14 Nisan 2025’te, aslında vatandaşlığa kabul mülakatımın olması gereken günde gözaltına alındım. Haksız bir şekilde iki haftadan fazla süre hapsedildikten sonra, bir federal yargıç tahliyeme karar verdi. Bu, demokrasi adına büyük bir zaferdi; Trump yönetimi tarafından gözaltına alınan pek çok öğrenci aktivistten serbest bırakılan ilk kişi ben olabilirim.
İç Güvenlik Bakanlığı adeta planlı bir tuzak kurmuştu. Bana Amerikan vatandaşı olma olasılığını sunar gibi yaptı; ama mülakatı bitirip sadakat yemini etmeye hazır olduğumu belirten bir belgeyi imzaladıktan hemen sonra, maskeli ajanlar tarafından gözaltına alındım. Randevuya birlikte gittiğim avukatımla beni ayırdılar. Beni yaşadığım eyalet olan Vermont’tan alıp Louisiana’daki bir gözaltı merkezine götürmeyi planlamışlardı.
Bu tuzak beni büsbütün şaşırtmadı. Daha önce, Gazze’de İsrail’in sürdürdüğü katliam ve yıkımı protesto ederken ifade özgürlüğünü kullanan başka öğrencilerin de gözaltına alındığını görmüştüm. Bu yüzden hazırlıklıydım; avukatlarla, Vermont’lu senatörlerle ve Temsilciler Meclisi üyesiyle, basınla ve bir grup topluluk mensubuyla önceden iletişim kurmuştum. İç Güvenlik Bakanlığı’nın planı sorunsuz işlemedi; Louisiana uçağını birkaç dakika farkla kaçırdık. Bu birkaç dakika, hukuki sürecin yönünü değiştirdi ve sonunda özgürlüğüme kavuşmamı sağladı; çünkü böylece haklarım için adil bir zeminde mücadele edebildim. Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza biriminin gözaltı merkezlerinde hâlâ tutulan diğer öğrencilerin aksine, ben adalet arama “ayrıcalığına” sahip oldum — en azından hapiste olmadan.
16 geceyi bir hücrede geçirmiş olsam da, adaletin ve demokrasinin er ya da geç yerini bulacağına dair inancımı hiç kaybetmedim. Bu ülkenin vatandaşı olmak istedim çünkü onun savunduğu ilkelere inanıyorum. Yargıç Geoffrey W. Crawford lehime karar verdiğinde, yalnızca bana değil, Amerikan halkına da bu ilkelere hâlâ umut bağlamanın bir nedeni olduğunu hatırlattı. Ancak adalete giden yol uzun. Benim özgürlüğüm, tıpkı benim gibi ifade özgürlüğünü kullandıkları hâlde hapiste tutulan diğer öğrencilerin özgürlüğüyle iç içe geçmiş durumda — ve aynı şekilde, yaşam ve adalet hakkı için mücadele eden Filistinlilerin özgürlüğüyle de.
Amerikan hükümeti, Trump yönetiminin hoşlanmadığı siyasi konuşmalar nedeniyle beni sınır dışı etmeye çalışırken, buna bahane olarak ABD dış politikasını baltalamakla suçluyor —politik söylem üzerinden sınır dışı etme girişimi için son derece saçma ve gülünç bir gerekçe bu. Hükümet, beni karalamak için artık en temelsiz, en zayıf iddialara sarılıyor. Benim tek “suçum”, Filistinlilerin katledilmesini kabul etmemek, savaşa karşı çıkmak ve barışı savunmak. Sadece uluslararası hukuka saygı gösterilmesi gerektiğini savundum. Filistinliler ve İsrailliler için adil ve kalıcı bir barışa ulaşmanın yolunun diplomasi ve onarıcı adaletten geçtiğine inanıyorum.
Beni sınır dışı etmeye çalışarak Trump yönetimi çok net bir mesaj veriyor: Farklı görüşlere tahammül yok; ifade özgürlüğü hiçe sayılabilir. Aşırı sağcı bir İsrail hükümetini eleştirilerden korumaya anayasal hakları çiğneme pahasına hazır görünüyor. Bu sırada Filistinliler ve İsrailliler için travma ve korkudan arınmış, barışçıl bir gelecek ihtimalini de bastırıyor.
Ben adalet ve barış hayali kuruyorum — bu hayal, çocukluk yıllarımın kâbus gibi anılarıyla şekillendi. Batı Şeria’daki Al-Far’a kampında, İsrail’in apartheid rejimi altında, üçüncü kuşak bir mülteci olarak doğdum. Sekiz yaşındayken, İsrail ordusunun uyguladığı kuşatma nedeniyle tedaviye erişimi engellenen ve bu yüzden ölümcül sağlık sorunları yaşayan ağabeyimi toprağa verdim. On birinci yaş günümü kutlamak yerine, İsrail askerleri tarafından öldürülen amcamın cenaze alayında yürüdüm. Aynı yaşta, çocukluk arkadaşımın bir İsrail askeri tarafından öldürülüşüne tanıklık ettim.
İç Güvenlik Bakanlığı beni gözaltına aldığında, görevli memur daha en başta özür diledi ama ardından beni kelepçeledi, ellerimi belime zincirledi ve ayaklarıma pranga vurdu. Kısa adımlarla yürürken aklım İsrail hapishanelerinde, tıpkı benim gibi zincire vurulmuş, bazısı cinsel saldırıya uğramış, bazısı öldürülmüş olan çaresiz Filistinlilere gitmesin diye, kendimi avutmak için şakayla karışık “Yürüyerek meditasyon yapıyorum,” dedim. “Sevgiyle nefes al, sevgiyle nefes ver,” diye tekrarladım kendi kendime, arabayla götürülürken.
İlk gecemi geçirdiğim C38 numaralı hücrede, gece bekçisinin rutin kontrolünde karanlıkta parlayan bir el feneri gördüm. O an, artık dedemle, babamla, amcalarımla ve kuzenlerimle aynı kaderi paylaştığımı hissettim; onlar da haksız yere hapsedilmişlerdi. Gelecekteki çocuklarımın aynı adaletsizliği yaşamaması için dua ettim. Uykuya dalarken, Rahip Dr. Martin Luther King Jr.’ın o ünlü sözünü düşündüm: “Karanlık, karanlığı kovamaz; bunu yalnızca ışık yapabilir. Nefret, nefreti kovamaz; bunu yalnızca sevgi yapabilir.”
2014 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınmadan önce, özgürlük benim için soyut bir kavramdı – İsrail’in askerî işgali altında yaşarken hayal etmekte bile zorlandığım bir şeydi. Özgürlük için şarkılar söyledim, şiirler yazdım, onu düşledim ama hiç deneyimlemedim. Askeri kontrol noktalarına takılmadan seyahat edebilme, yani bedensel özgürlük ve ifade özgürlüğü hakkı – ikisini de Amerika’da buldum ve büyük bir özlemle arzulamıştım.
Sonunda Amerikan vatandaşlığına yalnızca daimî oturum sahibi olarak sahip olduğum özgürlükleri kaybetmemek için değil, daha da önemlisi bu ülkenin kurucu belgelerinde yer verdiği demokrasi ilkelerine ve değerlerine inandığım için başvurdum. Amerika her zaman bu değerlere sadık kalmamış olsa da, tıpkı Dr. King gibi, bu ilkelerin geleceğe dair bir vaat taşıdığına inanıyorum.
Ama işte tam da bu özgürlükler bugün hem benim için hem de benim gibi olanlar için tehdit altında. Trump yönetimi, İsrail’in stratejisini izliyor: Güvenlik kisvesi altında haklar gasp ediliyor, hukukî süreçler ortadan kaldırılıyor. Hükümet, Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza birimini kullanarak vatandaş olmayan muhalifleri gözaltına alıyor, eleştirilerini susturmaya çalışıyor ve göçmenlik sisteminin bütünlüğünü zedeliyor.
Devletin, güvenlik adına muhalefeti bastırmayı temel bir hedef haline getirmesi, otoriter yönetime ve hatta sıkıyönetime giden yolu açar. Benim dosyama bakan her Amerikalı kendine şu soruyu sormalı: Demokrasimizden geriye ne kaldı ve sırada kim var?
Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre, İsrail’in Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana yürüttüğü saldırılar sonucunda 52 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti. Ölenlerin çoğu kadın ve çocuklardan oluşuyor; üstelik son araştırmalar, bu sayının muhtemelen ciddi şekilde eksik hesaplandığını gösteriyor. Bu, delilik ve intikam güdüsüyle yürütülen bir savaş; Amerikan silahlarına dayanıyor, Amerikan vergi mükelleflerinin parasıyla finanse ediliyor ve Amerikan siyasetçileri tarafından meşrulaştırılıyor. Benim dosyam, Amerikalıların ve Filistinlilerin adalet mücadelelerinin nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Amerikalılar artık şunu seçmek zorunda: Savaşı mı destekleyecekler, yoksa barışı mı; baskıyı mı, yoksa demokrasiyi mi? Eğer çocukların öldürülmesine ve insan hakları uzmanlarının “soykırım” olarak nitelendirdiği bir sürece karşı bile sesimizi çıkaramayacaksak, neye karşı çıkabiliriz ki?
İngilizceden çeviren: Barış Özkul