Bu yazının çıkış noktası, Birikim Güncel’de yayınlanan 12 Ekim 2025 tarihli William Davies’in “Saf Aptallığın Eleştirisi: İkinci Trump Devrini Anlamak”[1] adlı yazısının tetiklediği bazı sorulardır. Davies, Trump ve yönetimlerinin uyguladıkları politikalar çerçevesinde iki ana evreye ayırdığı katmanlı bir eleştirel analiz sunar. Bunlar Trump’ın birinci dönemine istinaden “hakikat sonrası” (post-truth) çağının eleştirisi ve ikinci dönemi bağlamında ise “aptallık çağı”nın eleştirisidir. Başka bir şekilde söylenirse epistemik çöküş ve ardından gelen yargı yetisinin piyasalara ve algoritmalara devredildiği bir toplumsal düzenden kaynaklanan dünya-tarihsel ölçekte bir aptallık. Aslında bu zaviyeden bakıldığında Trump ve yönetimlerinin politikalarını aşan ve daha derinde işleyen soruların varlığı kendini hissettirir. Bu soruları belirginleştirmek ve üzerine düşünmek için Trump’a ilişkin bir çerçeve çizmek faydalı olacaktır.
Donald Trump, sureti sîretinden daha çok göze çarpan bir siyasi karakter olarak analizi, anlaşılması ve anlamlandırılması hem kolay hem de oldukça zor bir figürdür. Kolaydır çünkü saçları, dansı, mimikleri ve davranışları karmaşık bir temaşa olmasına rağmen kullandığı kısa cümleler, tek kelimelik sloganlar ve keskin dikotomik ifadeleri nedeniyle hemen anlaşılır. Takdir, öfke, gurur ve korku gibi duygularını doğrudan cisimleştirir. İmgesel dünyasında güç, pazarlık, kazanmak, sınır gibi net karşılıklar mevcuttur. Aynı zamanda dijital araçları muhatapları gibi aynı zeminden kullanarak mesafesiz bir ilişki kurar. Öte yandan oldukça da zordur, çünkü Trump’ın sureti, görünür etki olarak politikayı ikame eder ve suret büyüyüp mahiyeti gizler. Sözlerinin ciddiyeti öyle tartışmalı hale gelir ki ironi girdabı her şeyi içine çeker. Bununla birlikte Trump, Ernesto Laclau’nun “boş göstereni”[2] gibi işler. Yani Trump ekonomik, kültürel, etnik ve dış politik heterojen talepleri ortak öteki üzerinden birleştiren bir eşdeğerlilik zincirinin boş göstereni olarak siyasal alanda var olduğundan anlamayı da güçleştirir. Boş gösteren olarak düşünüldüğünde Trump’ın “yedi savaşı sona erdirdim… barışı getirdim” söylemleri ile “Nobel Barış Ödülü’nü hak ediyorum” benzeri iddiaları ve bunun çeşitli şekillerde tartışılması son zamanlarda en göze çarpan örneklerden biri olarak düşünülebilir.
Trump’ın “barışı getirdim” şeklindeki söylemlerine konu olan ve barışın tesis edildiğinin iddia edildiği anlaşmalar, İsrail-İran, Pakistan-Hindistan, Mısır-Etiyopya, Tayland-Kamboçya, Ermenistan-Azerbaycan, Ruanda-Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Sırbistan-Kosova gibi ülkelerin arasında yapılan ateşkesleri kapsamaktadır. Trump’ın barış söylemlerine ilk tepkilere bakıldığında uluslararası medya ve akademik çevrelerde “fact-check” (doğruluk kontrolü) çalışmalarının yapıldığı görülür.[3] Bu değerlendirmelerde barışı getirdim söyleminin olgusal olarak gerçeği yansıtmadığı, abartılı, yanıltıcı ve temelsiz olduğu vurgulanır. Sonrasında Trump’ın barış anlaşmalarındaki tutumunu ekonomik kaynak elde etme isteği ve ticari diplomasi yeteneğine, dış politikadaki realist yaklaşımına ve çeşitli psikolojik analizler bağlamında narsisistik ihtiyaçlarını giderme motivasyonuna bağlayan değerlendirmeler yapılır. Hatta psikolojik analizler o kadar köklüdür ki 2017 gibi erken bir tarihte çevrimiçi bir dergide yayımlanan bir yazıda, Trump’ın narsisistik kişilik bozukluğuna dair çok sayıda yazı olduğu ve yaklaşık 20 bin psikolog, klinik psikiyatrist ve ruh sağlığı uzmanı tarafından imzalanan başkanlık görevini yetkin bir şekilde yerine getirmesine engel ciddi derecede ruhsal hastalığı olduğu endişesini dile getiren bir dilekçe verdiklerinden bahsedilir.[4] Aynı yazıda Trump’ın düşük bilişsel merak seviyesi, yüksek bencil yönelim ve hızlı karar verme eğiliminin dış politika açısından oldukça maliyetli sonuçlar doğurma potansiyelinden de dem vurulur. O halde Trump’ın barış elçiliğine soyunması ve çeşitli kesimlerin onu Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermelerinin arkasında bir patolojik durum, hakikat sonrasının yanlış bilinci ya da aptallık çağının korkutucu çıktıları mı olduğu sorusu doğrudan ortaya çıkar. Ancak bu söylemlerin durduğu yeri başka bir açıdan değerlendirmek için bir iki adım geri çekildiğinde ve perspektif genişletildiğinde başka bir analiz fırsatı ortaya çıkar. Bu yazıda bir boş gösteren olarak Trump’ın barış söylemini ekonomik, sosyolojik, felsefi ve teolojik kökleri olan katmanlı bir siyasi fenomen olarak ele alma gayreti gösterilecektir.
Carl Schmitt ve Katechon: Düzeni Tutan Güç
Trump’ın barış anlayışı, liberal barış içeriklerinin karşısında duran, realist ve Schmittçi unsurlar taşıyan transaksiyonel bir popülist stratejidir. Carl Schmitt’in siyaset felsefesinin merkezinde duran “katechon” kavramı bu stratejiyi anlamlandırmak için düşündürücü bir perspektif sunar. Schmitt’in The Nomos of the Earth[5](Yeryüzünün Nomos’u) adlı eseri “katechon” kavramını, Avrupa’nın tarihsel ve hukuki düzeninin teolojik-politik kökenlerini açıklayan tartışma alanları yaratır. 1950 yılında yayımlanan bu kitap, II. Dünya Savaşı sonrasında küresel düzenin yıkılışına dair kapsamlı bir yaklaşım ve yeni dünya düzeni için beklentilerini sunar.
“Katechon” terimi, Schmitt’in düşüncesinde teoloji ve siyasal-hukuki açıdan merkezî bir konuma sahiptir. Katechon, etimolojik olarak Yunanca “alıkoyan” veya “engelleyen” anlamına gelir ve kaynağını Yeni Ahit’ten Pavlus’un Selanikliler Mektubu’ndaki (2: 6-7) bir bağlamdan alır. Teolojik anlamda Katechon, Kıyamet’in ve Deccal’in (Anti-christ) nihai zuhurunu geciktiren, erteleyen güç veya kişi anlamına gelir.[6] Katechon’un işlevi bir düzenin varlığını, nihai bir kaosa sürüklenmekten koruma çabasıdır. Siyasal düzenin devamlılığını ve istikrarını sağlayan geçici bir düzenleyici güç olarak Katechon, çağdaş siyasi düşüncede de oldukça önemlidir. Schmitt, Hıristiyan çağını, İsa’nın ilk gelişi ile ikinci gelişi arasındaki bir bekleyiş dönemi olarak görürken, seküler siyasi güçlerin sonsuz dünyevi aralıklar yaratarak bir Katechon işlevi gördüğünü ifade eder.[7] Katechon’un kararverici eylemi, sonu erteleyen istikrar sağlama eylemi olarak yeniden kavramsallaştırılır.[8]
Katechon’un tarihsel tezahürünün derinliklerini atlayarak Schmitt’in modern siyasetin temel sorunlarına yönelik eleştirisi ve bu bağlamda Katechon kavramının nasıl işlev gördüğü tartışılabilir. Schmitt, teoloji, ahlâki hümanizm, ekonomi ve teknoloji gibi modern çağın birçok alanındaki nötralizasyon ve depolitizasyon süreçlerinden bahseder. Bu nötralizasyon ve depolitizasyon olarak teşrih edilen unsurların içerisinde en kritik ve nihai aşamalarından biri de liberalizmdir. Schmitt liberalizmin düşünsel temelini, kesin bir sonuçtan feragat etmeyi gerektiren karardan kaçınma eğiliminde olduğunu ifade eder. Metafiziksel bir sistem olarak liberalizm:
Çıkarların sosyal armonisi ve refahın maksimizasyonunun genelde yalnızca bireyler arasındaki serbest ticari rekabet, sözleşme ve ticaret yapma özgürlüğü ve hür teşebbüs ilkelerinden kendiliğinden doğacağı yolundaki ekonomik çıkarsamayı tartışmak âdet edinilmiştir. Ancak tüm bunlar yalnızca genel liberal prensibin hayata geçirildiği hallerdir. Rekabetin uyumu kendiliğinden doğuracağını iddia etmekle, hakikatin fikirler arasındaki mücadele sonucu ortaya çıkacağını iddia etmek kesinlikle aynı şeydir. Bu düşüncenin özü de salt, fikirler arasındaki ebedi rekabet işlevine dönüşmüş olan hakikat ile spesifik bağıntısında yatmaktadır. Bu, hakikate ulaşmak yerine, kesin bir sonuçtan vazgeçmek anlamına gelir.[9]
Yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı üzere Schmitt, liberalizmin tartışmayı mutlaklaştırmasının siyasetteki dost/düşman ayrımını gizleme çabası olduğunu düşünür. Schmitt’e göre uluslararası hukukun temelini egemen devletlerin ortaya çıkışı oluşturur. Egemen devletler arasındaki ilişki savaşı bir hukuk kurumuna dönüştürür ve tarafların birbirlerini eşit düşman (Justus Hostis) olarak tanıması prensibine dayanır.[10] Bu öyle bir değişimdir ki, Ortaçağ’ın haklı savaş (justum bellum) doktrinini, yani düşmanı suçlu olarak görme meylini medenileştirdiğini savunur.[11] Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru modern ekonomik ve teknolojik güçlerin gelişimiyle beraber devletlerarası hukuk düzeni gerilemeye başlar. Özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra soyut normlara ve evrensel bir perspektife dayanan Milletler Cemiyeti, savaşın evrensel olarak suç sayılmasına ilişkin normatif düzenlemeler yapmaya çalışarak eşit düşman ilkesinin zayıflaması tehlikesine yol açmıştır. Bu tehlikenin en belirsiz ânında ABD kendi ekonomik ve siyasi çelişkileriyle birlikte evrenselci bir hakem gibi konumlanmıştır.
William Rasch, ABD’nin 20. yüzyıldaki konumumu, Schmitt’in karşısında olduğu “uzamsız evrenselcilik” ve “mutlak insaniyet monizmi”nin en kudretli kurumsal ve ideolojik taşıyıcısı olarak tartışır.[12] Uzamsız evrenselcilik üç temel unsur üzerinden işler. Birincisi, hukukun mekânsal bir temelden koparılarak evrensel düzeye oturtulmasıdır. İkincisi özellikle liberal düşüncenin plüralizmden monizme doğru kaymasıdır. Schmitt’e göre bu tür monizmin en yüksek ifadesi insanlık kavramıdır. İnsanlık bir ideal olarak soyut normlara dayandığından siyasal bir kavram olarak görülmez. Zira insanlığın doğası gereği düşmanı yoktur, bu yüzden siyasal bir varlık olarak bahsedilemez. Eğer insanlık kavramı siyasallaştırılırsa bir taraf evrensel ahlâki normları temsil ederken, ona karşı çıkan kişi ve topluluklar “insanlık dışı” olarak tanımlanır ve varlığı değersizleştirilerek yok edilmesi gerekir.[13] Bu durumda insanlık kavramı, emperyal genişleme faaliyetlerine ve ahlâki, insani karakteriyle de ekonomik emperyalizmin kullandığı ideolojik bir aygıta dönüşür.[14] Bununla birlikte insan hakları doktrini de özellikle ulus-devletlerin iç özerkliğini kısıtlayarak onları küresel hukuki düzene bağımlı hale getirir. Schmitt bu bağımlılığın, egemen gücün (ABD) kendi egemen gücünden feragat etmeden diğerlerinin egemenliğini sınırlamasının bir sonucu olduğunu vurgular.[15] Uzamsız evrenselciliğin işlerliğinin üçüncü unsuru ise geleneksel, sınırlı savaşlara ikame olarak “Haklı Savaş” doktrinin yeniden biçimlenmesidir. Uluslararası hukukun ahlâkla ilişkisi savaşları artık ulusal çıkarlar yerine evrensel ilkeler, insan hakları ve insanlık adına yürütülen bir savaşa indirger.[16] Bu durum sınırlı savaşlar yerine haklı savaş doktrini üzerinden düşman yerine suçluyu ikame eder. Mutlak iyi uğruna suçlunun kriminal bir düşman haline getirilmesi modern savaşın gaddarlığını artırıp insanlık dışı karaktere sahip olması sonucunu doğurur. Eşit düşmanın yokluğunda siyasal alan şiddeti giderek artan küresel ölçekte bir iç savaş durumuna dönüşür. İşte Schmitt’e göre Katechon’un işlevi hem mutlak iyinin hem de mutlak kötünün gerçekleşmesini geciktirerek, çatışmayı dünyevi ve sınırlı biçim almasına yardımcı olmaktır.
ABD’nin anti-Katechon’dan Katechon’a Dönüşümü
Schmitt için çağdaş dünyada “hiçbir şey, siyasi olana karşı mücadele kadar modern değildir”.[17] Yani ona göre 17. yüzyıldan başlayarak Batı düşüncesini kuşatan liberalizm, rasyonalizm ve ekonomik düşünce, politik olanı nötralize ve depolitize eden modern eğilimlerdir. Bu eğilimlerin en yakın zamanda cisimleştiği ABD hegemonyasındaysa siyasal sorunların yerini yönetimsel, ekonomik ve sosyolojik görevler devralmaktadır. Bu depolitizasyon sürecinde ABD, politik olanı ekonomik rasyonaliteye ve teknisizme indirger. ABD’nin küresel hegemonyası, politik çatışmaları ekonomik terimlerle özellikle borçlu(kredi)/alacaklı ilişkileri üzerinden meşrulaştırır. Bu meşruiyet Schmitt için düşmanı ahlâki ve hukuki olarak boyun eğdirmeye yarayan bir araç olarak görülür. Hatta ortaya çıkan şiddetli politik krizler bile hukuki veya finansal önlemlere indirgenir. Bu bağlamda düşünüldüğünde Schmitt ABD’yi “isteksiz hızlandırıcı” (Beschleuniger wider Willen) olarak nitelendirir.[18] ABD’nin bir anti-Katechon figürü olarak yorumlanmasının tarihsel süreç içerisinde bir manası vardır. Bu figür siyasi kararın yerine soyut normatifliği (Hans Kelsen-saf hukuk teorisi) veya teknik-yönetimsel işleyişi geçirir.[19] Anti-Katechon, dünya sistemini kendi ahlâki düzeni kontrolüne alma isteğiyle siyasi çoğulculuğu ve dengeyi yok eder. Bununla birlikte ABD’nin anti-Katechon olarak görülmesi, modern siyasetin nihilist bir durumuna da vurgu yapar. Anti-Katechon’un süreci istemsizce hızlandırması özellikle ulus-devletler arası sınırları belirsizleştirir.
21. yüzyıl terörizmi, ABD’nin evrenselci politikaları, ahlâki ve hukuki zeminde gelişen haklı savaş öğretisiyle düşmanın mutlaklaştırıldığı bir düzen içerisinde ortaya çıkan şiddetli ve düzensiz bir olgudur. Evrenselci tahakkümle birlikte körüklenen mutlak düşmanlık ve şiddet döngüsü Schmitt’in bakış açısıyla küresel iç savaş halini anımsatır. Bu açıdan bakıldığında ABD’nin küresel yayılımının gücünü sekteye uğratan ve nötralizasyon süreçlerini sürdürülebilir olmaktan çıkaran terörizm dalgası siyasi karar alma durumunu hızlandıran bir sonuç üretir. Bunun yanında küresel ölçekte terörizmin yarattığı ekonomik ve siyasi maliyetin yükselmesi ABD’nin rekabet gücünü kıran bir semptom olarak belirginleşir. ABD’nin yarattığı Schmittyen anlamda “siyasetsizliğin” sınandığı bir diğer gelişim de Çin Halk Cumhuriyeti’nin özellikle ekonomik alandaki yükselişidir. Özellikle 2008 Küresel Finans Krizi sonrasında Çin, doların küresel rezerv para birimi statüsünü zayıflatmaya ve ABD’nin finansal yaptırım gücünü kırmaya yönelik adımlar atmıştır. Çin’in yükselişi, ABD’nin mevcut küresel yayılımın dayandığı askerî üstünlük, ekonomik merkezilik ve normatif önderlik zemini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir düzlemde yeni bir siyasal alanın önünü açmıştır.
Haklı Şavaş’tan Eşit Düşmana Katechon’un Dramatik Canlanışı: Trump ve Trumpizm
Richard Nixon ve Henry Kissinger ile başlayan, Soğuk Savaş sonrasında da devam eden ABD’nin Çin politikası, teleolojik olarak ticari, kültürel ve diplomatik ilişkilerin gelişmesinin, kaçınılmaz olarak Çin’in iç siyasetinde liberalleşme ve dış politik olarak ABD’nin hegemonik düzlemine oturan sorumlu paydaş olmasına dair inancın ürünüydü.[20] Ancak bu inancın tam tersine Çin’in ekonomik büyümesi ve teknolojik gelişimi özellikle devlet kapitalizminin yükselmesiyle sonuçlanmıştır. ABD’nin Çin hakkındaki iyimser beklentisi, ekonomik anlamda “stratejik angajman”dan belki de trajik biçimde “stratejik rekabete” dönüşmüştür. Bu dönüşümün yansıdığı reel politik düzlem Donald Trump yönetimi döneminde resmî bir doktrin haline gelir. Öyle ki, ABD’nin 2017 Ulusal Güvenlik Stratejisi ve 2018 Ulusal Savunma Stratejisi belgelerinde Çin net bir şekilde “stratejik rakip” ve “revizyonist güç” olarak tanımlanır.[21] Uygulamalara bakıldığında Trump yönetimi politikalarında ticaret savaşları, Çinli firmalara yönelik teknoloji kısıtlamaları ve Tayvan ile ilişkilerin geliştirilmesi gibi unsurlar yer alır. İşin ilginç tarafı Trump yönetiminin birinci döneminden sonra iktidara gelen Demokratların Joe Biden yönetimi de bu “rekabet” olgusunu pekiştirmiş, hatta daha sistematik şekilde ittifaklara dayalı ve ideolojik “demokrasiler-otokrasiler mücadelesi” ekseninden hareketle bu süreci taşımıştır. Ekonomik alanda stratejik angajmandan stratejik rekabete taşınan bu dönüşüm dünya sistemi içerisinde siyasi plakaları harekete geçirmiştir. Bu dönüşüm Trump ve Trumpizm’in politik rolü çerçevesinde anti-Katechon’dan Katechon’a geçişin analitik unsuru olarak görülebilir. “Sonu geciktiren”, “erteleyen” bir aktör olarak Schmitt’in Katechon kavramı doğrultusunda Trump ve Trumpizm değerlendirildiğinde bu durumun dışavurumu Trump yönetimlerinin alışılmışın dışında, şaşırtıcı politikaların içeriğinde temellenir. Bu bağlamda gerçekleşen analizi derinleştirebilmek için Trump yönetimlerin aldığı kararlar kronolojik bir şekilde sıralandırıldığında ortaya ilginç bazı sonuçlar çıkar.
Trump, 2017 yılında ilk olarak Amerikan sanayisini ve işçisini koruma ve ücretleri yükseltme amacıyla Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’ndan (Trans-Pacific Partnership) çekilerek bölgesel kural belirleyici konumundan, yani ABD’nin ticaret liderliğinden feragat ederek bunun yerine ikili anlaşmalara dayalı pazarlık gücünü yükselten bir ticari ilişkiyi tercih eder. 2017-2020 yılları arasında deklare edilen ve yürürlüğe giren çok taraflı bir iklim sözleşmesi olan Paris Anlaşması’ndan çekilmesi ise iklim rejiminde önemli bir lider boşluğu oluşmasına sebep olur. Yine 2017 yılında ABD başkanlık kararnameleriyle seyahat yasağı kararları alır, bazı Müslüman ülkelerdeki vatandaşlara vize ve giriş yasağı getirir, ayrıca ABD-Meksika sınırına fiziksel duvar örme planı yürürlüğe sokar. Bu durum özellikle liberal evrenselci söylemden güvenlikçi kontrole geçişin sembolü olarak görülebilir. 2018-2019 yıllarında ticaret savaşları olarak bilinen 302. madde tarifeleriyle Çin’e karşı tek taraflı gümrük rejimi uygulanır, böylece Dünya Ticaret Örgütü’nün etkinlik alanı daraltılır. 2019 yılında ABD “Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması”ndan (Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty) çekilerek, Soğuk Savaş sonrası nükleer silah kontrol dengesinin çökmesine, INF menzilli kara konuşlu füzeleri geliştirme ve konuşlandırılmasının serbest hale gelmesi ise özellikle Avrupa güvenliğinin temelden sarsılmasına sebep olur. 2020 yılında Açık Semalar Anlaşması’ndan (Open Skies) ABD’nin ayrılması ülkeler arasındaki güven artırıcı unsurların ve şeffaflık ilkesinin yerinden edilmesi anlamına gelir. Bu anlaşma esasında taraf devletlerin birbirlerinin toprakları üzerinde silahsız gözlem uçuşları yapmasına izin veren ve böylece askerî hareketlilik gibi durumları gözlemleyerek doğru bilgi üretme kapasitesi artırılmasına izin veren bir mantığı benimser. Büyük bir gücün bu anlaşmadan çekilmesi özellikle sıfır toplamlı bir güvenlik anlayışına geçişin bir sembolü olarak görülebilir. İkinci dönem Trump yönetiminin kısa zamanda aldığı kararlara bakıldığında da benzer bir anlayış görülür. 2025 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilme isteği, tek taraflı gümrük tarifelerinin sistemleşmesi ve genişlemesi, Avustralya-Birleşik Krallık-ABD (AUKUS) arasında, Çin’e karşı Hint-Pasifik’te askerî/teknolojik kapasiteyi derinleştirmeyi amaçlayan üçlü güvenlik anlaşmasının sürdürülmesi gibi uygulamaların devamlılığı takip edilebilir. Bunun yanında, Trump ve Trumpizm’in yükselişi ekonomik ve siyasi faktörlerle birlikte derin sosyo-kültürel dinamiklere de dayanır. Bu dinamiklerin Trump nezdinde en sembolik görünümü MAGA (Make America Great Again) hareketidir. Bu hareket, özellikle ABD’deki beyaz işçi ve orta sınıf kesimlerinde hissedilen statü kaybı ve kültürel yabancılaşma üzerinden güçlenerek geleneksel Amerikan değerlerinin, Hıristiyanlığın ve ulusal kimliğin güçlenmesini temsil eder. Bu temsiliyet öncelikle liberalizmin, çokkültürlülüğün ve evrenselci değerlerin karşısında konumlanır. ABD’nin küresel hegemonyasından geri çekilişinin ulusal ölçekte yansımasının bir başka etkisi ise devletlerarası ilişkilerin, jeopolitik denklemlerin ve yeni dengelerin doğum sancısı olarak görülmelidir.
Son olarak Trump yönetimlerinin nasıl değerlendirileceği tartışmasına katkı olarak yeniden düşünmeyi teşvik edecek bazı yorumlar sunulabilir. Trump bir yandan “barışı getirdim” söylemleriyle ABD’nin deniz aşırı taahhütlerinden ve uluslararası anlaşmalardan izolasyonist bir dürtüyle maliyetsiz bir çekilmeyi tasarlarken, Schmitt’in perspektifiyle “haklı savaş” doktrinini terk etmiştir. Buna karşın müthiş bir sembolik gösterge olarak 5 Eylül 2025’te Pentagon’un isminin Savunma Bakanlığı’ndan Savaş Bakanlığı’na dönüştürülmesi, siyasi-ideolojik bir yeniden çerçeveleme biçiminde “eşit düşman”ın adını koyma ve tarihsel düzlemi yeniden bu ilişki düzeyine çekme anlayışının başlangıcıdır. Carl Schmitt için Katechon, modern dünyada siyasal düzeni ve devletin formunu kaostan koruyacak, egemen kararı destekleyecek somut bir varlığa duyulan ihtiyacın tarifidir. Bu ihtiyaç büyük değişim ve derin kriz süreçlerinde rasyonel normativizmin ve liberalizmin aşınması sonucunda egemen karar için kaotik bekleyişin ürünüdür. Küresel belirsizlik dünyanın her köşesinde şiddet sarmalı ile büyüyen ekonomik, siyasi ve kültürel yarılmaları beslemektedir. Katechon pasif bir figür değildir. Nihai savaşın ertelenmesini sağlamak için kararverici gücü tahkim etme isteğinin göstergesidir. Bir büyük güç olarak ABD’nin Trump yönetimlerinin aldığı kararlar, haklı savaş ve mutlak düşmandan eşit düşmana, evrensel normatif düzlemden somut mekânsal dengeye yönelen Schmitt’in ifade ettiği Katechon’un özelliklerini yansıtmaktadır. Her ne kadar bu dönüşümün başlarında olsak da dünyadaki her bölgede etkileri hızlı ve şiddetli biçimde görülmektedir. Bu dönüşümden en fazla etkilenen demokratik kazanımlar ve özgürlüğün daralan alanıdır. Neoliberalizmin yarattığı eşitsizlikler ve güvencesizlik, demokrasi ve özgürlüğün gelişiminin önünde temel bir engel olmuştur. Eğer öyleyse, ABD’nin küresel gücünü koruma çabası ve nihai savaşın ertelenmesi döneminde de sol siyasete önemli görevler düşmektedir. Sol siyaset, bu dönemdeki ulusal yenilenmeyi sadece jeopolitik bir rekabet aracı gibi değil, toplumsal dokuyu onarmanın bir yolu olarak yeniden değerlendirmelidir. Her alandaki eşitsizliği merkeze alan, ulusal güvenlik ve demokrasinin bekası için toplumsal eşitsizliğin azaltılması ve özgürlük alanlarının yeniden tahkim edilmesine yönelik yeni tanımlamalar yapmalıdır. Bununla birlikte William Davies’in belirttiği gibi, Arendtçi anlamda “hayal gücü”nü, empati ve yaratıcılıkla hareket eden, hakikati kavrama kapasitesini politikleştiren bir araca dönüştürmek bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Kısaca, sol siyaset, yeni bir anlam ve gelecek ufku sunmalıdır.[22]
[1] William Davies, “Saf Aptallığın eleştirisi-İkinci Trump Devrini Anlamak”, çev. Barış Özkul, Birikim Güncel, 12 Ekim 2025, https://birikimdergisi.com/guncel/12183/saf-aptalligin-elestirisi-ikinci-trump-devrini-anlamak.
[2] Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, çev. Nur Betül Çelik, Ankara, Epos Yayınları, 2007.
[3] The Conversation, 21 Ağustos 2025, “Did Trump really resolve six conflicts in a matter of months? We spoke to the experts to find out”; David J. Simon ve Kathryn Hemmer, “A Closer Look at Trump’s Peace Deals: From ‘death and Hatred’ to ‘Love and Success?’”, Just Security, 9 Ekim 2025; Ivana Kottosová, “Checking in on the ‘seven un-endable wars’ Trump did (not) end”, CNN, 24 Etlül 2025.
[4] Joshua D. Kertzer ve Thomas Zeitzoff, “Beyond Narcissism: What Political Psychology Tells Us About Foreign Policy Under Trump”, Political Violence At A Glance, 13 Şubat 2017.
[5] Carl Schmitt, The Nomos of the Earth: in the International Law of the Jus Publicum Europaeum, çev. G.L. Ulmen, New York, Telos Press Publishing, 2003.
[6] A.g.e., s. 59-61.
[7] A.g.e., s. 60-66.
[8] Julia Hell, “Katechon: Carl Scgmitt’s Imperial Theology and the Ruins of the Future”, The Germanic Teview: Literatute, Culture, Theory, 84:4, s. 310.
[9] Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, 3. baskı, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Ankara, Dost Kitabevi, 2014, s. 56.
[10] Schmitt, a.g.e., s. 121.
[11] A.g.e., s. 124.
[12] William Rash, Sovereignty and its Discontents, Birkbeck Law Press, 2004, s. 59.
[13] Schmitt, a.g.e., s. 104.
[14] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, 2.baskı, çev. Ece Göztepe, İstanbul, Metis Yayınları, 2012, s. 84-85.
[15] Rasch, s. 147.
[16] A.g.e., s. 60.
[17] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, 2.baskı, çev. Emre Zeybekoğlu, Ankara, Dost Kitabevi, 2005, s. 65.
[18] Hell, 305.
[19] Schmitt, 2005, s. 20.
[20] Kurt M. Campell ve Ely Ratner, “The China Reckoning: How Beijing Defied American Expectation”, Foreign Affairs, 97(2), Mart-Nisan 2018, s. 60-70.
[21] Renato Cruz De Castro, “21st Century U.S. Policy on an Emergent China: From Strategic Constrainment to Strategic Co petition in the Indo-Pacific Region”, International Journal of China Studies, 9(3), Aralık 2018, s. 261.
[22] Davies, a.g.e.





