Irk ayrımcılığına dayalı kötü milliyetçiliğin yanında, yurdunu, milletini sevmek gibi muğlak ifadelerle tanınan iyi bir milliyetçiliğin varolduğu, Türkiye’de çok yaygın bir kanıdır. Sözkonusu millet, Türklerden ve elbette Müslüman Türklerden oluşan bir topluluktur. Yurt da, Türk yurdudur. Herkes tarafından paylaşılan, bu nedenle ılımlı milliyetçiliği benimsedikleri kanaatinde olanlar tarafından böyle açıkça dile getirilmesi gerekmeyen ortak bilgidir bu.
Türkiye’de aşırı milliyetçilerle ılımlı milliyetçiler arasında iki fark vardır. Birinci ve en önemli fark, her iki tarafın mutlak bir doğru olarak kabul ettiği bu yurt ve millet tanımının, her fırsatta, yüksek sesle mi dile getirileceği, yoksa daha genel ifadeler arasında, ima yoluyla mı hatırlatılacağıdır. Çağdaş giysili milliyetçiler, bu durumu açıkça dile getirmemeye özen gösterirler.
İkinci fark, ırk temelli olan ve olmayan milliyetçilik iddiasıdır. Benimsedikleri milliyetçiliğin ırk temelli olmadığını iddia edenler, etnik milliyetçiliğin tüm özelliklerini sergilemekten geri durmazlar. Bunu yaparken etnik vurgunun ırk temelli olmadığını, kültür temelli olduğunu belirtirler. Dil birliği, din birliği gibi ilkeler üzerine inşa ettikleri kültür birliğinin ırk kökenli olmamasını, “etnik milliyetçi” olmamalarının yeterli göstergesi olarak kabul ederler. Halbuki milliyetçiliğin ırk değil kültür temelli olması, onun dışlayıcı ve tahakkümcü olmasını, demokratik toplum anlayışıyla taban tabana zıt olmasını engellemez. Zaten tüm milliyetçilikler kültür temellidir. Kültür, etnik aidiyetin temelidir. Irkçı olmamak, etnik anlamda milliyetçi olmamak anlamına gelmez.
Türk yurdunda, Türkçe konuşan ve koyu mümin ya da bayramdan bayrama ibadet eden veya hiç ibadet etmemekle birlikte nüfus kütüğünde Müslüman yazılı olanlar makbul yurttaştır. Geri kalanı, eşitlik talebinde bulunmadıkça varlığına müsamaha edilen, ötekilerdir. Yerli yabancı, yabancı yurttaş, azınlık, gayrımüslim, yabancıdırlar. Bizimle aynı olmadıkları için, “biz”le eşit değildirler. Bunun böyle olduğunu Türkiye’de herkes bilir ama çoğu kişi bunu bilmezlikten gelir. Bu milliyetçilik, uygar, demokrat, çağdaş milliyetçiliğin dünyadaki en güzel, en başarılı örneği olma iddiasındaki günümüz Atatürk milliyetçiliğinin içinde yer aldığı, beslediği ve beslendiği bir tahayyül dünyasıdır.
Son otuz yılın CHP’nin program metinlerinde milliyetçiliğin ırka indirgenemeyeceği düzenli olarak vurgulanır. “Türkiye bütününü oluşturan çok sayıdaki etnik özellik karşısında devletin yanlılığı, öncelik tercihi sözkonusu olamaz” denir. Ardından, “milliyetçilik, farklı etnik yapılanmalar arasında bir ayrım ölçüsü değildir; tüm ayrışmaları kapsayan, onların Türkiye’deki ulusal bütünlüğü çerçevesinde demokratik farklılaşma özgürlüğünü tanıyan, farklılık içinde bütünleşmeyi öngören, bütünlük idealini tanımlayan kapsayıcı bir anlayış” olduğu belirtilir.
Baykal’ın başkanlığı döneminde yürürlüğe giren son parti programında, “ülkemizde farklı etnik yapıların, farklı kültür kimliklerinin varolması, varlıklarını sürdürmesinin çoğulcu demokrasinin zenginliği”olduğu belirtildikten sonra, CHP’nin “kültürel mozaiğimizin bu zenginliklerin her boyutuyla geliştirilmesini çoğulculuk anlayışının gereği” saydığı vurgulanıyor. Devamı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti din, dil, ırk ve etnik köken temelleri üzerinde değil, siyasal bilinç ve ideal beraberliği zemininde kurulmuştur. Bu nedenle ırk temelinde çözüm arayışlarının veya asimilasyon uygulamalarının tuzaklarından demokrasimiz kendini her zaman korumalıdır.”
İşin mostralık yanı bu. Gelelim, Deniz Baykal’ın, devlet bakanı Mehmet Ali Şahin’e geçen gün söylediklerine: “Şimdi vakıflar bir serbest alan haline geliyor. Yani azınlık vakıfları, varolanlar, yeni kurulacak olanlar, sınırsız mülk edinme imkanı, hükmi şahsiyetin bir ekonomik güç merkezi olarak dönüşme imkanı. Bunların geriye dönük 1936’dan sonraki gelişmelere yönelik düzenleme talepleri. Ondan önceki dönemle ilgili muhtemel talepleri hepsi kaygı verici olaylar.”
Yine Baykal, bu kez basın mensuplarına konuşuyor: “Şimdi özel eğitim kurumlarıyla ilgili getirilen düzenlemede Türkiye’nin çok geçmişte acısını çektiği misyoner okulları benzeri bir uygulamanın kapısını aralayacak nitelikte gözüküyor. Yani her ülkenin Türkiye’de vakıf kurması, vakıf kuracak bir takım insanları harekete geçirmesi, onlarla hükmi şahsiyet temelinde giderek sosyal ve hatta belki siyasal bir etkinlik araması şansı Türkiye’ye getiriliyor. Bu konuda bir kamu denetiminin gündemden çıkarılmakta olduğunu görüyoruz. Ayrıca, Anadolu’nun dört bir köşesinde özel Hıristiyanlık anlayışına dayalı, başka dinlere dayalı, dinî anlayışlara, mezhep anlayışlarına dayalı eğitim düzenlemelerinin yapılabilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Getirilen yasalarda bunlar var.”
Konumuz milliyetçilik olduğu için, bu konuşmalarda TSK harcamalarının Sayıştay denetimine tabi olması, 301. madde gibi konularda CHP liderinin canla başla verdiği statüko koruma mücadelelerini ele almıyoruz.
Nüfusunun %99’unun Müslüman olmasıyla övündüğümüz bir Türkiye’de yaşıyoruz. Ve böyle bir toplumda, Atatürk milliyetçiliğinin yetkin ve çağdaş sesi, “Türkiye Cumhuriyeti’nin din, dil, ırk ve etnik köken temelleri üzerine kurulmadığını” parti programına kazımış olan CHP’nin milli duruşu, misyonerlik faaliyetlerinin, azınlık cemaatlerine ait vakıfların gelişmesinin Türkiye toplumu açısından arz ettiği yakın ve büyük tehlikeye göğsünü siper ederek tecelli ediyor.
Üstelik bu milli duruşu sergilemek için bu da az geliyor olmalı ki, Baykal Şahin’e, “laik Türkiye'de, kiliselerden sonra yabancı okulların da verdikleri vergilerle besleneceğini” söylüyor. CHP İstihbarat merkezinin bülteninde yer alıyor bu sözler. Gazeteci çarpıtması falan değil. Bildiğiniz gibi, Türkiye’de camiler vergilerle beslenmezler. Ama kiliselerin yeni yeni su ve elektrik parası vermeyerek, toplanan vergilerle beslenmeye başlanması, AB baskısıyla laikliğe indirilmiş en büyük darbelerden biri olmuştur. Baykal bu müthiş tehlikeye dikkatimizi çekiyor. Müslümanlara, verdiğiniz vergiler Hıristiyanlar için de harcanacak, size bir şey kalmayacak diyor. Baykal konuştukça, sadece etnik/dini milliyetçiliğin fırsatçı derinliklerini değil, laiklik anlayışına damgasını vuran “milleti hakime” zihniyeti iyice belirginleşiyor.
Yer, Giresun. Atatürk’ün kente gelişinin 82.yılını ve Gaziler Gününü kutlamak için düzenlenen tören. Hatip konuşuyor: “Ne yazık ki, ülkemizde pek çok kişi mozaik kelimesini gerçek anlamı dışında, adeta zenginlik gibi yanlış bir kavramda kullanıyor. Bu yanlış anlama ve kullanma, telafisi mümkün olmayan sonuçları doğurmaktadır. İddia edildiği gibi Türkiye’de bir mozaik varsa, Türkiye çok milletli ve çok kültürlü olacaktır, sonuçta ise bir Osmanlı Devleti gibi parçalanması kaçınılmaz hale gelecektir. Mozaik kelimesinin hedefi ortadadır. Türkiye mozaiği kelimesini kullanmaktan kaçınmamız gerekmektedir”: Hayır, konuşan Baykal değil, Türk Tarih Kurumu Başkanı. Nasıl da benziyor, değil mi?“Ne mozaiği ulan!” diye çıkışan o millî davudî ses zaten beynimize kazılı.
Baykal ve CHP’si beynimize kazılı o sese hitap etmeye, o refleksi uyararak kendine seçmen bulmaya çalışıyor. Ülkeyi bölme emeli taşıyan yabancılar temasını işleyerek, Kürt sorununu terör sorunu dışında algılamayarak, dinî/etnik temelli faşizan milliyetçiliği sıradanlaştırıyor.
Gerçekten de, toplumsal tepkilere milliyetçi kanaldan sözcülük yapma iddiasında olan MHP’nin, Baykal’ın çıkışlarından pek rahatsız olduğu söylenemez. Örneğin MHP yöneticisi Mehmet Şandır, bu milliyetçi toplumsal tepkiye önderlik eden MHP’nin yanında yer aldığı için CHP ile “beraber görüntü oluştuğunu” ifade ediyor. Aslına dönen CHP, MHP’nin, daha soğukkanlı bir tavır izleyen DYP liderinin ve diğerlerinin milliyetçiliklerini olağanlaştırıyor. Onlarla beraber görüntü oluşturuyor. AKP’yi de milliyetçilik kulvarında seçim yarışına girmeye zorluyor. Böylece CHP, esas tarihî misyonunu yerine getirip, Atatürkçü milliyetçiliğin “milli birlik ve beraberlik içinde siyaset” anlayışının hayata geçmesini başarıyor. Gelecek seçim sonrasında kurulabilecek bir CHP-MHP veya CHP-DYP-MHP koalisyonunun, olası bir AKP-DYP koalisyonu kadar gözümüze doğal gözükmeye başlamasını başarıyor.
Bir de, Batı demokrasilerine özenilerek parti programına geçmişte konmuş, modası geçmiş, Sosyalist Enternasyonal’de boy göstermekten başka işe yaramayan ilke ve kavramlar olmasa, Baykal dinî/etnik milliyetçi kulvarda daha da başarılı olacak. Yolu açık olsun.
Radikal İki, 24.9.2006