Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, BMMYK’nın 13 Eylül 2015 tarihli verilerine göre şu anda kayıtlı Suriyeli göçmen sayısı 4.087.139. Bu sayı Mısır, Irak, Ürdün ve Lübnan’da BMMYK tarafından kayıt altına alınmış 2,1 milyon, Türkiye devleti tarafından kaydedilmiş 1,9 milyon ve Kuzey Afrika’da kayıtlı 24.000 Suriyeli göçmeni içine almakta. Gene BMMYK’nın bilgilerine göre Nisan 2011-Ağustos 2015 tarihleri arasında Avrupa’da sığınma başvurusu yapmış kişilerin sayısı ise 428.735. Bu başvuruların %43’ü Almanya ve Sırbistan, %40’ı İsveç, Macaristan, Avusturya, Hollanda ve Bulgaristan’da yapılmış durumda. Grafiğe yansıtıldığında bu sayının zaman içinde giderek arttığını görüyoruz ki bu da bize aslında bugün ekranlarda izlenen durumun hiç de beklenmedik olmadığını gösteriyor. Bunlar elimizdeki, daha doğrusu kamuya sunulan veriler. Kimilerine göre veri demek, gerçek demektir. Oysa gerçeğin birçok farklı yüzü var.
İlk gerçek, sayıların doğasıyla ilgili. Bu sayılar sadece BMMYK ya da bulundukları ülkeler tarafından kayıt altına alınmış kişileri yansıtıyor. Oysa, evlerini terk edip başka bir ülkeye geçmek zorunda kalmış Suriyeli sayısının çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor. Sadece Türkiye’de sayının iki değil üç milyona yaklaştığı belirtiliyor.
İkinci gerçek sayıların yorumlanması ile ilgili. Bu sayılara baktığında birçok kişi Avrupa’ya kıyasla çok daha büyük bir Suriyeli göçmen grubunu barındıran Türkiye’nin ne kadar büyük bir iş yaptığının gururla altını çiziyor. Bu kişilere göre, koskoca Avrupa kıtasının kabul ettiğinin neredeyse beş katı kadar insanı ülkemizde yıllardır misafir ediyoruz. Oysa artık geçici koruma altında oldukları sıklıkla devletin temsilcileri tarafından da tekrarlanan bu insanlara yakıştırılan misafir algısı bugün gelinen noktada önemli bir rol oynuyor. Peki bugün gelinen nokta nedir?
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 12 Ağustos 2015 itibariyle yayınlamış olduğu bilgilere göre, bugün gelinen noktada, geçici koruma altındaki Suriye vatandaşlarının 262.134’ü Türkiye’deki on ilde kurulmuş 25 barınma merkezinde bulunmakta. Geri kalan 1,6 milyon Suriye vatandaşı ise çoğunlukla kendi imkanları dahilinde farklı illerde yaşamaya çalışmaktalar. Bu kişilerin yasal olarak çalışmasına imkân verecek olan düzenleme Türkiye’deki siyasi durum içinde askıya alınmış olduğundan kayıt dışı emek sömürüsünün yeni bir halkası haline gelmiş durumdalar. Sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim konusunda ise büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Son dönemde uydu kent uygulamasına tabi tutulacaklarına dair alınan bilgiler ise ülke içinde serbest dolaşım haklarına dahi kısıtlama getirilebileceğini gösteriyor. Güvenli bölge uygulaması olarak da anılan bu politikanın kimin güvenliğine hizmet edeceği konusu ise tartışmaya açık. Bütün bunlar geçen dört sene içerisinde insanlara dair sorunların sayılar üzerinden oluşturulan geçici çözümlerle ertelenmesinden kaynaklanıyor.
Bu belirsizlik içerisinde Türkiye’de bir gelecek hayali kuramayan birçokları Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Bu kişiler sadece Türkiye’de yaşamakta olan Suriye vatandaşları da değil. Yıllardır bir geçiş ülkesi olan Türkiye’de insan kaçakçılarının faaliyet alanı her geçen gün genişlemekte. Sınırlara çekilen teller ya da örülen duvarlar devletlerin öngördüğü gibi insanların hareketliliğini durdurmuyor, ama insanları daha da savunmasız halde bırakıyor. Sonuçta Esad rejiminden, IŞİD’den ve/veya Türkiye’deki zor koşullardan kurtulmak için insan kaçakçılarının ağına düşen insanlardan bahsediyoruz.
Bugünlerde bu insanların birçoğu yürüyerek sınırı geçmek için Edirne il sınırları dışında ya da Avrupa’ya otobüs bileti almak için İstanbul Otogarı’nda bekliyorlar. Ne yapmak gerek sorusunun cevabı basit değil. Avrupa içinde serbest dolaşımı sağlayan ve imzası bulunan ülkeler arasında yıllardır yürürlükte olan Schengen Anlaşması’nın uygulaması bile kısıtlanmışken, sınırların serbest geçişe tamamen açılmasını beklemek saf bir tutum sergileyebilir. Öte yandan bu insanların gitmek istedikleri ülkelere sığınma başvurusu yapabilmelerini sağlayan bir mekanizma kurmak mümkün. Bunun için sadece uluslararası değil, ulus ötesi ağların da içinde bulunduğu bir işbirliği alanı yaratılabilir. Devletlerin, uluslararası örgütlerin ve sivil toplumun birlikte çalışacağı bir ortam için öncelikle devletlerin insan hareketliliğini bir güvenlik sorunu olarak değil, insan hakkı olarak görmeye başlaması ve farklı bileşenler ile şeffaf ilişkiler geliştirmesi gerekli. Bu kolay bir dönüşüm süreci değil ancak özellikle uluslararası örgütler ve sivil toplum arasında gelişmekte olduğunu gözlemlediğimiz bir işbirliği bulunmakta.
Türkiye özelinde ise belki de en önemli konu statü meselesi. Dört yılı aşkın bir süredir bu ülkede yaşayan insanlara coğrafi kısıtlamaya rağmen geçici koruma dışında bir statü verilecek mi? Türkiye’nin verebileceği bir mülteci statüsü hangi hak ve yükümlülükleri belirleyecek? Türkiye’ye Cenevre Sözleşmesi kapsamında başvuru yapabilmiş, yani coğrafi kısıtlamaya göre Avrupa’dan gelen sığınmacı sayısının yüz kişinin altında olduğunu düşünürsek, elimizde Türkiye’de mülteci olmakla ilgili de net bir resim olmadığını görüyoruz. Ortada cevap verilmesi gereken bu tür sorular varken, bugün içinde bulunduğumuz durumda devlet yetkililerinden duyduğumuz ilk çözüm güvenli bölge oluşturmak. Oysa uydu kent uygulamasının ne sığınmacılar ne de devletin çıkarlarına hizmet ettiğine dair çalışmalar bulunmakta. Kısacası, kimin güvenliğini sağlayacağı belli olmayan güvenli bölgeler oluşturmak, sadece Türkiye’nin geleceğe dönük istikrarlı bir uluslararası koruma politikası olmadığının bir göstergesi. Konu bugün ‘Suriyeliler’ özelinde tartışılsa da yıllardır Türkiye’de mültecilik statüsü alıp başka bir ülkeye yerleştirilmeyi bekleyen binlercesini de etkileyecek. Burada altını çizmemiz gereken son nokta: sayılardan değil insanlardan bahsediyoruz, unutmayalım...