Politikayı hep uzaktan, endişeli bir mesafeden izleyen herhangi bir tesisatçıyla, bakkalla, taksiciyle, köylüyle bugünlerde sohbete koyulan herhangi bir okumuş abi/abla, aşağı yukarı aynı yorumu işitebilir: ‘Bunlar fazla gerdiler abi, kimseyi dinlemediler, ama paşalar da fazla sert çıktı abla, Allah korusun; aklıselim bir orta yol bulsalar…’ Orta direğin meşhur ‘sağduyusu’, böyle der. Eh, bu da bir nevi ‘Ne şeriat ne darbe’cilik sayılmaz mı?
Tandoğan ve Çağlayan mitinglerinin kürsüsünde konuşanlar da, ‘Ne şeriat ne darbe’ diyor. Aralarında açıkça ve gururla orducu olanlar da eksik değil; öyle olmayanlar, ‘darbelerin çözüm olmadığı anlaşılmıştır’ diyor. Darbeye ‘sıcak bakmadıklarını’ beyan ediyorlar. Ordunun Şemdinli sürecinde yargıya müdahalesini, sürekli tehdit ‘değerlendirmeleriyle’ hainler ve iç düşmanlar tayin etmesini, ‘balans ayarlarını’, velhâsıl kronik ve rutin müdahalelerini pekâlâ meşru sayıyor, en azından ciddi biçimde sorun etmiyorlar. Zaten kendi yapıp ettiklerini de, ‘görevi ordudan devralmak’ olarak tasvir etmekte beis görmüyorlar. Ama nedir, ‘darbeye karşı’lar! Radyoevi işgalli, sokağa çıkma yasaklı, tam teşekküllü darbe olmadıkça, ordunun velâyet ve vesayetini dert etmeyen, kolayından, ‘ne şeriat ne darbe’cilik.
Lâfzen ve belki tâ derinlerde ruhen darbeye ‘soğuk bakanların’ bile birçoğu, ‘şeriat tehdidi’ ile ‘darbe tehdidi’ arasındaki teraziyi, hareket alanı sağlayan bir güçler dengesi olarak görmeye yatkınlar. Sanki darbe karşıtlığı, mutlaka Şeriat veya Siyasal İslâm karşıtlığıyla dengelenmek, nisbîleştirilmek, görelileştirilmek, paranteze alınmak zorunda.
‘Ne şeriat ne darbe’ sloganının, gerek ‘halkımızın’ gerek ‘Beyaz Türkler’in özetlemeye çalıştığım bu algısı ile buluşarak kendimizi haklı ve kalabalık hissetmemizi sağlayan bir konforu var. Bu konforun aldatıcı olduğunu görmüyor muyuz? Dahası, bunun, askerî lisanla söyleyelim: sadece ‘sözde’ bir darbe karşıtlığı olduğunu görmüyor muyuz?
Birincisi: Darbe ‘seçeneğine’, mutlaka şeriata DA veya AKP’ye DE karşı olduğunu ekleyerek dengelemeden, nisbîleştirmeden, şerh düşmeden, müstakil olarak, bizzat, başlıbaşına karşı çıkmak gerekiyor. O şerhi düştüğünüz zaman, darbeye kırmızı değil sarı ışık yakmış oluyorsunuz. Öyle kastetmeseniz de, birçoklarının anladığı o oluyor.
‘Şeriat’tan ne anlayacağımızı, AKP’nin bir şeriat tehdidini temsil edip etmediği veya somut olarak nasıl bir tehdidi temsil ettiği meselesini paranteze alıyorum. Bu konuda vahamet ölçüleri ve algıları farklı olabilir. Fakat bu, politik ve ideolojik bir mücadele zeminidir. Askeri müdahale ise politikanın ve sivil-demokratik toplumsal ilişkilerin soluğunun kesildiği bir ortam yaratır. Şunu da ekleyeyim: muhtevaca (söylemi, ritüelleri, ‘ibadetleri’ ile) değilse de ‘format’ olarak, zihniyet olarak, ‘Şeriat’la kastedilenden farksız bir totaliter atmosfer yaratır.
İkincisi: Karşı çıkılacak, reddedilecek olan, sadece tam teşekküllü darbe değildir; tümüyle askerî müdahalelerdir, militarizmdir, ordunun politik ve toplumsal yaşam üzerindeki velâyet ve vesayetidir. Yoksa, sinik bile değil, sarkastik bir duruma düşüyoruz. Zira bugün, ‘Ordumuzun emrindeyiz’ diyenler de gevrek gevrek ‘Tabii, darbe çözüm değil’ nassını zikrediyor.
Bu konuda ‘orta yolculuk’, ‘Acaba AKP’li mi derler, liberal mi olmuş oluruz?’ diye endişe edilen bir konumda bulunmaktan emin olun çok daha büyük bir zillettir. ÖDP yönetimi ve Birgün, e-muhtıra sonrasındaki tutumunun açıklığıyla, ‘Ne şeriat ne darbe’ sloganının tehlikeli konforuna razı olmadığını gösterdi. Sloganın ‘özde’ doğruluğuna inananlar olabilir, bu slogan iş görmeye devam da edebilir; fakat askerî müdahaleye sadece ‘sözde’ karşı olan demokrasi karşıtlarıyla aynı konuma düşülmeyecekse, problemi topyekûn darbeyle sınırlamayan, anti-militarist bir içeriğin belirginleşmesi gerekiyor.
Birgün, 2.5.2007