İlk gelinen her ülkede olduğu gibi, burada da tuhaf görünen bir dolu şey var. Burayı daha da tuhaf kılan, tanıdık şeylerin de çok olması. Birçok araba ya da vitrinde Azerbaycan ve Türkiye bayraklarını yan yana görmek mümkün. Etraftaki konuşmalar, tabelalar, dükkan adları hep bildik gibi, ne dendiğini bir şekilde anlıyorsunuz. Tanıdık bir çevrede olduğunuz hissini veren şeylerin başında tabii ki dil yakınlığı geliyor. Bunları iki ayrı dil diye düşünmek bile zor. Azerice, romantik ve kırsal bir Türkçeye benziyor. Sanki eski Yeşilçam filmlerinin biraz eğip bükülmüş sesi dolanıyor etrafınızda. Bu yanıyla, insanı sımsıcak kucaklayan bir kent Bakü. Bununla birlikte, kendinizi kaptırıp gittiğinizde karşınızdakinin sizi anlamakta zorlandığını; sizin de onun her dediğini aslında anlamadığınızı fark ediyorsunuz. Tamam, Türkçe ve Azerice birbirine çok yakın iki dil, birçok ortak sözcük var, farklı anlamlara gelen aynı sözcüklerin komikliği de eksik değil (inmek-düşmek, vb); ama dediğim gibi, biriyle konuşurken aynı zamanda hem gayet güzel anlaşıp hem de hiç anlaşamadığınızı hissedebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra, rastladığım kimi Azerilerin Türkiye’deki Türklerin çoğundan daha iyi bir Türkçeyle konuşmaları beni şaşırttı. Bu gençler buradaki Türk kolejlerinden mezun olanlar ve Türkçenin yanı sıra çok iyi İngilizce de konuşuyorlar.
Her tarafı kaplayan Haydar Aliyev’e ait büst, heykel ya da sözleri içeren tabelalar biraz Atatürk’ü hatırlatsa da, içerik olarak özendiği şeye pek yaklaşmadığını hemen herkes kabul ediyor. Yine herkes otoriter, baskıcı bir rejime sahip olduklarını söylüyor ama bunu rahatlıkla ifade ediyor olmaları onlara pek tuhaf görünmüyor. Sovyet hegemonyasından çıkıp kendilerini bir ailenin ellerine teslim etmiş gibiler. 40’larında bir kadın, çocuğunun 3. kuşak bir Aliyev tarafından yönetileceği kuşkusunu taşıyor.
Çok dillilik ve çok kültürlülük de şaşırtıcı. Azerice, Rusça ve Türkçeyi yan yana duymak; bu kültürleri yan yana görmek epey ilginç. Sovyet döneminden kurtulduklarına seviniyorlar belki ama o döneme ve Ruslara karşı bir nefretleri yok. Azerbaycan’daki yaşam kalitesi üzerine yaptığımız araştırmanın ilk bulgularının da gösterdiği gibi, çoğu, Sovyet döneminde daha iyi bir hayata sahip olduklarını düşünüyor. Şimdiki -göreli- özgürlüklerinin farkındalar ama özellikle ekonomik ve politik bakımdan ciddi sorunları olduğunu da biliyorlar. Ruslara karşı herhangi bir öç ve nefret duygusuna sahip olmadıklarını, üzerinde CCCP yazan tişörtle dolaşan Rus kızların varlığından anlamak da mümkün. TV kanalları arasında bir kaç Rus kanalı olduğunu ve kendi kanallarında da sık sık Rus filmleri ya da Rusça dublajlı Hollywood filmleri oynattıklarını söylemek gerek. Anladığım kadarıyla, tüm bu Cumhuriyetler Ruslardan değil; Ruslarla birlikte “merkezî planlı ekonomi”den ve otoriter bir yönetimden kurtulmuşlar. Ruslarla bir sorunları yok. Bizim kurtçukların yıllardır ifade ettikleri ‘Rus mezalimi’ külliyen yalan!
Buradaki insanların Sovyet dönemine ilişkin duygu ve düşünceleri konusundaki fikrim, yeni birileriyle konuştukça daha bir net hale geliyor. Birçoğumuza garip gelecek ama, o dönemi lanetle değil özlemle anıyorlar. Kendilerini dımdızlak ortada bırakıp çekildiği için Sovyetlere; bu çözülmede başrolü oynadıkları için Gorbaçov ve daha çok da Yeltsin’e küfrediyorlar. O dönemin kıymetini bilmedikleri için kendilerine de bir fatura kesmeden geçmiyorlar. Şimdi 60 yaşlarında olan Azeri bir gemi mühendisi, Sovyet döneminde, sağlıktan eğitime her şeyin çok daha iyi olduğunu, çok daha müreffeh bir hayat sürdüklerini söylüyor ve o zamanlar dünyaya öğrettikleri teknolojiler için şimdi Amerikalı ve İngilizlere muhtaç olmalarını hayıflanarak anlatıyor. Her yıl aldığı “pass” ile Polonya’dan Moskova’ya; Bulgaristan’dan Doğu Almanya’ya tatil yapmadığı yer kalmayan bu mühendis, şimdi denize girmek için Bakü’nün dışına çıkacak gücü bile olmadığını söylüyor. Kendi hesaplarına göre şimdi 100 dolara denk gelen maaşı, Sovyet döneminde 400 dolar civarındaymış. O zamanlar birçok hizmetin ücretsiz sağlandığını, şimdilerde ise her şeyin paraya bağlı olduğunu düşünürsek, fark daha da büyüyor.
Böyle bir mukayese örneğine ilk kez Kırgızistan’da rastlamıştım. Otel odasında bulduğum İngilizce basılan yerel bir gazetede, bir öğretmen, kalem kalem kendisine aylık olarak verilenlerin para değerleriyle bugün aldığı maaşı karşılaştırıp, Stalin’in toplama kamplarında daha müreffeh bir hayatı olduğunu anlatıyordu. Solun kendine özgü bir modernleşme deneyimine sahip olduğunu da ilk kez bu kısa Kırgızistan gezisinde düşünmüştüm. Kırgızistan, merkezden çok uzakta, Çin sınırında ve Stalin’in sürgün yeri olarak ünlenmesine karşılık, başkenti Bişkek, bana Paris ya da Roma’yla karşılaştırılacak kadar güzel gelmişti. Yüksek ağaçlarla kaplı, taş ve bronz heykellerin süslediği kocaman parkları, tüm kenti tek bir merkezden ısıtan sistemi ve bu sistemle alttan ısıtıldığı için kar tutmayan geniş bulvarları, ağaçlık bir bantla yoldan ayrılan kaldırımlarındaki ferahlık, her biri birer kent mobilyası estetiğindeki resmî yapıları ve gar binalarıyla küçük bir Moskova’ydı sanki.
Toplumsal düzeydeki gelişkinlik de şaşırtıcı düzeydeydi. Arabalar dökük ve bakımsızdı, benzin yol kenarında şişeyle satılıyordu ama tüm arabalar sabaha karşı bile trafik ışıklarında istisnasız durup bekliyor ve kentte hiç korna sesi duyulmuyordu. Alkolizm ve yoksulluk had safhadaydı ama yol kenarında ya da pazarda boş tükenmez ve gazoz kapağından başka satacak bir şeyleri olmayan insanlar, 40 derece güneşin altında ya tuğla gibi bir kitap okuyor ya da yanındakiyle satranç oynuyordu. Konuk olduğunuz evin sahibesi yemek sonrasında geçtiği piyanonun başında sizin övgülerinizi şaşkınlık ve mahcubiyetle karşılayıp bunu herkesin yapabileceğini söylüyordu. Bişkek’i gezdiğim 1997’de ülkedeki ekonomik büyüme eksi % 475 düzeyindeydi. Alkolizm konusunda ise, Bişkek’teki manzaralara Bakü’de rastlanmadığını belirtmeliyim.
Bu kısa gözlemlere bakarak şu söylenebilir: Yerine ne koyacaklarını düşünmeye bile fırsat bulamadan tüm kurumsal yapıların birden çözülmesiyle, kendilerini hiç deneyimlemedikleri piyasa ekonomisinin anlamsız ve acımasız koşullarında bulmuş durumda bu insanlar ve yeni koşulların kendi kurumlarını yaratması için de epey bir zamana ihtiyaçları olacak gibi.
Yeniden Bakü’ye dönecek olursam, kadınlar, özellikle de genç kızlar güzelliğin meşru sergilenmesine alışmış ve Türkiye’dekilerden daha özgürleşmiş gibiler. Dekolteleri pek cesur ve sevgilileriyle sarmaş dolaş ya da tek başlarına dolaşırkenki halleri, kendilerine olan güveni yansıtıyor. Bu arada, buraya gelmeden önce kesinlikle yapmamam söylenen şortla dolaşma faaliyeti, hiç ilgi çekmedi desem yalan olmaz. Tamam, bakanlar var ama bu, bırakın bir Anadolu şehrini, ODTÜ’deki çocuklardan daha fazla değil. Tamam, benden başka şortla gezen yok, erkekler açık sandalet giyse bile altına çorap giyiyor falan ama bu bakışlarıyla herhangi bir biçimde beni rahatsız edecek bir sonuca yol açmadı. Azeriler, gayet akıllıca bir tercihle, erkekleri kapatıp kadınları açmışlar.
Bakü, gayet işlevsel ve çok kullanılan bir metroya sahip. Metro, New York metrosundan daha bitik durumda değil ve çevredeki ortalama insan kalitesi New York’takinden çok daha iyi. Metro değilse de metroya giriş çıkışlar bir âlem! Sanırım sığınak olarak da kullanılabilmesi için metro çok derine kazılmış. Bu nedenle, neredeyse 45 dereceden daha dik ve çok hızlı giden bir yürüyen merdivenle çok uzun bir yolu kat etmek zorunda kalıyorsunuz. Dik bir yamaçtan düşer gibi çok hızlı giden merdivenlere adım atmak, hareket halinde bir tramvaya atlamaktan daha riskli bir macera gibi yaşanıyor. Ama buradakiler gayet hünerli, benim yaşadığım paniği yaşayan başka kimse yok. Metroya giriş çıkış kadar ilginç olan bir başka şeyse, vagon kapılarının kapanma hızı ve çıkardıkları gürültü. Bu hadise, en hafifinden yatay bir giyotine benzetilebilir. Arada kalanı kesin ikiye biçecek hissi veriyor. (Meraklılarına, arada kalan oldu, ikiye bölünmedi, biraz zorlukla da olsa kurtulmayı başardı!).
Metro köhne olsa da, bineceklerin inenlere mutlaka yol verdiklerini, içeride adam gibi davrandıklarını belirtmeliyim. Adap-edep bizden çok ileri. Metroda oturup kalkmaları da, yolda yürüyüp dolaşmaları da bizden daha ‘medeni’. Bırakın küfretmeyi, ortada anlamsız bağırıp çağıran kimse yok. Bizim ‘sözde’ kamusal alanlarımızda ‘…mına goduğumun’ ekini duymadan varolmanın neredeyse imkansız hale geldiğinin farkında mısınız? Caddede, sokakta, bir kafede otururken, bu ve benzeri erkeklik (eksiklik) göstergelerinin “merhaba, n’aaber” kadar ‘doğal’ bir biçimde söylenivermesine artık şaşırmıyoruz bile. Başkasının alanına girmek için ille de çelme takmak ya da tokat atmak gerekmediğini; ses ve bakışın da aslında aynı olumsuz müdahaleyi içerdiğini biliyorlar. Şakalaşacağım diye etraftaki herkesi yok sayan bir gürültüyle itişip kakışan kimse olmadığı gibi, kendilerinden farklı olanı tuhaf bakışlarla da izlemiyorlar. Bizdeyse eğlenmek demek mutlaka başkalarını rahatsız etmek demektir. İster plajda ister kamusal başka bir alanda kendilerini grup olarak tanımlamış birileri işin zevkini, kendi dışındakileri çoğunluk tehdit; en hafifinden rahatsız ederek çıkarır. Yoksa keyfi olmaz! Burada, eğlenmenin ille itişip kakışmak, deve güreşi yapıp kendinden başka herkesi rahatsız etmek olmayabileceğini de öğrendim. Bu anlamda, Bakü, yeni bir ülke, kültür ve hayatı öğrenmekten ziyade, bizzat bizlerin Türkiye’de ne tür bir hayat yaşadığımıza ilişkin düşündürdükleri açısından anlamlı oldu.
Kentsel doku açısından bir kaç farklı yapı tarzını belirgin bir biçimde ayırt etmek çok kolay. Çarlık döneminden kalan ve Alman mimarisini hatırlatan gayet ihtişamlı binalar var. Bunlarla iç içe, Sovyet döneminde yapılan ve bizdeki kitlesel tatil ya da kaplıca otellerini hatırlatan ve hiçbir estetiği olmayan, enine ya da boyuna dört duvardan oluşan dev yapılar var. ‘Şehir içi’ dedikleri ve bizdeki Ankara kale içiyle Mardin evlerinin karışımı diyebileceğimiz, Venedik misali daracık yollarla ilerlediğiniz labirentleri çevreleyen tek ya da bir kaç katlı taş yapılardan oluşan hoş bir bölge var. Buradaki evler şimdilerde restore edilip minik otelciklere dönüştürülüyor ama çoğunda hala yerel halk yaşıyor.
Buradaki birçok görüntü bana duvarı yıkıldıktan sonraki Doğu Berlin’i hatırlatıyor. İhtişamlı ama dökük binalar hızla restore ediliyor ve altından muhteşem bir asalet çıkıyor. Buradaki kentsel yapıyı da, toplumsallığı da niteleyecek şey asalet olabilir. Asalet, onların neredeyse doğal bir güdü olarak yaşayıp bizim hiç sahip olamadığımız şey gibi. Bizim aristokratik bir geçmişimiz zaten yok, onlarsa şu ya da bu şekilde Çarlık Rusya’sını yaşamışlar.
Tamam, çalıştığımız NGO’nun ofisinin olduğu bina ihtişamlı ama dökülüyor; doğramalar, döşemeler, merdivenler berbat durumda; tuvaleti “Sakın girme, altına et daha iyi!” türünden bir tehdit ancak. Ama böylesine kötü durumdaki bu binanın her odasından ayrı bir piyano ya da keman sesi geliyor ve anladığım kadarıyla gayet mütevazi gelirli ailelerin minicik kızları çeşitli seçmelere ya da derslere giriyorlar. Bizde, ister anadan doğma, ister sonradan görme zenginlerimizin, çocuklarına benzer bir maharet kazandırmak üzere sarf ettikleri onca çabanın, yerli-yabancı hocaların cebini doldurmaktan başka bir sonuç vermediğini düşünmek insana hüzün veriyor. Zaten, ister Doğuda ister Batıda, yeni gittiğim her ülkede yaşadığım en yoğun duygu, sanırım hüzün. Bir türlü olamadıklarımıza ait bir dolu küçük ipucu yakalayıp, daha iyi bir hayatın hiç de zor olmadığının kanıtlarıyla karşılaşarak hep bir hüzün duymuşumdur. Bakü’de de bunu yoğun olarak yaşadım. (Tüm bunları yazan insanın buraya gelirken ciddi oranda negatif önyargıya sahip biri olduğu da belirtilmeli. Sovyetler dağılıp bizimkiler çeşitli abiliklere soyunduğunda “Türkler yetiyordu, şimdi bir de Türkîler çıktı başımıza!” diye şikayet eden biriydim.)
Burada okuyan ve hayatından gayet memnun olan bir Türk delikanlı, “70 küsur yılın sonucu bunlar biraz Ruslaşmışlar Abi!” diyordu. Kim bilir belki de hiç bir zaman bizim anladığımız anlamda Türkleşmemişlerdir. Okulda verilen eğitimin kalitesinden pek memnun olmasa da, farklı bir kültüre girmekle gayet doğru bir seçim yaptığına inanıyor bu delikanlı ve haklı.
Bakü, kozmopolit bir metropol olmanın gereklerini hızla yerine getiriyor gibi. Kültürel yaşamın zenginliğine bir ipucu olması açısından, tüm kentin, içlerinde Herbie Hancock ve Al Jerrou’nun da olduğu, yerli yabancı birçok müzisyeni içeren jaz festivali afişleriyle donatılmış olduğunu söylemeliyim. Bunun yanı sıra, belli başlı dünya markalarının vitrinleri pek tanıdık. Kapitalizmin aslolarak tahrik ve arzulara yapılan bir çağrı olduğunu çabucak kavramışlar. Reklam panoları, vitrinler hemen devreye girmiş. Ama bazı vitrinlerdeki malların dışarı değil içeriye doğru sergilenmesi, daha öğrenecek şeyleri olduğunu gösteriyor. Çoğunluk yaşlı kadınların oluşturduğu ve hiç de saldırgan olmayan dilenciler, lüks vitrinlerle tezat oluştursa da, henüz trafik ışıklarında cam silen ya da mendil satan çocuk düzeyine erişememişler. Eminim yakında onlar da olur. Çağlar Keyder, eskilerde kalmış bir yazısında, Türkiye’de kapitalizmin çarpık geliştiğini söyleyenlere karşı, kapitalizmin yapı olarak çarpık bir sistem olduğunu hatırlatmıştı. Yani, yan yana gelişen lüks ve yoksulluk tezat falan değil, olmaya çalıştıkları şeyin asli bir parçası.
Kadının ortalığa çıkma rahatlığı ve kadın-erkek ilişkilerinin niteliği, günümüz medeniyetinin belki de en önemli göstergesi. Bu açıdan Türkiye’den çok çok ilerideler. Kadın ve erkek arasında bizde her düzeyde varolan gerilim burada yok. Her şeyden önce, günün her saatinde ortalıkta kadın görmek mümkün ve sokaktaki kadın sayısı erkeklerden hep daha fazla. Bizdeki gibi, bir erkekler güruhunun işgali altında değil caddeler. Burası, günün her saatinde ve her yerde, cinsiyetinize bakılmaksızın, “arkamdan kim geliyor” kuşkusu duymadan dolaşabileceğiniz bir yer. Bizde, bırakın tacizi; tecavüz etmeyi bile mazur gösterebileceğiniz bir dolu hoş kadın hiç de böyle bir şey olmayacağının güveniyle salınıyor etrafta.
Daha önce de dediğim gibi, kadınlar güvenli ve rahat. Açıklıkları kesinlikle pornografik değil, olsa olsa kendi başına bir anlam olarak yaşadıkları güzelliğe verdikleri öneme bağlı bir erotizmle nitelenebilir. Azeri kadınlar, içselleştirilmiş bir rahatlıkla yaşıyorlar bunu. Tabii ki, bu rahatlıkta, en küçük açıklarına yiyecekmiş gibi bakmak için fırsat kollayan erkeklerle çevrili olmamanın etkisi de büyük. İstanbul’da ancak Akmerkez ya da benzeri alışveriş merkezlerinde, Ankara‘da ise ancak düğün ya da mezuniyet törenlerinde meşru görülebilecek kılıklara, burada sokakta rastlayınca şaşırıyor insan. Hele kimi kılıklar var ki, bizde ancak Bodrum’da falan görülebilir. Hülasa, kadının gündelik hayatta görülme biçim ve rahatlığı açısından bizden bin mil ötedeler ve belki de bizim hiç bir zaman ulaşamayacağımız bir rahatlığı yaşıyorlar. Kadın erkek ilişkilerindeki rahatlık açısından, Azerilerin Türklerden değil tam tersine Türklerin Azerilerden öğrenecekleri çok şey var. Tamam, Azeriler Türklerden inşaat-ticaret gibi teknik ve kısa zamanda edinebilecekleri şeyleri öğrenebilirler. Ama Türklerin Azerilerden ancak yaşayarak edinebilecek yaşam estetiği konusunda alacakları çok mu çok ders var.
Öğrendiğim kadarıyla, Azeri Rusa; Rus Azeriye karı ya da koca olmaya çekinmemiş. Bu karışım daha keyifli bir kültürel/toplumsal hayat oluşmasına elverdiği gibi, çeşitlenmenin yol açtığı fiziki güzellikleri de mümkün kılmış. Bizdeyse, bir Sünninin Aleviyle evlenmesi ‘mekruh’ değilse bile toplumsal olarak hâlâ sorunlu. Hayvanlar koklaşarak işlerini hallediyor olabilir ama insanların yalnızca konuşması yetmiyor; insan olabilmeleri için birbirlerine karışmaları da gerekiyor. Biz, bu karışmayı engellemek için her şeyi yapıp kendi içimize kapandığımız için de pek hayırlı bir durumda değiliz. Tüm Cumhuriyet tarihinin mutfağında Türk ve Müslüman bir Anadolu yemeği pişirme amacı yattığını kim inkar edebilir? Bu tatsız tuzsuz yemekten içimiz yeterince bayılmamış ki, şimdi de Kürtleri menüden çıkarmaya çalışıyoruz.
Tüm bunlar, bana bugünlerde neredeyse tüm dünyanın peşinde olduğu ve gayet talihsiz bir biçimde Türkiye’nin örnek gösterildiği ”ılımlı İslam” projesini yeniden düşündürttü. Korkarım Türkiye bu konuda da nal toplayacak ve çok daha iyi ve kendiliğinden bir örnek olarak Azerbaycan ya da benzeri bir ülke ön plana çıkacak. Türkiye’deki pek iğreti duruyor ve onca ittirip kaktırmaya rağmen, karşılıklı yapılan ikiyüzlü sahtekarlıklardan, takiyyelerden başka bir sonuç vermiyor. Kimse kimseyi memnun edemiyor ve bu gidişle edeceği de yok. Geldiğimiz en iyi nokta, Kocatepe hoparlörlerinin tüm Ankara’yı hamama; ezanı da gürültüye çevirmesi ve üniversitedeki kızlara türban üzerine peruk taktırma garabetimiz. Böyle nereye varılır ki? Tamam, burası da Müslüman bir ülke, TV’de falan hacı hoca muhabbetine de rastlanıyor. Ama ne caddeler başörtülü dolu (yok denecek kadar az), ne de her yerden bir cami ve ezan fışkırıyor. Bu güne kadar ne bir ezan duydum ne de bir cami gördüm (ama çan sesi duydum). Cem evi falan da yok. Ne de, aman cami yapalım diye ortalığa dökülen var. Bizdeki apartman altı cami kepazeliğine hiçbir zaman düşmeyecekleri çok açık. (Bir grup rakibine gol atmak için en kutsalını bile harcamaktan kaçınmıyorsa bunda bir tuhaflık var demektir ve kendi olma koşullarını kendisi dinamitliyor demektir.)
Bu insanlar hem Türk hem Müslüman olup farklı bir toplumsallığın kurulabileceğinin iyi bir örneği. Bizim yaşadığımız ve adına hayat dediğimiz kâbusun ille de olması gerekmiyor (muş) yani!
Burası her şeyiyle Avrupa’yı hatırlatıyor insana; Türkiye gibi Amerika’yı değil! Türkiye ne kadar Amerikansa burası o kadar Avrupa. Türkiye hep küçük Amerika olmaya özendi ve negatif anlamda bunu başardı da. Tuhaf bir biçimde Avrupa hem aşk hem nefret nesnemizi oluşturuyor ama bizde Avrupalılıktan eser yok. Sağcısından solcusuna herkesin Amerika’dan nefret edip, benzin istasyonlarından alışveriş merkezlerine; televizyon dizilerinden trafik düzenine; gündelik hayattan aile içi ilişkilere; ve hatta milliyetçilik yapma biçimine kadar, kötü bir Amerikan kopyası olan Türkiye gibi bir ülke daha var mıdır yeryüzünde? Büyüklerimizin 1950’lerde koyduğu ‘Küçük Amerika’ olma hedefi, ölçek açısından değil, küçüklüğün içerdiği tüm olumsuzluklarla çoktan gerçekleşti galiba. Zihniyet-kültür düzeyinde aşkla Amerikanlaşıp, politik söylemsel düzeyde Amerika’ya küfreden bu kofluk, bir aşk-nefret ilişkisine değil; daha travmatik bir duruma işaret ediyor.
Avrupalılık-Amerikalılıktan doğru devam edecek olursak, örneğin, bizim kentlerin agoraları yok. Bir zamanlar var olan ‘merkez’leri de şimdi dağılmış durumda. Bakü ise bu anlamda tam bir Avrupa kenti. “Fıskiye Bağları”, parklarla çevrili çok geniş bir yaya bölgesi ve alışverişinden yürüme kolaylığına tam bir agora. İstanbul’daki Beyoğlu, Ankara’daki Konur Sokak ya da özenti beyaz yakalıların zorla yarattıkları ve egzoz dumanı, korna gürültüsü ve değnekçi terörü arasında oturmaktan sıkılmadıkları Arjantin Caddesi bu dediğim yeri karşılamaktan çok uzak. Bu saydığım mekanlar ne kent mimarisi ne de insan kalitesi açısından Bakü’nün yanına bile yaklaşamaz. Bizimkiler tam Amerikanvari bir biçimde, sokağı öldürdüler, tüm kenti otoyola çevirdiler ve dev alışveriş merkezlerine tıktılar kendilerini.
Evet, “Batı-dışı modernleşme” diye bir şey var. Ama bu, bu kavramı ortaya atanların kastettiği gibi Türkiye ya da Ortadoğu ülkeleriyle açıklanabilecek ve ekseninde İslamiyetin durduğu bir şey değil. Bu yaklaşım, İslamiyetin, “rızkın onda dokuzu ticarettedir” diyerek zaten dışında olmadığını vurguladığı para-meta ilişkilerinde kendine özgü bir uyum stratejisine sahip olmasından başka bir şey anlatmıyor. Bu, aynı zamanda, gündelik hayat, yaşam estetiği, kadının toplumsal konumu, ötekine bakış, bireyi mümkün kılacak bir zemin olarak yeni bir toplumsallık anlayışı gibi konularda, örneklenen coğrafyaların modernleşmenin çok dışına; hatta karşısına düştüğü olgusunu örten bir perde işlevi görüyor. Yani, bu modernleşme modernleşme falan değil. Bence medeniyet de değil. Bu sözcüğün Medine’den türediği söylense de, modern anlamda ne kentlilik ne de medeniyet var ortada. Bu sözcüğün içeriğine denk düşecek toplumsal özellikler Ortaçağ öncesinde kalmış ve sonra da arkeolojik bir ilgi dışında unutulmuş gibi. Bu nedenle “batı-dışı modernleşme” yerine “kapitalizm dışı” ya da “sol” modernleşme teriminin çok daha doğru olacağını ve bunun da dini aidiyetlerine bakmaksızın bazı Sovyetler sonrası ülkelerle örneklenebileceğini düşünüyorum. Onlar yalnızca meta ilişkilerine dönmüyorlar ya da geçirdikleri değişim sadece bu. Toplumsal, kültürel bağlamdaysa zaten yıllardır deneyimledikleri pratiklerini sürdürüyorlar. Bu nedenle bu tür ülkelerin AB’ye girmeleri de daha sancısız oluyor. Yani, bu ülkeler, otoriter bir yönetim ve merkezî planlı bir ekonomiye sahipken de “Batılı” ve “modern”diler. Kültürel, toplumsal ve en önemlisi yaşam tarzı düzeyinde bir eksikleri, farklılıkları zaten yoktu. Bocalamalarının nedeni, kapalı bir ekonomiden pazar ekonomisine, otoriter bir yapıdan demokratik bir yapıya geçişin zorluklarından başka bir şey değil.
Yani, bu ülkelerin ekonomik, politik düzeyde bir dönüşüm geçirdikleri doğru, ama toplumsal, kültürel düzeyde herhangi bir sorunları yok. Türkiye ve benzeri ülkelerdeyse durum tam tersi. Ekonomik, politik olarak kör topal da olsa bir örtüşmeye karşılık, yaşam tarzı, sivil toplum gibi öyle akşamdan sabaha oluşturulamayacak ve toplumsal dokunun niteliğine bağlı konularda bir uyuşmazlık sözkonusu.
Bakü’de de bir örneğini gördüğüm, solun temsil ettiği bu alternatif modernleşme, birçok açıdan sağdaki örneklerinden üstün. Ne var ki, sol, neredeyse iman düzeyinde katı bir ideolojiye sahipken; sağ, insani zafiyetlere daha uygun düşecek, şekilsiz bir ideolojiyle hareket ettiği için, sol, sağ karşısında telef olmaktan kurtulamadı. Bir anlamda sol, aynı kulvarda yarışmaya yeltendiği sağ karşısında bir yenilgiye uğramaktan çok kendi kendini feshetti. Yenilgiden ziyade bir nevi küskün geri çekilme hali.
Bu yazıda Azerbaycan’ın yaşadığı zorluklara pek değinilmedi. Karabağ, Ermenilerle ilişkiler, yoksulluk, gelirlerdeki erozyon, adil seçimler, demokratikleşme sorunları vs. Bunlar kuşkusuz çok önemli ve bu günden yarına halledilecek meseleler değil. Ama her şeye rağmen, Azerbaycan’ın sorunlarının daha ziyade teknik, pratik ve konjonktürel olmasına karşılık Türkiye’nin yapısal, tarihsel ve toplumsal düzeyde ciddi sorunlara sahip olduğu yolunda bir tespit bana doğru gibi görünüyor. Yani, Türkiye teknik-pratik düzeyde bir takım sorunları halletmiş gibi görünmesine karşılık, toplumsal dokudaki çok önemli yapısal çatlaklarını ancak sürekli erteleme ya da göz ardı etme gibi bir yolu seçmiş durumda. Böylesi bir tercih hem günü hem geleceği karartıp mutsuzluğu besliyor. Azerbaycanlılar ise, yaşadıkları güne bakıp karamsar düşünceler ileri sürseler bile geleceğe umutla bakıyorlar. Bu nedenle de insanlar güler yüzlü ve yardımsever. Bizdeki gibi çevrelerine karanlık bakışlarla tehdit yağdıran tipler hiç görmedim. Kurtlar Vadisi burada da seyrediliyor ama aynı toplumsal etkiyi üretmediği çok belli. Böyle bir saçmalığa kendilerini kaptırmayacak kişisel ve toplumsal bir güvene sahipler. Kadınlarla bu kadar çok ve rahat birarada olunca, erkekliğin ifade ettiği bu ve benzeri olumsuzluklara da pek gerek kalmıyor gibi.
Bize en çok benzedikleri alan, trafik olabilir. Tamam, trafik daha düzenli, sürücüler kurallara daha saygılı, yayalara karşı daha anlayışlılar ama hepsinin acelesi var ve bir elleri sürekli kornaya basmaya hazır bekliyor. Hiçbir fırsatı da kaçırmıyorlar ve bir gürültüdür gidiyor. Kornanın, bu kadar sık ve gereksiz başvurulduğunda anlamsızlaşıp uyarı işlevi görmez hale geldiğini fark etmiyorlar. Bundan beteri Tahran’da ya da bizim Ankara’da Ulus meydanında görülebilir. Etrafta bolca olan, sanırım bizim Serçe’lerin aynısı Lada’lar özellikle bir felaket, arabanın içinde ya da dışında olanlar için ciddi bir hayati tehlike. Sanırsınız hepsini ambulans ya da itfaiyeden emekli şoförler kullanıyor ve aktif yıllarının alışkanlıklarından hiç bir şey kaybetmiş değiller. Yaya geçitleri güvenli ama olmayan yerlerde yerel halkla birlikte hareket etmek en doğrusu.
“Hiç mi kötü bir şey görmedin?” derseniz, çayı reçelle içmeleri derim. Gerçi sizi buna zorlamıyorlar, masada kesme şeker zaten mevcut ama demlikle birlikte bir kâse de çilek reçeli olduğunu düşündüğüm bir şey getiriyorlar ve yerli halkın çoğunluğu çayını onunla içiyor.
Bu gezi, ilk defa gidilen yerlerdeki izlenimler üzerine de düşünmemi sağladı. İlk izlenimler her zaman önemlidir. İster yeni bir insanla tanıştığınızda, ister bir ülke ya da şehre ilk geldiğinizde ilk hissettikleriniz çok belirleyicidir. Bunun nedeni, sonraları sıradanlaştırıp, hep çalan saatin tiktakları gibi duymaz görmez hale geleceğiniz birçok ayrıntıyı görecek, duyacak tazelikte, kirlenmemiş bir zihne sahip olmanızdır. Her şeye açık durumdasınızdır ve algılarınız gayet uyanık durumdadır. Bir başka neden ise, henüz yalnızca rasyonel yargı ya da çıkarsamalara kitlenecek verilere sahip olmamanız ve bu nedenle de daha çok sezgilerinize güveniyor olmanızdır. Cevabını bulduğumuz her soru anlamını yitirip çoğunluk hafızanın derinliklerine itilir. Rasyonalite, akıl böyle bir şeydir ve sürekli sezgilerinizi ya da sezgi alanının zenginliklerini ortadan kaldırmak üzere çaba harcar. İlk izlenimler, sezgilerimize dayandığı için çok değerlidirler ve çoğunlukla da sizi yanıltmazlar. Bu nedenle, bir ülkeye ilk gittiğimde neler hissettiğime çok önem veririm. Benzer biçimde, ülkemize ilk gelen yabancıların samimi izlenimlerini dinlemekten de çok hoşlanırım. İçinde yaşıyor olmaktan nasırlaşmış duygularınızın atladığı, normalleştirdiği, kanıksadığı birçok ayrıntı ya da hayat parçacığını, çocukça bir afacanlıkla yüzümüze vurup bizi hayretler içinde bırakacak gözlemlerde bulunabilirler.
Bu kadar methiye düzdükten sonra, ilk izlenimlerin yaratıcı oldukları kadar yanıltıcı olabileceklerini de teslim etmek gerek. Bunun da birkaç nedeni var. İlki, kısa süreli olan ve ne zaman biteceği bilinen bir zaman aralığında yaşanan çoğu şey insana pek batmaz. ‘Her şeyi bırakıp buraya yerleşmek lazım!’ diye gittiğimiz sahil kasabalarının hoşluğu bile, çoğunluk, sayılı gün sonunda orayı terk edeceğimizi bilmemizden kaynaklanır ve bu küçük dünyanın barındırdığı cehennemleri rahatlıkla görmezden geliriz. Buna bağlı olarak, farklı ve kısa süreli olduğunda keyifli olan birçok şey, birbirini tekrar edip standart hale geldiğinde tüm çekiciliğini kaybedebilir. Bu konudaki en iyi örnek, Kanada’ya yerleşmesinin ilk günlerinde aşırı pozitif özellikler atfedip, bir rüyanın parçası olarak yaşadığı her şeyin (durmadan yağan kar, yola fırlayan geyikler, vb.) kısa bir süre sonra ve giderek teker teker nasıl kâbusa dönüşüp adamı çileden çıkardığına ilişkin, internette de epeyce dolaşan hikayedir.
Daha önemlisi, ancak akıl yoluyla ulaştığımız sonuçlar güvenilir ve kalıcıdır. Sezgi alanının eninde sonunda bireysel ve öznel düzeyde kalmasına karşılık, akıl, evrensel ve genel doğrulara ulaşmamızı sağlar. Yani, zevkler ve renkler tartışılır ve hem doğruyu hem de güzeli ancak böyle bulabiliriz. Burun üstü çakılmak istemiyorsak, duyguların belirlediği sezgi, izlenim gibi referansların zenginliğini atlamamalı; ama bunları akıl süzgecinden geçirmeyi de ihmal etmemeliyiz. Eninde sonunda akla muhtacız ve birçok gerçeklik sezgiden kendini ‘akıllıca’ saklayabilir. İlk izlenim düzeyinde kendini ele vermeyen birçok şey ancak akılla kazındığında ortaya çıkabilir. Bu nedenle, burada yazılanlar ihtiyatla okunmalıdır. Yazıda bolca yapılan karşılaştırmalar ise, “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” meseliyle hafifletilebilir.
Son bir uyarı: Bir ülkeyi ya da kültürü tanımak, anlamak için yapacağınız en son şey o ülkedeki akademisyen ya da zamane entellektüelleriyle konuşmak olmalı. Hele sözkonusu ülke göreli azgelişmiş, merkezin kıyısında ve İngilizce konuşulmayan bir ülkeyse, bu tespit daha çok geçerli. Azgelişmiş ülkenin en azgelişmiş yanlarından biri de akademisyenleridir. Hele bunlar bir de ülke dışına eğitime falan gittilerse, durum iyice vahim demektir. Size o ülkeyi anlatmak yerine, sizin de bildiğiniz ama birer klişeden başka bir şey olmayan kavramları aktarırlar. Siz de, hem dil, hem kavram açısından tanıdık bir anlatı duymaktan memnun olabilirsiniz ama hiç bir şey öğrenmediğinizi de atlarsınız. Dilini anlamasanız bile bir simitçiyle işaret ya da kuşdiliyle yapacağınız bir muhabbet, size çoğu akademisyenin verebileceğinden daha çok fikir verir bir kültür hakkında.
(*) Bu yazı bir araştırma nedeniyle 4-10 haziran tarihleri arasında gittiğim Bakü'de tuttuğum notların biraz düzeltilmesiyle ortaya çıktı.