Anayasa Mahkemesi'nin Parlamento Kararları Karşısındaki Zor Meşruiyet Sınavı

Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) gerçekleştirilen Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üyelerinin seçimine ilişkin parlamento kararının anayasaya uygunluğunu denetlemekten kaçındığı kararı 10 Kasım 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı. AYM’nin “kendi kendini kısıtlama” (judicial self-restraint) serüveninde yeni bir aşamayı daha kat ettiğini gösteren bu kararının sadece 6 sayfası çoğunluk görüşüne ayrılmışken geri kalan 39 sayfada 8 yargıç bu yeni içtihada karşı çekincelerini veya itirazlarını dile getirmekteydiler. Bu durum, altında 15 tam üyesinin imzası bulunan bir yüksek mahkeme kararı için tam anlamıyla bir fiyaskodan ibaret görülebilir, zira davada varılan sonuç –yetkisizlik!– 11 üyeyi tatmin etmişse de kararın gerekçesi salt çoğunluğu ikna edebilmekten uzaktı. Fakat öte yandan Mahkeme’nin parlamento kararlarının denetlenmesi sorununa getirdiği sıra dışı çözüm, sonuç/hedef odaklı hukuki yorum pratiğinin ilginç bir örneğini oluşturmaktaydı.

Hukuki sorunun ele alınma biçimindeki ayırt ediciliği açığa kavuşturmak için önce yaşananları ve hukuki iddiaları özetleyelim. Meclis, HSK’nin bazı üyelerinin seçimi için çalışmalara başlamıştı. Anayasa’nın 159. maddesi uyarınca Karma Komisyon’da bu üyelikler için adayların belirlenmesi gerekiyordu, ne var ki her iki turda da nitelikli çoğunluğa ulaşılamadı. Bu durumda Anayasa’ya göre kura çekme yöntemine geçilecek ve böylece Meclis Genel Kurulu’na sunulacak adaylar belirlenmiş olacaktı. Ancak Komisyon, oylamalara bir de üçüncü tur ekleyerek seçimlere devam etti ve Anayasa’da düzenlenmemiş bir formül yoluyla adaylarını belirledi. Ayrıca muhalefet partileri tarafından Karma Komisyonun oluşumunda siyasi partilere güçleri oranında temsil imkanı tanınmadığı iddia edilmekteydi. Yine bir başka anayasaya aykırılık iddiası ise avukat kontenjanından HSK üyeliğine seçilen üyelerden birinin avukatlıkla bağdaşmayan görevlerden birini yürüttüğü ve bu nedenle seçilme salahiyetinden yoksun olduğu idi. Son olarak, adaylar blok liste halinde seçilmişlerdi ve bu usulün de anayasaya uygunluğu şüphe doğurmaktaydı. Tüm bu ihtilaflı meseleler nedeniyle, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) HSK üye seçimlerinin Anayasa’da düzenlenen usule uygun gerçekleştirilmediğini ve söz konusu parlamento kararının iptal edilmesi gerektiğini ileri sürerek AYM’ye iptal davası açtı.

Maddi olguların üzerinden geçtikten sonra şimdi hukuki ihtilafın kaynağına inebiliriz. Anayasada meclis kararları kural olarak anayasal denetimin dışında bırakılmıştır. Mahkeme yalnızca anayasada gösterilen belirli meclis kararlarını inceleme yetkisini haizdir ki bunlar yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ve milletvekilliğinin düşmesine dair kararlar olarak gösterilir. Fakat bunların yanı sıra, AYM’nin en önemli yetkilerinden biri de Meclis İçtüzüğü’nün anayasaya uygunluğunu şekil ve esas yönünden inceleyebilmesidir. Tam da bu yetki sayesinde Mahkeme’yle parlamento arasındaki “denetim krizi” derinleşir. Parlamento kararları denetlenemez, peki varsayalım ki adına “karar” dediği işlemlerle Meclis, kendi İçtüzüğü’nü devamlı olarak ihlal veya ihmal ediyor olsun, bu koşullar altında da mı Mahkeme önüne getirilen işlemin adıyla kendini bağlı sayacaktır? İşte AYM bu soruna yanıt olarak “eylemli İçtüzük değişikliği doktrinini” geliştirmiştir. Böylece Meclis’te parlamento kararı adı altında yapılan ve İçtüzüğü yalnızca münferit bir olayla sınırlı kalmaksızın, sürekli uygulanacak bir soyut kural yoluyla değiştirmeyi amaçlayan kararlar anayasallık denetimine tâbi tutulacaktır. Yani İçtüzük metnine dokunulmadan parlamentodaki pratiklerle İçtüzüğün değiştirilmesine Mahkeme müsaade etmeyecektir.

AYM, hem 1961 Anayasası hem 1982 Anayasası döneminde bu yaratıcı bir denetim girişimi olan “eylemli İçtüzük değişikliği” içtihadını sıkı sıkıya savunur. Yorum yoluyla elde edilen bu yargısal yetki kullanımı bir yönüyle Mahkeme’nin Meclis karşısında elinde tuttuğu bir politik silahtır, diğer yanıyla da Meclisin tüm işlemlerini hukuk devletinin gereklerini gözeterek yapmasını sağlayan ve anayasanın üstünlüğü ilkesinin doğal sonucu olan bir yargısal denetim aracıdır. AYM bu gerilim altında içtihadını işlemekle yükümlüdür, aksi halde iki canavardan birine kapılma tehlikesi ortaya çıkar: i.) Mahkeme meclisin aldığı tüm kararları her yönüyle denetlemeye soyunan siyasal bir yerindelik kurumuna dönüşür veya ii.) Mahkeme mecliste anayasa, kanun veya içtüzükteki usuller yerine getirilmeden yapılmış tüm işlemleri görevsizlik argümanıyla meşrulaştıran ve parlamento kararı uygulamasının suistimal edilmesine müsaade eden etkisiz bir kurum halini alır. Nitekim anayasa mahkemeleri genellikle bu tür ince iplerin üzerinde dans edebilme yetenekleri ile anayasal sistem içerisinde kendi meşruiyetlerini sağlamlaştırır veya zayıflatırlar. AYM, HSK seçimlerine dair önüne gelen meclis kararında tam da bu meşruiyet testiyle boğuşuyor ve kanımca bu testten kalıyor. Hukuki sorunu tespit edip bu soruna dair teorik ihtilafın ne olduğunu ortaya koyduktan sonra şimdi AYM’nin bu yazıya konu teşkil eden son kararındaki hukuki yorum değişimine odaklanabiliriz.

AYM’nin eylemli İçtüzük değişikliği hususunda yeni bir içtihat geliştirmeyi amaçladığı bu kararında benim tespit edebildiğim kadarıyla beş farklı görüş bulunmaktadır: a.) Çoğunluk gerekçesine göre, eylemli içtüzük değişikliği içtihadı korunmalı ama kapsamı daraltılmalıdır. b.) Eylemli içtüzük değişikliği içtihadı tamamen kaldırılıp parlamento kararlarının –Anayasa’da açıkça sayılanlar haricinde– Mahkeme tarafından denetlenemeyeceği şeklindeki lafzi yorum takip edilmelidir. c.) Bu içtihat –b görüşünde söylendiği üzere– kaldırılmalıdır ama eğer içtihat muhafaza edilip davanın esasına girilecekse parlamento kararlarının içeriği hususunda bir ayrım yapılması temelsizdir ve söz konusu karar rutin bir eylemli içtüzük değişikliği anayasal incelemesinin gereği olarak iptal edilmelidir. d.) Eylemli içtüzük değişikliği içtihadının kapsamının daraltılması yanlıştır, halbuki Mahkeme’nin süreklilik kazanmış çizgisinin gereği olarak söz konusu davanın esasına girilmeliydi. e.) d görüşünde söylendiği üzere davanın esasına bakılmalı ve sonuç olarak söz konusu parlamento kararı iptal edilmelidir.

AYM eğer bugüne kadarki içtihatlarını sürdürseydi ve parlamento kararının anayasallığını incelemeye başlasaydı, davanın usulen reddedilmesini savunan (b ve c görüşündeki) üyeler usul yönünden karşı oy kullansalar da esas yönünden hukuka aykırılık tespit edebileceklerdi. Böyle bir durumda çoğunluk görüşünü yazan yedi üyenin azınlıkta kalması ve parlamento kararının iptal edilmesi ihtimal dahilinde olacaktı. Bu nedenle olsa gerek yedi üye farklı bir yolu tercih ettiler. İşin esasına girilmezse –yani b ve c oyları da kendi taraflarında kalırsa– istedikleri hukuki sonucu elde edebileceklerdi. Ama bu durumda da “eylemli İçtüzük içtihadının” tamamen yıkılması gibi “büyük bir sonuç” elde edilmesi riski bulunmaktaydı. Daha iki yıl önceki bir kararında söz konusu içtihadın korunmasını savunan ve hukuki dayanaklarını bu yönde gerekçelendiren Mahkeme için böyle bir sapma ise ikna edicilikten bütünüyle uzak olurdu. Çünkü AYM 2023 yılında şu soruyla karşılaşmıştı: Eğer Mahkeme’nin yetkilerini belirlerken işlemin salt adıyla bağlı kalınmaması içtihadını OHAL KHK’leri bakımından terk ettiysek bunu parlamento kararlarına uygulamıyor olmamız bir çelişki değil midir? Ancak Mahkeme, 4 üyesinin aksi görüş belirtmesine karşılık, bu soruya hayır yanıtını verir. OHAL KHK’lerinin denetlenemeyeceği açıkça anayasada yer almakta iken parlamento kararları bakımından böyle bir netlik yoktur, ayrıca OHAL istisnai nitelikte bir hukuki dönem olduğu için aralarında analoji kurmak gerekmez. O halde, 2025 yılına gelindiğinde, dava konusu teorik anlaşmazlık öyle bir formüle edilmeliydi ki hem davaya konu teşkil eden parlamento kararının geçerliliği korunmalı hem de uzun süredir hukuk sistemimizde mevcut olan yerleşik bir doktrinden tamamen feragat edilmemeliydi. Böylelikle anayasal yoruma kararlı bir misyon biçilmiştir: İstenilen hukuki sonuca ve yargıç oyuna varılacak şekilde bir anayasal karşı-anlatı inşa edilmelidir.

Anayasa Mahkemesi, eylemli İçtüzük değişikliği doktrininin tartışıldığı 12 karar tespit ederek gerekçesine başlıyor. Bunlardan 8 tanesini argümanını güçlendiren, 4’ünü ise argümanının içini boşaltan tarihsel veriler olarak sınıflandırarak ikinci gruptakilerin hukuk sistemimizde yeterli ağırlığa ulaşamadıklarını öne sürüyor:

“Eylemli İçtüzük değişikliğine ilişkin kararlar gözetildiğinde Anayasa Mahkemesinin, eylemli İçtüzük değişikliği iddiasıyla iptal davasına konu edilen TBMM kararlarıyla ilgili anayasallık denetiminde, geçmişten günümüze farklı yaklaşımları benimsediği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte TBMM’nin çalışma usul ve esaslarını konu edinen Meclis kararlarıyla ilgili olarak eylemli İçtüzük değişikliği nitelendirmesi yapmak suretiyle Anayasa Mahkemesinin, kendisini görevli bulduğu ve işin esasını incelediği kararlarının, içerik itibarıyla TBMM’nin çalışma usul ve esaslarına ilişkin olmayan Meclis kararlarının denetimi bakımından kendisini görevli bulduğu kararlarından daha istikrarlı bir süreç izlediği tespit edilmiştir.” (vurgular bana ait-E.K.Y.)

Mahkeme’nin bu yeni anlatısında eylemli İçtüzük değişikliği kapsamına giren ve dışarıda bırakılan parlamento kararları nasıl ayırt edilebilecektir? Bu bağlamda anlatının içerdiği ve hatalı bularak dışladığı geçmiş kararlarına bakalım. Meclis başkanlık divanının oluşumuna dair kararlar (1968, 2023), meclis soruşturması konusuna giren ama İçtüzükte sorunu çözecek nitelikte açık hüküm bulunmayan bir konuda alınan meclis kararı (1970), meclisteki cumhurbaşkanlığı seçiminin süre takviminin hesaplanmasına dair alınan parlamento kararı (2008) meclisin çalışma usul ve esaslarına ilişkin olduğu için anayasallık denetiminin kapsamına alınması doğrudur. Fakat meclis üyelerinin ödenek ve yolluklarını saptayan karar (1977), bakanlar kurulu güven oylaması kararı (1996), kimi illerdeki olağanüstü halin uzatılmasına dair karar (1996), ülkede konuşlandırılan çok uluslu gücün görev süresinin uzatılmasına ilişkin karar (1996) meclisin çalışmalarıyla alakalı olmamasına rağmen yanlış yorumlanarak anayasa yargısının konusu yapılmıştır.

Anlatı yalnızca konu üzerinden seçici tarih okumasıyla kurulmaz, aynı zamanda yargı kararının amacı yönünden de bir içerme-dışlama faaliyeti yürütülür. Eylemli İçtüzük değişikliği doktrininin doğduğu 1968 tarihli ilk karara göre bu yorumun amacı şöyle belirtilmiştir:

“Bir görüşün çeşitli içtüzük konularının tek tek kararlarla hükme bağlanması ve böylece Anayasa denetiminden kaçınılması yolunda bir eğilimi teşvik etmesi her zaman için ihtimal içindedir. Anayasa’da bu nitelikte bir gediğin bulunabileceğini düşünmek ise, Anayasa koyucunun ereğine aykırı bir tutum olur.”

Bu ilk yorumu AYM yeni kararında yeniden yapılandırır. Öyle ki, kararda sözü edilen içtüzük konuları kavramı çekip çıkarılır ve bunun meclisin çalışmalarına ilişkin meseleler anlamına geldiği söylenir. Oysa içtihadın varlık amacı, açıkça anayasaya aykırı olarak alınan yasama işlemleri varsa bunların anayasadaki boşluk öne sürülerek anayasal denetimden kaçırılamaması ve anayasadaki görünüşteki boşluğun içinin hukuk devleti ile bağdaşır şekilde doldurularak yorumlanmasıdır.

Mahkeme, tarih ve amaç okumasının ardından üçüncü olarak yüzünü Anayasa metnine dönerek argümanı için lafzi bir dayanak bulma arayışına girişir. Anayasal tarih birbiriyle uyumlu tek bir doğrultu göstermediği ve içtihadın amacının da yeterli desteği sağlamadığı noktada hemen formalizme sığınmak gerekecektir. Ancak katı bir formalist yorum yapılırsa tüm eylemli İçtüzük içtihadı reddedilmelidir zira AYM’nin yetkisi zaten baştan yorum yoluyla inşa edilmiş bir yetkidir ve metnin salt lafzi yorumu bu yetkinin inkarı ile sonuçlanır. O halde bir sınav da burada başlıyor: Hukuki ihtilafı öyle bir formüle edelim ki eylemli içtüzük değişikliği içtihadını tamamen yıkmayalım ama önümüzdeki davanın esasına girmekten de kaçınalım. Burada AYM’nin bulduğu çözüm şu şekildedir. İçtüzük, Anayasa’ya göre, meclisin çalışma usul ve esaslarını düzenler. O halde bir meclis kararının İçtüzük değişikliği niteliğinde görülebilmesi için yalnızca meclisin çalışma usul ve esaslarına ilişkin olması gerekir. Peki ama “meclisin çalışmaları” kavramının içi nasıl doldurulacaktır?

Bulunan formül meseleyi daha da bulanıklaştırır. Örneğin meclisteki cumhurbaşkanlığı seçimi konu itibariyle İçtüzük meselesi iken neden HSK seçimleri değildir? Öyleyse AYM’ye göre meclis çalışmaları İçtüzükte konu itibariyle düzenlenmiş meselelerle sınırlıdır diyelim. HSK üyelerinin bir kısmının seçilmesine dair meclis çalışması ise İçtüzükte yer almayan, doğrudan Anayasa’da ayrıntılı olarak izah edilmiş bir prosedürdür. Fakat eğer böyleyse 1970 yılındaki içtihadı nasıl anlatıya dahil edeceğiz? Mahkeme, konu itibariyle İçtüzükte yer almasa da eğer bu kapsamda görülmesi gereken bir konu söz konusuysa bu bir İçtüzük değişikliği sayılacak demekteydi. Meclisin birçok aşamada çalışmasını gerektiren HSK seçimleri meselesi neden İçtüzükte yer alması gereken bir konu niteliğini haiz değildir? Ya da anayasada düzenlenen bir seçim prosedürü meclis kararı yoluyla değişikliğe tâbi tutuluyorsa bu Anayasa’ya aykırı olarak İçtüzük kuralı konulması anlamına gelmeyecek midir? Mahkeme bu sorunları tartışmaktan kaçınır. Nitekim, Başkanvekilleri Hasan Tahsin Gökcan ve Basri Bağcı’nın karşı oy yazılarında belirttikleri üzere, parlamento kararı yoluyla İçtüzüğün bir kuralının değiştirilmesi kadar İçtüzüğe yeni bir kural getirilmesi halinde de bunun Mahkeme tarafından incelenmesi gerekecektir. HSK üyeliği seçiminin Anayasa’da belirlenen usule aykırı yapıldığı iddiası İçtüzüğün yürürlükteki herhangi bir kuralının geçerliliğini etkilemese de esas itibariyle İçtüzüğe Anayasa’yla çelişen yeni bir kural dahil edilmesi anlamını taşır.

Şimdi buradan Mahkeme’nin farklı tipte gerekçe sunan yargıçlarının argümanına geçelim. AYM’nin eylemli İçtüzük değişikliği doktrinini bütünüyle yadsıyan, “tıpkı OHAL KHK’lerinin denetlenememesi gibi parlamento kararlarının da inceleme konusu yapılamayacağını savunan” 4 üye de bu kararın gizli aktörleri sayılmalıdır. Artık gerekçeleri bundan önceki eylemli İçtüzük davalarından farklı olarak “karşı oy” yazısı olmaktan çıkmış ve “farklı gerekçe” ağırlığına kavuşmuştur. Diğer deyişle, 7 üyeye karşı 4 üye kendi argümanlarının bağlayıcı hale gelmesini önermektedir. Bunlardan biri olan Yusuf Şevki Hakyemez’e göre, Mahkeme “ancak açık bir pozitif hukuk kuralı ile yetkilendirilmesi” halinde görev yapabilecektir. Yargıç, 1968 yılındaki ilk kararla tartışırcasına şöyle demektedir: “her ne kadar Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ile ilgili ciddi bir sorun teşkil etse de bu kapsamdaki bir sorunun Anayasa Mahkemesinden değil Anayasa koyucunun iradesinden kaynaklanmakta olduğu aşikardır.” Hakyemez’e göre bu yorum yönteminin yaratabileceği sakıncalar elbette göz önündedir, ancak yorumun bir sınırı vardır ve Anayasa koyucunun vermediği bir yetkiyi kullanmak – anayasanın üstünlüğü ilkesini gerçekleştirme amacına hizmet etse dahi– meşru değildir:

“Bu durumda önemli bir sakınca olarak akla adı İçtüzük kuralı olarak zikredilmemekle birlikte Anayasa’ya aykırı biçimde tesis edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi kararları ile Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü hükümlerinin aşılması gibi bir sakınca gelebilir. Bu sakınca tabii ki bir hukuk devletinde fevkalade önemlidir. Ancak bu konuda Anayasa Mahkemesinin yetkisinin ancak “verilmiş̧ bir yetki” olduğunu, bu yetkinin yorum yolu ile elde edilemeyeceğini ve yine yorum yolu ile genişletilemeyeceğini ifade etmek gerekir.”

Usul yönünden “tam yetkisizliği” savunan yargıçlar, ortada olaya uygulanacak bir hukuk kuralı bulunmadığını iddia ederken idare hukukundaki “yetkisizlik asıl ve yetki istisnadır” ilkesini dayanak gösterirler. İlke, kamu yetkisini kullanan her bir organın veya makamın bunun hukuki kaynağını göstermekle yükümlü olması anlamını taşır. Bu ilkenin iki farklı okuması yapılabilir. Bu yargıçların savunduğu yalın okumaya göre, ilke devletin organları arasındaki kurumsal etkileşimi düzenleme amacına dönüktür. Yasama ve yargı organları arasında herhangi bir yetki krizi yaşanmaması için Anayasa koyucu Mahkeme’yi bilinçli olarak yetkisiz kılmıştır. Diğer bir okuma açısından ise bu ilke, devletin zor gücünü kullanırken kamu makamlarının keyfilikten uzak tutularak sınırlandırılmasını amaç edinir. Bu bakımdan parlamentonun kendisine tanınan münhasır denetimsizlik alanındaki karar alma yetkisini aşarak İçtüzük değişikliği yapmaya başlaması ile birlikte yetkisi sona ermiştir. Bir hukuk devletinde istisnai ve münhasır alan niteliğindeki denetimsizlik dar, kamu makamlarının işlemlerinin anayasa uygunluğunun yargısal denetimi geniş yorumlanır. Böylece gerekçeye konu yapılan yetkisizlik ilkesinin ikinci yorumu yargısal denetimi şart koşarken hak temelli bir yorumu mümkün kılacak şekilde inşa edilmiş olur.

Halbuki “Farklı Gerekçe” yazan 4 üye, oylarını şu yönde kullansalardı “parlamento kararının anayasaya aykırılığı” sorununa da Mahkeme’nin içtihatlarının sürekliliği sorununa da makul bir çözüm sunabilirlerdi: Parlamento kararının denetlenmesi hususunda kişisel görüşümüz Mahkeme’nin yetkisizliği olmakla beraber Mahkeme daha iki yıldan az bir süre önce eylemli İçtüzük değişikliği doktrinini savunmuş ve yerleşik hale getirmiştir. O halde bu doktrinin içerisinde kalarak argüman üretmemiz gerekir. Bu çerçevede baktığımızda ise yedi üyenin parlamento kararlarına dönük sınıflandırma yapması temelsizdir. Bu şartlar altında başvurabileceğimiz iki seçenek kalmaktadır, ya iki yıl önceki kararımızda desteklediğimiz içtihadı tamamen yerinden edeceğiz ya da onunla kendimizi bağlı sayarak işin esasına girip anayasa aykırılık iddialarını görüşeceğiz. Bana öyle geliyor ki, Mahkeme’nin dört üyesi “kendi oylarında tutarlı” olmayı önemseyip “AYM’nin bir kurum veya kurul olarak tutarlılığını” ciddiye almamakla yanılgıya düşmüşlerdir ve böylece hukuken sınırlarını tayin etmenin olanaksız ve hatta tamamen keyfi olduğu bir içtihadın serpilmesine fırsat tanımışlardır.

Çoğunluk görüşünde imzası bulunan 7 üyenin 4’ünün Mahkeme’ye atanan en son üyeler olduğunu da hesaba kattığımızda AYM yeni üye kompozisyonunda bu tamamen siyasi-sonuç odaklı ve yasama işlemlerinin keyfiliğini tırmandıran argümanını, yani parlamento kararları arasında ayrım yapma eğilimini, sürdürecektir dememizde sanırım sürpriz hiçbir şey yok. Böylece halihazırda anayasal rejimimize rengini veren iki eğilim birden bu kararla birlikte aynı anda daha da derinleşmiştir. İlk boyutuyla, anayasal düzenin hedefi hukuk kurallarını muhatapları için belirli, öngörülebilir ve objektif hale getirmeye çalışmakken otoriter-popülist rejimler hukuk kurallarının radikal belirsizliğinden, onların yorum yoluyla istismar edilmeye açıklığından ve her defasında kendi amaçlarına hizmet edecek şekilde araçsallaştırılmasından beslenirler. AYM de bu yeni içtihadıyla birlikte hangi parlamento kararlarının denetlenebileceği sorusuna anayasacılık ekseninde değil siyasal iktidarın perspektifinden bakmayı seçmiştir. Bunun tamamlayıcı boyutu ise, yargının kendi yorum otoritesinden mümkün olduğu ölçüde feragat ederek yasama ve yürütme işlemlerini denetlerken bunları olabildiğince yürürlükte tutacak şekilde kararlarını yapılandırmasıdır. AYM için bu sorun varoluşsaldır, çünkü Mahkeme kararlarının yasama, yürütme organları ve diğer yargısal makamlar tarafından uygulanmaması tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu tehlike nedeniyle AYM’nin yorumlarına eşlik eden meta-ilke, bu yorum anayasanın en iyi yorumu olmaktan çıkar, bu yorum muhataplarına uygulatabileceğimiz en iyi yorum haline dönüşür.

Bitirirken, Finlandiyalı eleştirel hukuk teorisyeni Martti Koskenniemi’nin düşüncelerine başvurarak bu hukuk doktrini tartışmasını bir teorik çerçeveye oturtalım.[1] Koskenniemi, hukuki olaya uygulanacak açık, belirli bir hukuk kuralı veya normunun bulunmadığı zor davalarda iki tür gerekçelendirme modelinin bulunduğunu iddia eder, bunlar zayıf ve güçlü gerekçelendirme modelleridir. HSK seçimlerine dair parlamento kararının anayasal denetiminin usulden reddedilmesini savunan iki argümanda bu iki modelin birer varyantıyla karşı karşıyayız. Zayıf gerekçelendirme, hukukta boşlukların olduğunu ve her yargılamada tek bir doğru cevabın söz konusu olamayacağını kabul eder. Böyle bir durumla baş başa kalındığında bir yaklaşıma göre, olaya uygulanacak hukukun bir sonuç vaat etmediğini gören yargıç davayı reddetmelidir. Çünkü hukukun bir olayda yanıtı ya kesin olarak vardır ya da hiçbir şekilde yargının çözüm üretebileceği nitelikte bir ihtilaf bulunmamaktadır. Koskenniemi’ye göre bu görüş yargıçların yalnızca normal davalara çözüm üretebileceğine ve hukukun kural olarak da bu tür davalardan meydana geldiğine ilişkin basit bir bakış açısına sahiptir. Eğer olaya doğrudan doğruya uygulanabilecek bir kural yoksa bu bir takdir yetkisi meselesidir ve takdir yetkisi politik karar alıcılara aittir. “Farklı Gerekçe”lerdeki sorunun varlığını tanıma ama çözümü Anayasa koyucunun iradesine devretme perspektifi tam da bunu ifade eder.

Güçlü gerekçelendirme modelinin amaçsal stratejik yaklaşımına göre pozitif hukuk her zaman için kimi belirsizlikler içerir, geçmiş yargı kararları ise bir çözüme varmak için birbirinden farklı trendleri yalnızca parça parça gösterirler. O halde yargıç bu fragmantal anlatıları toplumsal fayda, hakkaniyet gibi birtakım topluluk amaçları çerçevesinde işleyerek kurgulayacak ve kararını bir hedef doğrultusunda yapılandıracaktır. Bu hedef uğrunda hukuk kuralları veya anayasal tarih bir araç hizmeti görür. Birbiriyle çatışan veya aralarında fark bulunduğu iddia edilen – argüman zaman zaman kendi içsel tutarlılığını kaybetse dahi – her iki yönde de hizalandırılabilirler, yeter ki hangi kolektif hedefin daha iyi sonuç üreteceğine karar kılınsın. Fakat sorun daha da derine iner: Benimsenen, üstün kılınan veya dışlanan, aşağıda görülen politik amaçların sıralamasını haklı gösterecek ne tür bir ölçüte sahibiz? Yüksek yargıya üye seçimleri gibi hassas ve politik sonuçları bulunan bir davada yedi üye hukuki sorunu ve bu sorunu çözebilecek normatif ve tarihsel dayanakları öyle bir formüle etmişlerdir ki bir yandan ciddi anayasaya aykırılık iddiaları barındıran bir meselenin esasına girme ve çoğunluğu ikna edebilme stresinden kaçınmışlardır ve bu uğurda –zayıf gerekçelendirme modelini kabul eden dört üyeyle el ele vererek– kendi yetkilerini budamışlardır. Böylece siyasi iktidar ile yüksek yargı makamları arasındaki doğması muhtemel ihtilafı ilki lehine kestirip atmışlardır. Diğer yandan, parlamento kararlarını denetleme hususundaki yetkilerini tamamen elden bırakmayıp kararlarının kolaylıkla karşılaşabileceği meşruluktan yoksunluk iddiasına karşı kendilerini bütünüyle savunmasız bırakmayacak şekilde hukuki ihtilafı salt teknik bir mesele haline dönüştürmüşlerdir.


[1] Martti Koskenniemi, From Apology To Utopia, 1989, s. 25-40.