkin yeterince bir fikir verdi hepimize. Yukarıdaki dört olay ise, 19 Mart’tan beri içinde yaşadığımız, adı konmamış “olağanüstü hal” rejiminin ulaştığı son zirveyi tanımlıyor sadece.

“Olağanüstü hal” (OHAL) ifadesini retorik bir süs olarak, polemikçi bir amaçla kullanmıyorum. “Olağanüstü hal,” siyaset kuramında olağan anayasal düzenin askıya alındığı istisnai bir hukuk rejimine işaret eder. Evet, Türkiye’nin Anayasası’nda OHAL’in kim tarafından, ne süreyle, hangi nedenlerle ilan edileceği bellidir ve Türkiye’de bu çerçevede resmen ilan edilmiş bir OHAL yoktur. Ancak yukarıdaki dört olay, bize Türkiye’de hukukun, Anayasa’nın ve AİHS’nin bir siyasi irade tarafından askıya alındığı fiili bir OHAL’in, fiili bir istisna rejiminin hüküm sürmekte olduğunu açıkça gösteriyor, kanımca.

Peki kim o siyasi irade? Alman sağının 20. yüzyıldaki en etkili kuramcısı Carl Schmitt’in meşhur ifadesiyle “istisnaya karar veren, egemendir.” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 6. maddesine göre ise “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Millet, egemenliğini Anayasa’da gösterilen esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenlik, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” Yine Anayasa’nın 119. maddesi, OHAL’in Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilebileceğini, bu kararın Resmî Gazete’de yayınlanacağını, aynı gün TBMM onayına sunulacağını hükme bağlar.

Dolayısıyla sormamız gereken soru şudur: Türkiye’de Anayasa’nın 119. maddesindeki usule uygun şekilde ilan edilmiş ve TBMM’ye onay için sunulmuş bir OHAL olmamasına rağmen, kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanarak fiili bir OHAL düzenini işleten siyasi irade kimdir? Başka bir deyişle, istisnaya karar veren egemen, egemenliğini Anayasa’da gösterilen esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanan Türk milleti olmadığına göre (öyle olsa Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilmiş ve onay için TBMM’ye sunulmuş bir OHAL’den bahsedebilmemiz gerekirdi), kim olabilir? Daha da açık bir ifadeyle hâlen yürürlükte olan Anayasa’ya göre kayıtsız şartsız Türk milletine ait olması gereken egemenlik yetkilerini kim, hangi siyasi aktör veya yapı gaspetmektedir?

Benim bu soruya verecek net bir yanıtım var. Eğer fiilen bir OHAL rejimi altında yaşamıyor olsak, yani olağan anayasal düzen fiilen askıya alınmamış olsa ve ben de o düzeni askıya alan siyasi iradenin bana yapabileceklerinden endişe etmesem, sizinle bu cevabı paylaşırdım. Ancak Özgür Özel ve CHP’ye şu tavsiyede bulunabilirim: Bence her hafta düzenli olarak yaptıkları “millet iradesine sahip çıkıyor” mitinglerinin adını artık değiştirsinler. Zira görebildiğim kadarıyla, millet iradesine sahip çıktı ve çıkmaya devam ediyor. Şimdi zaman, milletin egemenliğine sahip çıkmasının zamanı.