25 Ocak 2006’da yapılan ve sonuçları itibarıyla bütün Ortadoğu coğrafyasında yeni bir dönemin açılmasına neden olan Filistin seçimlerini gözlemek amacıyla birçok hükümet ve sivil toplum kuruluşu görev aldı. Bu çerçevede, Türk Dışişleri Bakanlığı da SBF ve ODTÜ’lü akademisyenler ile bakanlık mensubu diplomatlardan oluşan bir gözlemci heyetinin bölgeye gönderilmesini sağladı. Aşağıdaki satırlar bu heyetin içinde yeralan bir uluslararası gözlemci olabilmem ve kendi gözlemlerim ve heyetin diğer mensuplarının gözlemlerini benimle paylaşmaları sayesinde yazılabilmiştir.
Ankara’nın bembeyaz bir sabaha uyandığı gecenin son saatlerinde başladığımız gidiş yolculuğumuz rötarlar ve gecikmelere rağmen parıldayan bir güneşle aydınlanan Tel Aviv Ben Gurion havaalanında sona erdi. Pasaport kontrolü sırasında İsrail ulusal güvenlik devletiyle ilk gerçek karşılaşmamız benim kadar İsrail’de daha önce bulunmamış heyetin çoğunluğu açısından da sıkıntı yarattı. İlk gerçek karşılaşmamız diyorum çünkü, SBF’den bir kürsü arkadaşımla vize almak için Ankara’da bariyerlerle araç trafiğine tamamen kapatılmış büyükelçilik binasının önündeki polis noktasına yaklaşır yaklaşmaz nereden çıktığını anlayamadığımız, yanımızda bir anda biten iki MOSSAD ajanı polisin araya girmesiyle rahatlamış, biz de tek tek alındığımız ve yaklaşık on dakika süren bir aramadan sonra vize bölümüne girebilmiş burada da Dışişleri Bakanlığı’ndan aldığımız notalar sayesinde “normal ziyaretçiler”in yaşadığını tahmin ettiğimiz sıkıntıyı yaşamaktan kurtulmuştuk.
Pasaport kontrolünde heyette yer alan bir Doçentin hemen arkasında yer almak “talihsizliği” yaşamam, İsrail devletini her türlü iç ve dış tehdide karşı koruma görevini içselleştirilmiş bayan görevli tarafından neden lacivert pasaportla geldiğim konusunda sorguya çekilmeme neden oldu. Benden önce kontrole giren Hocamın Doçent olduğu bu yüzden yeşil pasaport alma hakkı olduğu, benimse tıfıl bir asistan olarak 3. derece bir kadro olan Yardımcı Doçent olmadan bunu almamın mevzuata uygun olmadığını anlatmak için yaklaşık on dakika dil dökmem gerekti. Heyetteki bazı arkadaşlarsa “Suriye ve İran’da bulunmak suçundan” “görüşme odasına” alındılar. Bütün bunların gerek heyette yer alan gerekse bizi karşılamak üzere orada bulunan Türk diplomatlara rağmen olması da ayrıca dikkat çekiciydi. Ankara’dan Tel-Aviv’e kadar beraber yolculuk ettiğimiz iyi derecede Türkçe bilmesine rağmen Türkiye’li olmadığını düşündüğümüz bir genç kızın arkasındaki arkadaşımıza “İşim uzun sürecek, beni pek sevmiyorlar, çünkü Filistinlilerle görüşüyorum” diyerek sırasını teklif etmesi durumun sıradanlığını ortaya koymaktaydı. Nitekim genç kız kontrole girdikten bir-iki dakika sonra yanında bir görevliyle “görüşme odası”nın yolunu tuttu. Bu andan havaalanından ayrıldığımız 45 dakika sonrasına kadar da onu göremedik. İsrail’den dönüş yolunda check in sırasında gene benzer ahiret sorularıyla karşılaşmamız İsrail ulusal güvenlik devletinin orada kaldığımız bir hafta boyunca üzerimizde bıraktığı etkinin zirveye çıktığı an oldu. İstanbul’daki hava koşulları nedeniyle sekiz saat rötar yapan ve kalkıp kalkmayacağı son ana kadar belli olmayan dönüş uçağını beklerken, Tel-Aviv’de bir gece daha kalma düşüncesi çok çekici gelse de kontrole bir daha girme gerçeği bunun hemen unutulmasına neden oldu. Havaalanında dikkatimizi çeken bütün “münker–i nekir melekleri”nin 20’li yaşlarının başlarında olmasıydı. Bunun nedeninin gençlerin İsrail’i koruma anlayışı çerçevesinde “bilinçlendirilmelerinin” çok daha kolay olduğu, bu gençlerin işlerini tavizsiz yapacaklarına inanılması olduğunu düşündük.
Sorgu kısmının atlatılmasından sonra bavullarımızın başka bir ülkeye seyahat ettiklerini öğrenmemiz açıkçası biraz önce yaşadıklarımızdan sonra hiç de çok kötü bir haber olarak gözükmedi bize. Bu beklenmedik durum İsrail toplumuyla ilk tanışmamızın bir alışveriş merkezinde olmasına neden oldu. Şabbat alışverişi yapan kalabalığa karışmamızla biraz önce gördüğümüz İsrail’in kamusal yüzü yerini sosyal yüzüne bıraktı. Kısa sürede kendimizi Ankara’daki büyük alışveriş merkezlerindekinden farksız hissettik, küresel kapitalizmin bu tekbiçimleştiriciliği zamanı ve mekanı ortadan kaldıran özelliğiyle bizi evimizde hissettirmiş, rahatlatmıştı. Alışveriş yapan, dolaşan, yemek yiyen, gülümseyen insanları gördüğümüzde bulunduğumuz yerin her gün insanların öldüğü, bombaların patladığı, güvensizliğin egemen olduğu bir yer olduğuna inanmak öylesine zor geldi ki bize. Aynı duyguyu bir gün sonra Şabbat bitiminde, Ankara’yı andıran Batı Kudüs’ün gene Sakarya Caddesi’ni andıran bir caddesinde de yaşadık. Gece birde bizim gibi barlardan çıkan ve büyük ihtimalle yaş ortalaması 20 olan kızlı erkekli bir kalabalığın neşesi ve heyecanı hepimizin aklına “biz acaba İsrail de miyiz?” sorusunun gelişine neden oldu. Bir de caddenin bittiği yerde ellerinde uzilerle bekleyen İsrail polisi olmasa, bize medyanın yıllardır İsrail yerine başka bir ülke gösterdiğini söyleyecektik birbirimize.
Yaklaşık 15 kişiden oluşan heyetimizin süpermarkette oradan oraya koşarak, iç çamaşırı, tişört, deodorant, diş fırçası gibi malzemeleri kasalara yığması böyle bir olayla muhtemelen ilk defa karşılaşan market görevlilerinde muzip bir gülümsemeye neden oldu. Cemal Paşa’nın torunları 90 yıl sonra bu kez süpermarketleri fethetmek için mi geri dönmüştü yoksa? Ama Havaalanındaki “suratsız” kadından sonra çok şanslıydım. Benim gittiğim kasadaki Falaşa (Habeş Yahudisi) genç kız gayet cana yakın ve yardımseverdi. Hatta kasayı kapatmak pahasına farkında olmadığım 2 al 1 öde promosyonundan yararlanabilmem için benimle giysi reyonuna geldi. “Ezenlerin ezilenleri” olan Falaşaları bundan sonra İsrail ordusunda er, lokantalarda garson, dükkanlarda tezgahtar olarak görecektik. İsrail, Filistin Ulusal Otoritesi’nin kurulmasından sonra büyük gettolara hapsettiği Filistinlilerin artık ihtiyacı karşılayamaması yüzünden emek ihtiyacını “daha” ulusal bir proleterya yaratarak yani Falaşaları kullanarak gidermekteydi.
Alışveriş merkezinde mönümüze giren ve kaldığımız bir hafta boyunca da hiç çıkmayan “felafel ve humus”tan müteşekkil yemekten sonra otelimize doğru yola çıktık. Doğu Kudüs’te yeralan ve Kubbet-üs Sahra, Mescid-i Aksa ve Ağlama Duvarı manzaralı, Eski Kente hakim bir konumda bulunan otelimiz konfor açısından olmasa da manzara açısından eşsizdi. Otelimizin konumunun bizim açımızdan bir başka önemi de, günümüzde bir misyoner hastanesi olarak kullanılan Cemal Paşa’nın 4. Ordu karargahından birkaç yüz metre ileride olmasıydı. Evet biz de 1915’de Falih Rıfkı Atay’ın genç bir yedeksubay olarak dört bir yanına bakarak koskoca bir imparatorluk coğrafyasının farkına vardığı Zeytindağı’ndaydık.
Otelimizin hemen altında vadiye doğru inen büyük bir Yahudi mezarlığı uzanmaktaydı. Bulunduğumuz tepenin “stratejik önemini” anlamamız pek uzun sürmedi. Çünkü, Yahudi inancına göre Kıyamet koptuğunda Sırat Köprüsü’nün başlangıç yeri bizim otelin bulunduğu tepe, eski Kentin bulunduğu yer ise Cennetin giriş noktası olacaktı. Bu stratejik önemin farkında olan dünyanın dört bir yanındaki Yahudilerin Cennete girişte sıra beklememek için bu mezarlıktan yer kapatmaya çalıştıklarını, yoğun talep nedeniyle mezar yeri fiyatlarının bir milyon dolardan başladığını da öğrendik. Vadiden geçen yolun diğer tarafında eski Kentin üzerinde yükseldiği tepenin eteklerinde ise büyük bir Müslüman mezarlığı vardı. Hayatımda ikinci defa mezarlık manzaralı bir yerde konaklıyordum. İşin ilginç yanı ilk konakladığım yer de İstanbul Etiler’deki Yahudi mezarlığının hemen yanıbaşındaki bir kamu misafirhanesiydi. “Ölüden değil diriden zarar gelir” düşüncesinde olsam da İstanbul’da mezarlığın yanında konaklamak en azından ilk anda hiç de güzel gelmemişti gözüme. Kudüs’te ise bu sözkonusu bile olmadı. Bilakis böyle bir ortamda olmak beni de heyetteki diğerlerini de çok mutlu etti. Kudüs’ün uhrevi havası daha ilk geceden hepimizi sarmış, dondurucu rüzgara rağmen geceyarısında mezarlığın üst tarafında bulunan seyir taraçalarından mezarlığı seyretmek mutlu etmişti. Yukarıda belirttiğim gibi modern yaşamın süregidişine karşın kutsal topraklar en materyalistimizi bile içine çekmiş ve ruhuna uydurmuştu. Farkına varmıştık ki, dünyada Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi olmanın en fazla anlam taşıdığı yer burasıydı. Bunun nedeni, sadece üç semavi dinin en kutsal mekanlarının (Müslümanlar için şüphesiz ikincil önemdekilerin) burada olması değildi. Dinsel kimlik ve aidiyet, karşısında güçlü bir dinsel kimlik ve aidiyet(ler) olduğu zaman daha da güçleniyor, yaşam pratiklerinde örtük ya da açık kendisini gösteriyordu. Yüzyıllardır birbirlerinin etkinliklerini kırmak için mücadele eden bu üç din paradoksal biçimde birbirlerini güçlendiriyorlardı. Arap-İsrail meselesinin neden çoğu zaman dinsel bir karşıtlıkla kurulduğunu ve sürdürüldüğünü anlamak bu hava solunduğunda artık çok daha kolaydı bizim için.
Gündelik hayatın maddiliğiyle, dinsel hayatın maneviliği birbirinin öylesine içine girmişti ki burada. Hz. Muhammed’in miraca çıktığı muallak taşını barındıran Kubbet-üs Sahra ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı içeren ve Müslümanlar dışındakilerin girmesinin yasak olduğu (girişte küçük bir “din bilgisi” sınavına tabi tutulmanız işten bile değil) Harem’de vecd ile namaz kılanlarla, mescid içinde küçük bir şekerleme yapanlar; Ağlama Duvarı’nda Torah rulolarını taşıyan, transa girerek Tevrat okuyanlarla, Ağlama Duvarı’na açılan küçük geçidin bitiminde atıştıran mütedeyyin Hassidikler; Hz. İsa’nın mezarının olduğu Kıyamet Kilisesi’nde tekerlekli sandalyedeki oğullarını zorlukla mezarın olduğu yerdeki küçük bölüme sokan ve aynı anda gözlerinden yaşlar boşanan çiftle birkaç metre ötede Hz. İsa’nın naaşının konduğu mermer taşa hepimizin şaşkın bakışları altında cüzdanını ve kredi kartlarını sürtmeye uğraşan adam yan yanaydı.
Eski Kentin daracık sokakları günün her saati dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insan tarafından dolduruluyordu: Kefiyelerine sıkıca sarılmış Filistinliler, siyah şapka ve beyaz gömleklerinin tamamladığı siyah takımlarıyla çevrelerine hiç bakmadan hızlı ve sert adımlarla yürüdüklerinde sağa sola sallanan zülüfleriyle Hassidikler, kahverengi cübbeleriyle Katolik keşişleri, arkadan bağladıkları uzun saçları ve sakallarıyla yaşını almış eski rockçıları andıran Ortodoks papazları ve ellerinde fotoğraf makineleriyle dükkanlara girip çıkan siyah, beyaz, sarı turistler… Ve Türk olduğumuzu öğrendikleri zaman II. Abdülhamit ve Hasan Şaş’lı Türkçe kelimeler söyleyen Arap dükkan sahiplerine şaşkın gözlerle bakan bizler.
İsrail’in Yahudiliği ihya çabalarına rağmen Eski Kent İslami ve İsevi bir havaya sahipti. En kadim uygarlık olma iddiasındaki Yahudilik ise paradoksal biçimde kentin en modern kısmında Yahudilerin yaşadığı Batı Kudüs’te kendini göstermekteydi. İsrail’in bu kadimliğe verdiği önem dikkat çekiciydi. Ülkenin gezdiğimiz çeşitli yerlerinde bölgenin Judaik geçmişine vurgu yapan, antik döneme ait kalıntılarla büyük sürgün öncesi Yahudi uygarlığı arasında bağ kuran tabelalara rastlıyorduk. 19. yüzyıl sonunda başlayan Yahudi göçüne kadar önemli bir Arap nüfus barındıran Yafa (Jaffa)’daki bir tabelada şehrin 1948 yılında “özgürleştirildiği” önemle vurgulanıyordu. İsrail bu coğrafyadaki varlığını meşrulaştırmak için tarihi kullanıyordu, bunu yaparken de binlerce yıl ötesine gitmekten başka çaresi yoktu anlaşılan.
Batı Kudüs’ün Eski Kente yakın olan bölümünde 8 kollu şamdanlar, Davut Yıldızları, İsrail bayrakları gibi Judaik semboller satan dükkanlar bulunmaktaydı. Popüler milliyetçiliğin dinsel temalarını oluşturan bu semboller dışında, dikkat çeken bir başka husus da Yahudi milliyetçiliğini ve militarizmini gözler önüne seren tişörtlerdi. İsrail ordu birliklerinin isimlerini ve simgelerini taşıyan, İsrail ve Yahudilik göndermeli tişörtler vitrinleri süslemekteydi. Kendine güveni mi yoksa güvensizliği mi simgelediği belli olmayan çok sık karşılaştığımız bir tişörtte de şu yazıyordu: “Don’t worry, Be Jewish.” Son Lübnan saldırısının bir kez daha gözler önüne serdiği “stratejik ortaklık” ise biraz tersten de olsa tişörtlerde şu şekilde ifade edilmekteydi: “Don’t worry America, Israel behind you” . Ülkelerinin arkasındaki limitsiz ABD desteği İsraillileri bile rahatsız etmiş olmalı ki, bu ilişkide hep alan taraf olmadıklarını, bunun bir “ortaklık” olduğunu vurgulamak ihtiyacı içine girmişlerdi. Stratejik ortaklık, müttefiklik, jeostratejik önem gibi kelimeleri çok sık duyduğumuz bir ülkeden geldiğimiz için bize bu durum hiç de yabancı gelmedi açıkçası.
Seçim günü Kudüs ekibinde yer almam nedeniyle çok daha iyi gözlemlemek fırsatını bulduğum Kudüs’teki Müslüman-Yahudi ayrımı kendini çok açık bir biçimde göstermekteydi. Eski Kentin surlarının batı sınırı ayrı bir dünyaya açılan kapı gibiydi. Burada fiilen olmayan duvar aslında tüm heybetiyle yerli yerindeydi. Arap bölgesinin “Ortadoğulu” havası yerini “Batılı” bir havaya bırakmaktaydı ve tüketim kalıplarından kültürel pratiklere uzanan bir geniş düzlemde -surlar ölçüt alındığında- Doğu ve Batı Kudüs arasındaki 50 metrelik mesafede 50 yıllık bir zaman tüneline girmiş gibiydik. Yahudi mahalleleri düzenli temiz ve belirli bir refahın egemen olduğu sitelerden oluşurken, Arap mahalleleri dar ve kirli sokakların kestiği düzensiz evlerden oluşmaktaydı. Yoksulluk ve yoksunluk sokaklardan ve insanların gözlerinden okunabiliyordu. Bu durum duvarın ve tel örgülerin arkasında kalan ve İsrail askerlerinin giriş ve çıkışları sıkıca denetlediği Kudüs’ün Arap banliyölerinde çok daha net bir biçimde gözlemlenmekteydi.
Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulmasının ardından yapılacak ikinci seçimleri yürütme görevini Filistin Merkezi Seçim Komisyonu ile birlikte yürüten BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) iki gün sürecek olan seminerlerine katılmak için Filistin Ulusal Otoritesi’nin başkenti olan Ramallah’a doğru yola çıkışımızla Filistin gerçeğiyle gerçek anlamda yüzleşme sürecimiz de başlamış oldu. Bu yüzleşmenin bizim açımızdan en önemli halkası, simgesi ise “ayırma duvarı”ydı. Kudüs’ün çıkışında 1967 sonrasında işgal altındaki topraklarda ilk oluşturulan ve günümüzde Kudüs’ün mahalleleri haline gelmiş Yahudi yerleşim birimlerinin bittiği yerde yükselen duvar inşaatı gene bir işgal altındaki topraklar klasiği haline gelmiş “kontrol noktası”nın bulunduğu yere doğru son hızla ilerlemekteydi. Yaklaşık 5-6 metre yükseklikte olan, birkaç yüz metrede tahkim edilmiş bir gözetleme kulesiyle ve kameralarla “ayırma” işlevini daha iyi yapması planlanan duvar inşaatının orada bulunduğumuz Ocak ayında büyük oranda tamamlandığını öğrendik. Türk emeğinin ve sermayesinin de duvar inşaatında katkısı olduğunu öğrenmemiz nasıl bir gurur kaynağı oldu bizim için bilemezsiniz! Yapılan hesaplamalara göre duvar inşaatı tamamlandığında Batı Şeria’nın % 10’unu duvarın “ayıran” kesiminde kalacak. Bölgede görüştüğümüz diplomatlar bu duvarın İsrail’in nihai barış aşamasında sınır olmasını isteyeceği Filistinlilerden koparılmış son toprak parçalarını içeren bir hat olduğunu vurguladılar. Esasen, 1967 sınırları ötesinde içeri uzanan Yahudi yerleşim birimlerini çevreleyen cepler biçiminde uzansa da kimi yerlerde Filistin köylerinin tam ortasından geçen duvarın buralarda kimi kimden ayırdığı anlaşılmaktaydı. Zaten Oslo süreci sonucunda oluşturulan Filistin Ulusal Otoritesi birbirinden tamamen kopuk yerleşim yerlerinde hüküm sürebilmekteydi. Batı Şeria’daki bütün ana yollar İsrail denetiminde olduğundan ayrı yerleşim birimlerinde yaşayan Filistinliler birbirlerini yıllardır görememekteydiler. Filistinlilere uygulanan farklı kimlik ve farklı plaka uygulaması seyahat izni olmayan yüzbinlerce insanın büyük açıkhava hapishanelerine hapis olmasına neden olmuş, Filistinliler arasındaki sosyal bağlara büyük bir darbe vurulmuştu. Kontrol noktalarında sıkı bir şekilde aranan ve sorguya çekilen Filistinlilere İsrail hükümetinin “daha modern bir hizmet vermek istediğini” de anlamamız uzun sürmedi. 1990’ların başında dikenli tel uygulamasıyla başlayan “hizmet” duvar inşasıyla, kontrol noktalarının da modernleştirilmesiyle 21. yüzyıla yakışır bir nitelik kazanmaktaydı. Duvarın tamamlanmadığı yerlerdeki kontrol noktalarında tepeden tırnağa silahlı İsrail askerleri araçları tek tek çağırarak kimlik kontrolü ve arama yapmaktaydılar. Üzerinize doğrultulan (diplomatik bir misyon taşıyan bizler de Filistinlilerle karşılaştırıldığında çok daha insani olsa da benzer uygulamaya tabi tutulduk) M-16’lar eşliğinde elle arama yapan İsrail askerlerinin hizmet kalitesinin düşüklüğü İsrail hükümetinin tedbir almasına neden olmuş, Beytüllahim’de gözlemlediğimiz gibi duvarın hizmete sokulduğu yerlerde turnikeler, metal detektörleri, otomatik kapılar gibi son teknoloji ürünleri Filistinliler ve yabancı ziyaretçilerin beğenisine sunulmuştu. Biz de İsrail mucizesi karşısında bir kez daha hayranlık duymadan edemedik.
Ramallah yolunda çevremizdeki tepelerde sağlı sollu uzanan ve birer kaleyi andıran Yahudi Yerleşim birimlerinin güzelliği, yol boyunca uzanan Arap köylerinin sefaleti ve çirkinliğiyle büyük bir tezat oluşturuyordu. Kendilerine ait ve Filistinlilerin girişinin tel örgü, bariyer ve kontrol noktalarıyla engellendiği yolları olan Yerleşim birimlerindeki yaşam kalitesi burada yaşayanlara hakikaten “seçilmiş insanlar” oldukları duygusunu verse gerek. İsrail devleti yerleşimcilere seçilmişliği öylesine hissettirmek istiyordu ki, bu yolların asfalt kalitesi on metre yakınındaki Filistinlilerin kullandığı yollarınkine kıyasla müthiş bir artış göstermekte, yolların kesiştiği yerlerdeki kavşaklarda Yahudi yerleşiminden gelen tarafa beş dakika, Filistin yerleşiminden gelen yola ise 30 saniye yeşil yanmaktaydı. İsrail askerleri Arapları kendi yerleşim birimlerine hapsetmek yanında bütün Batı Şeria’ya Arap yerleşim birimleri arasına “özenle” yayılmış irili ufaklı Yahudi Yerleşim birimlerini de koruyorlardı. Bedava ev ve toprak, vergi muafiyeti gibi hükümet teşviklerinden yararlanan ve son dönemde özellikle radikal Yahudilerden seçilen “kolonistler” İsrail’in pazarlık masasındaki en büyük kozlarından biriydi. 2005 yılında Gazze’den çekilen ve Yahudi yerleşim birimlerini zorla boşalttıran İsrail’in Kudüs’ün hemen dışında çok büyük bir yerleşim yeri inşaatını tam gaz sürdürdüğünü gördük. 2010 yılına kadar İsrail’in nihai sınırlarını çizmekten bahseden Olmert’in Doğu Kudüs ve çevresini boşaltmaya hiç niyetinin olmadığı açıkça görülmekteydi.
Kent girişindeki kontrol noktasını aştıktan sonra İsrail’in 2. İntifada dönemindeki rutin operasyonları sırasında tank paletleri tarafından bozulduğu anlaşılan kısa bir yoldan geçerek Ramallah’a girmeyi başardık. Seçim kampanyalarının hızla devam ettiği kentte ilk dikkatimizi çeken şey yoğun inşaat faaliyetiydi. Özellikle UNDP seminerinin yapıldığı otelin olduğu bölgede lüks otel ve villa inşaatları hızla devam etmekteydi. Mevcut olan hatırı sayılır miktardaki villa ve bina da bize HAMAS’ın zaferinin ipuçlarını vermekteydi adeta. Çünkü, kentin kalbinin attığı Aslanlı Meydan civarında yaptığımız gezilerde gözlemlediğimiz gibi insanların çoğunun bu varsıllıktan yararlanmadığı açıktı. Bu durum Ramallah gibi kaynakların en fazla aktığı kentte bile apaçık meydandaydı. Benim görebildiğim Kudüs’ün Arap banliyöleri ve Beytüllahim’de yoksulluk Ramallah’tan kat be kat fazlaydı. Seçim günü Eriha, El-Halil ve Nablus’a giden arkadaşlar çok daha kötü bir portre çizmişlerdi. Batı Şeria’da bu açıdan belki de en şanssız yer olan Nablus’un HAMAS’ın kalesi olması şaşırtıcı değildi. Gazze’de durumun daha da beter olduğu konuştuğumuz herkesin ortak fikriydi, nitekim seçimler öncesi HAMAS’ın Gazze’de seçimi açık farkla kazanacağı konuşuluyordu.
Bölgede manifaktür düzeyinde dahi sınai üretim yapan bir işletme göremedik. Zaten bölgenin doğal yapısı da dikkate değer bir tarımsal üretime izin vermemekteydi. İsrail’in tarımsal üretimi geliştirmek için uyguladığı modern tarım sistemlerine de doğal olarak burada rastlayamadık. Bölgede (Kudüs ve Beytüllahim’in çok sayıda ziyaretçi nedeniyle bir ölçüde dışarıda tutulması gerekir) yerel ihtiyaçları karşılayan küçük dükkanlar dışında ekonomik anlamda önem taşıyan bir yapıya rastlayamadık. Peki neydi bu insanların geçimlerini sağlayan, villa ve lüks otelleri var eden ekonomik kaynak? Bu kaynak Filistin’e yapılan uluslararası yardımlardı. Özellikle 2. İntifada’nın başlamasından sonra İsrail’e çalışmak için geçen Filistinlilerin sayısının azaltılması, zaten Filistin Ulusal Otoritesi’nin kurulmasından sonra hapsedildikleri ceplerde hareketlilikleri darbe yiyen ve kişi başına gelirleri trajik biçimde düşen Filistinlileri dış yardımlara muhtaç hale getirmişti. Doğrudan Filistin hükümetine kaynak aktarımının yanı sıra bölgede faaliyet gösteren uluslararası kuruluşların harcamaları ve Filistinlileri istihdamları adeta bölgede bir “STK ekonomisi”nin oluşumuna da neden olmuştu.
Bu durum, üretimden değil yardımlardan gelen bir kamu kaynağını ortaya çıkarmış, kuruluşundan itibaren belki de zorunluluktan hızla büyüyen bir bürokrasi yaratan Filistin yönetimi hızla klientalizme savrulmuştu. Arafat liderliğinde devletin kurucu partisi olan FATAH çeşitli ülkelerden gelen milyarlarca dolarlık yardımı siyasi kayırmacılık, rüşvet, zimmete para geçirme, yolsuzluk gibi yollarla taraftarlarına dağıtmıştı. Bu bölüşüm sürecinden en az yararlananın halkın yoksul kesimi olduğu açıktı. Siyasi elit, siyasi gücünü ekonomik bir güce çevirmek konusunda oldukça hoyrat bir yol izlemişti. Türkiye’nin de dahil olduğu onlarca ülkeden gelen milyonlarca doların bizzat Filistin davasının sembol ismi Arafat’ın şahsi hesaplarında buharlaştığı herkes tarafından söylenmekteydi. İşte sokaklarda çıplak ayakla koşan çocuklar da, İstanbul’da Etiler, Ankara’da Beysukent’te olsa milyonlarca dolar edecek evlerde oturanlar da bu eşitsiz bölüşümün ürünüydüler.
Sosyal eşitsizlik ve FATAH iktidarının yozlaşmışlığına duyulan tepki HAMAS’ın güçlenmesinde büyük rol oynadı. Bunun yanısıra Filistinlilerin gittikçe barış sürecinin aleyhlerine işlediği düşüncesine varmaları ve FATAH’ı fazla tavizkar bulmaları da bunda büyük rol oynadı. “Ezilenlerin ezeni” haline gelen FATAH’a karşı çok daha halkçı bir çizgide olan HAMAS, toplumsal muhalefetin önemli bir kesiminin (buna İslamcılığa mesafeli duranlar da dahil) sözcüsü olmayı başardı. Bu çerçevede, bizim edindiğimiz izlenim; Filistin’de Türkiye’deki 1950 Seçimleri ortamına benzer bir ortam olduğu, yozlaşan devlet partisi CHP’nin rolünü FATAH’ın, halkın yozlaşmaya karşı yeni bir umut olarak iktidara taşıdığı DP’nin rolünü ise HAMAS’ın oynadığıydı.
Seçim kampanyalarının sürdüğü Ramallah sokaklarında HAMAS’ın bizim buraya gelmeden önce tahmin ettiğimizden çok daha güçlü olduğunu anlamamız zor olmadı. HAMAS, rant dağıtım sisteminin merkezi olan, FATAH taraftarlarının en yoğun olduğu ve hatırı sayılır bir Hıristiyan nüfus barındıran Ramallah’ta bile her yerdeydi. Yeşil şapkalı ve atkılı HAMAS’lılarla ve siyah beyaz kefiye desenli şapka ve atkı takan FATAH’lılar arasında belli bir mesafe olduğu anlaşılmakla birlikte iki grup arasında hiçbir gerginlik gözlemlemedik ve orada bulunduğumuz sürede de duymadık. Yürüyüş yapan HAMAS’lıların özellikle gençlerden ve çocuklardan oluştuğunu gördük. Türkiye’de duyanların yerinde duramadan göbek atmaya başlayacağı bizim de rezil olmamak için kendimize zor hakim olduğumuz oynak Arap ezgileri eşliğindeki seçim şarkıları hiç durmadan çalınıyordu. Özellikle HAMAS konvoyunun çaldığı oynak bir girişle başlayan ve bizi de hareketlendiren ama konvoydaki bir adamın davudi bir sesle “bismillahirrahmanirrahim” demesiyle titreyip kendimize gelmemize neden olan marş düştüğümüz gafleti göstermesi açısından dikkat çekiciydi.
Seçim öncesi ortak liste oluşturma konusunda çok ciddi sıkıntılara düştüğünü öğrendiğimiz, Hanan Aşravi gibi Arafat’ın yakın çevresinde uzun süre bulunmuş sembol isimlerin “3. Yol” adı altında muhalefete kaymasını engelleyememiş FATAH’ın ciddi bir kriz yaşadığı seçim afişlerinden bile anlaşılıyordu. Eski tüfekler kuşağının son temsilcilerinden Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın Arafat karizmasından uzak oluşu FATAH’ı ciddi bir liderlik sorunuyla baş başa bırakmıştı. FATAH’lı adaylar partilerinden daha çok kendi isimleri üzerinden propaganda yapmaya çalışıyordu. Buna mukabil HAMAS’lılar kentin dört bir yanını birkaç yıl önce ölen liderleri Şeyh Yasin’in mütebbessim bir fotoğrafını içeren yeşil hilalli posterlerle süslemişlerdi.
Ramallah sokaklarında karşılaştığımız bir olay bölgeye yönelik bazı “oryantalist” düşüncelerimizi ne yazık ki haklı çıkardı. Ortadoğu’nun kaotik ortamının ve organize olmaktan uzak özelliğinin bireysel yansımasını Ramallah sokaklarındaki bir saatlik otobüs yolculuğu hepimizin gözlerinin önüne sermişti. Görüşmelerde bulunmak üzere gittiğimiz Filistin Seçim Komisyonu binasını Filistinli olan otobüs şoförümüz yaklaşık on kişiye sorarak bulabildi. Zorlukla bulduğumuz ve gecikerek gittiğimiz büroda ise daha önce heyetimize verilen randevunun unutulduğunu öğrendik. Giderken dar yolda karşıdan trafiğin sıkışacağını göre göre gelen arabalar ve bu yüzden önümüzde ve arkamızda biriken araçlar yaklaşık yarım saatimizi bir santim bile ilerleyemeden geçirmemize neden oldu. İşin ilginç yanı herkes kaderine razı olmuş biçimde arabalarında hiç birşey yapmadan beklemekte bir sakınca da görmüyordu. Türkiye’de olsa önce kornalar, sonra çıkışmalar, daha sonra aile efradının hatırını sormayla en sonunda da levye ve sopalarla girişmeyle sonuçlanacak bu durum, Filistin’de yaprak bile kımıldatamıyordu. Doğu’da zaman daha yavaş geçiyordu, ama bu insanların 50 yıldır gerilla savaşı yaptıklarına şiddeti içselleştirdiklerine kim inanırdı? Bu noktada devreye giren, belki de 50 yıldır hayalini kurduğumuz Ortadoğu barışına arabuluculuk ve hakemlik etme arzumuzu gerçeğe dönüştüren, Dışişleri Bakanlığı’ndan bir diplomatın otobüsümüzden inerek araçları sağa sola çekilmeye ikna etmesi oldu. Ortadoğu’daki hakemlik rolümüz sıkışan trafiği düzene sokmakla, varlığımız ise trafik polisliğiyle başlamıştı anlaşılan.
Ramallah’ta iki gün süren UNDP toplantılarında dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen resmî ve sivil toplum örgütü temsilcilerini görme fırsatı bulduk. Bu toplantılarda dikkati çeken gruplar ise AB, Japonya ve Non-Violent Peace Corps gözlemcileriydi. Özellikle AB gözlemcilerinin bölgedeki en geniş, en örgütlü ve etkin heyet olduğuna hem orada hem de seçimler sırasında şahit olduk. Toplantılarda temel konu seçimlerin ve gözlemcilerin güvenliğiydi. UNDP görevlileri HAMAS’ın aksine bu seçimlere katılma kararı alması nedeniyle güvenlik konusunda daha rahattılar. Zaten seçim atmosferi gerginlikten uzaktı, bunu biz de müşahade etmiştik. Fakat Batı Şeria için verilen güvenlik güvencesinin Gazze için geçerli olmadığını söylemekten de çekinmediler.
25 Ocak günü sabahın erken saatlerinde heyetimizin küçük gruplara ayrılarak görev yerlerine gitmeleriyle başlayan esas misyonumuz akşam 8 civarında bütün grupların otele sağ salim ulaşarak gözlemlerini birbirlerine aktarmalarıyla sona erdi. Bütün gruplar seçimlerde büyük bir anormallik görmedikleri konusunda birleştiler. Ama, benim görev yerim Kudüs’te yaşadıklarım hemen hemen aynı şekilde bütün yerlerde gözlemlenmişti. Seçim günü yaklaşık 25 ayrı seçim noktasını dolaşan grup üyelerimle şunları gözlemlemiştik: Bir kere seçim yasağı diye bir şey hukuken olsa da fiilen yoktu. Sabahın erken saatlerinden itibaren her tarafta seçim müzikleri çalıyor, partililer şapka ve bayraklarla seçim merkezleri önünde propagandaya devam ediyorlardı. Bu durum parti militanlarının oy vermeye gelenlere markaj yapması ve hazır listeleri vermesiyle daha da katmerleniyordu. Sakallarımdan dolayı birkaç seçim merkezinde HAMAS’lılar tarafından yapılan markajdan ben de nasibimi aldım. Ama bu propagandanın bütün gruplar tarafından yapılması, en azından uygunsuzlukta demokratik bir eşitlik olduğu gösteriyordu. Bir diğer aksaklık ise, özellikle yaşlı seçmenlere eşlik eden birkaç kişinin birlikte oy kullanmasıydı. “Aile boyu oy kullanımı”na gittiğimiz bütün yerlerde şahit olduk. UNDP tarafından sağlanan seçim kabinlerinin birbirine çok yakın olması, oy verenlerin çok rahat birbirlerinin oylarını görmelerine neden oluyordu. Seçim noktasından seçim noktasına kurallara uyma hassasiyeti değişmekle birlikte genel izlenimimiz seçimlerde büyük bir aksaklığın olmadığıydı. Ama oy verme aşamasında bulunmamıza rağmen sayım aşamasında olmamamız seçimlerin güvenirliği açısından açık bir yorum yapmamızı engellemekteydi. Yine de uluslararası kuruluşların seçimler konusundaki sonraki açıklamaları burada da önemli bir usulsüzlük olmadığını göstermekteydi.
Görev yaptığım Kudüs’ün seçimler açısından özel bir durumu bulunmaktaydı. İsrail hükümeti Filistinlilerin Kudüs metropol alanında oy kullanmalarına uzun süre muhalefet etmişti. Bunun temel nedeni Kudüs’ü doğusu ve batısıyla başkent ilan eden ve bu kent üzerindeki egemenliğini hiçbir zaman pazarlık konusu yapmayan İsrail’in burada “başka” bir ülke seçimleri yapılmasını istememesiydi. Uzun pazarlıklar sonucunda postanelerden oy kullanma gibi bir formülü kabul etmiş, böylece Filistinli seçmenlerin başka bir ülkeden oy kullanmaları gibi bir durum yaratmıştı. Kudüs’teki beş postanede yapılan seçimler oy vermekle pek ilgisi olmayan bir nitelikteydi. Öncelikle Kudüs’ten sürülme korkusu yaşayan onbinlerce seçmen listelere kayıt yaptırmamıştı. Bunun da ötesinde birer İsrail kamu görevlisi olan postane çalışanlarının gözü önünde verilen oyların oy vermenin gizliliği ilkesine tamamen aykırı olduğu açıktı. Eski kentin çıkışındaki Selahaddin postanesi dışındaki yerler de zaten üniversitelerin yüksek lisans dersliklerinden daha küçük, beş kişilik grubumuz içeri girdiğinde bile seçim sürecini engelleyeceğimiz bir kalabalık oluşturduğumuz yerlerdi. Selahaddin postanesi ise onlarca televizyon kanalının olduğu, FATAH taraftarlarının ellerinde bayraklarla tezahürat yaptığı bir panayır yerini andırıyordu. İsrail polisinin diğer yerlerde olduğu gibi trafiği düzenlemek dışında buraya da hiçbir müdahalesi olmadı. FATAH’ın İsrail Hükümeti’nin resmi partneri olduğu çok açık biçimde görülüyordu.
Duvarın iki yanını da görebilmemizi sağlayan bu gezi aslında bölgedeki iki halk arasında maddi duvardan çok daha büyük ve geniş bir duvar olduğunu anlamamızı sağladı. Bu duvar, birbirinden tamamen kopuk, çok nadiren de olsa aynı mekanları zorunluluktan paylaşan birbirini görmek, duymak istemeyen iki halkın arasındaki duvardı. Bu duvarın yıkılması inşa edilmekte olan diğer duvardan çok daha zor ve zaman alıcı bir duvar. Ama hem Yahudilerin hem de Filistinlilerin karşılıklı kuşkulardan kurtulabilmeleri, paranoyak bir halet-i ruhiyeden uzaklaşabilmeleri, bunu yaparak özgürleşebilmeleri için aslında bu duvarın yıkılması gerekli. Şu çok açık ki iki halk -özellikle Yahudiler- birbirini özgürleştiremeden asla özgürleşemeyecek. Kudüs banliyölerinden birinde gördüğümüz, “maddi” duvarın üzerine Filistinli devrimciler tarafından yazılan bir slogan her şeyi ne güzel özetliyor: “THE WALL MUST FALL”